Metropolün endüstri taşrası olarak yeniden tanımladığı bir kentte doğdum, her fırsatta geldiğim metropolün ötesine üniversiteyi kazanınca geçtim ve trenle ya da otobüsle her ders günü endüstri taşrasındaki aile apartmanından çıkıp metropolün doğu yakasındaki kampüse gelip gittim. Sonra metropol yaşantısı... Metropolün iki farklı yakası arasına gerdiğim yaşantımda, her sabah ve akşam çeşitli ulaşım araçlarıyla yaptığım yolculuk, süre ve nitelik açısından taşradan üniversiteye gelirken yaptığım yolculuklardan geri kalmaz. O zamandan bu zamana, iki nokta arasına çektiğim doğruyu katetmek, günde iki artı iki dört saati bulur neredeyse. Kalkınma denen nane bu olsa gerek: Milyonlarca insana her gün evden işe ya da evden okula mekik dokutarak yerleşim yerlerini diktirmek.
Bu süreçte her türlü ulaşım aracı gündeme geliyor: Asansörü ulaşım aracından sayanlardansanız başka tabii, ama genellikle yürüyerek, bazen de bisikletle başlıyor serüven. Ardından imkan varsa ve ekonomik açıdan irrasyonel oluşuyla, bıraktığı karbon izi umursanmıyorsa, özel arabayla ya da taksiyle devam ediliyor. Ama çoğunluk servisle ya da otobüs, dolmuş, minibüs gibi toplu taşıma araçlarıyla bir istasyona, iskeleye, havaalanına yetişip topluca ve uygarca öte yana geçtikten sonra başlangıçtaki eylemleri tekrarlayarak varış binasına giriyor. Tüm bu metronom hareketlerini endüstri toplumu haline geldiğimizden beri, gündelik, ekonomik ve kültürel sermayemizi işleterek, hayatımızı kazanmak için yapıyoruz ekseriyetle.
Yeni yıla böylesi bir yol sosyolojisiyle başlamamın sebebi, Iain Gately’nin geçen yılın sonlarında karşılaştığım Rush Hour: How 500 Million Commuters Survive the Daily Journey to Work adlı çalışması oldu. Gözümde Baraka (1992) ya da Koyaanisqatsi (1982) gibi bir belgesel görüntüsü canlandı kitabı ilk gördüğümde: Hızlandırılmış çekimle milyonlarca insanın turnikelerden geçtiği, yürüyen merdivenlere ve asansörlere bindiği, istasyonlara ve duraklara girip çıktığı, araçlara doluştuğu, trafik ışıklarında durup tekrar harekete geçtiği bu insan yoğunluğu görüntüleri, zihnime yıllar boyunca kazınmış. Gately'nin çalışması da, 19. yüzyıldan itibaren endüstri modernleşmesinin kentlerine, kentler arasındaki ulaşım ağlarına, kentlerin ötesindeki banliyölere, boşalan ve yeniden dolan taşraya, trenlerden otoyollara, -İngiltere'den Rusya'ya, Japonya'dan Hindistan'a- farklı endüstrileşme tabakalarına dair görüntülere sözler eklememe yardımcı oldu.
Ortalama bir mesai gününde üç ya da dört saatini yolda geçiren insanlar için, günümüzde artık çok fazla geridönüşüm imkanı söz konusu. Depozitonuzu uyuyarak, kitap okuyarak ya da 21. yüzyıl nimetleri cihazlarla, her türlü dijital enformasyon içeriğine ulaşarak alabilirsiniz. Kulaklığından müziği veya radyo yayınlarını, önündeki ekrandan filmini veya metnini, termostan kahve ya da çayını eksik etmeyen günümüz insanı, tıkış tıkış metrobüslerde veya dolmuşlarda aynı konfora sahip olamasa bile, gündelik hayatın dertlerinden, evin, işin ya da okulun sorumluluklarından anlık da olsa azade olduğu, belli ölçüler içinde kalsa da farklı bir varoluşla kullanabileceği, geri kazanılmış bir zaman yaşayabiliyor. İsterse Haruki Murakami'nin Türkçedeki son romanında anlattığı Renksiz Tsukuru karakterinin, Tokyo'daki dev bir istasyonda kalkan trenlere binenleri meditasyon gibi izlediği kısmı okuyabiliyor; isterse de Don DeLillo'nun Libraromanında, Lee Harvey Oswald'ın, John Ford Kennedy'yi vurmasından çok zaman önce New York'taki metroyla yer altında ve yer üstünde dolaştığını kurguladığı kısma bakabiliyor böylece.
Metropol yığınları
Meselemiz kitap olduğuna göre, tüm bu hengamenin kitapları ve okumayı nasıl etkilediğine bakmak iyi olacaktır: Ulaşım imkanları henüz yetersizken ve altyapısı gelişmemişken, metropollerde otoyollara öncelik veren, petrol bazlı bir kalkınma programı izlenirken, insanların araçlara tıkıştırıldığı koşullarda, yolda kitap okumak ancak midesi kaldıranların yapabileceği bir faaliyetti. Ancak bazı şanslı insanlar trenlerde ve vapurlarda sabit kalabiliyor, belli bir hatta gitmelerine rağmen savrulmuyor, dolayısıyla ellerindeki matbu kitapların satırlarını takip edebiliyordu. Çünkü kitaplar, onların denge merkezlerine ekstra bir yük getirmiyordu.
21. yüzyılın metropol yığınlarını gidecekleri yere daha ekonomik ve konforlu ulaştıran, her ne kadar çok yaygın olmasalar da, yeni ulaşım ağları (metrolar, hızlı tramvaylar, yeni vapurlar, deniz motoru hatları vs) ve de 20. yüzyılın son çeyreğinde filizlenip artık meyvelerini büyük bir keyifle yediğimiz bilişim teknolojileri sonucunda, cebimize ve hatta gözümüze giren cihazlar sayesinde, matbu ve dijital kitap okuma oranları gitgide artıyor. İstanbul’da Boğaz geçişinin bazı hatlarında (özellikle Kadıköy-Beşiktaş/Kabataş hattında) ve daha çok Anadolu yakası metrosunda gözlemlediğim kadarıyla, yolu okuyarak değerlendirenler çoğalıyor. Elektronik kitap okuyucularıyla ya da telefon/tablet türevlerindeki uygulamalarla metinlere ulaşan insanlardan, semt kitabevlerinden veya AVM'lerdeki kültür marketlerinden ya da internet tabanlı kitap satış sitelerinden alınmış matbu kitapları okuyanlara, her yaştan ve toplumsal tabakadan okur, yolculuğun ötesinde bir deneyim yaşıyor.
[Ocak 2015]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder