31 Temmuz 2019 Çarşamba

Coupland ve Şürekâsı


Douglas Coupland

Karanlık günlerde kitapları derinlemesine okuyamaz hale geldiğimi fark ettim bir süre önce. Kendi hayat meselelerim bir yana, dünyadaki çatışma hallerinden toplumca etkilendiğimiz zamanlarda, dikkatimin boyu epey kısalıyor. Daha gençken bu kadar içe kapanmazdım, yine afallardım ama bir süre sonra kallavi bir kitaba, diğer her şeyi dışarıda bırakarak yoğunlaşabilirdim. Ama son aylarda yaşadıklarımız yüzünden elime aldığım bir kitaptan ancak birkaç sayfa okuyabiliyor, sonra başka bir kitaba geçiyorum; her şey parçalanıyor sanırım. 

Bir süre önce ise, tam bu ruh haline uygun bir kitapla karşılaştım: The Age of Earthquakes (Depremler Çağı); alt başlığı da A Guide to the Extreme Present (Radikal Şimdiki Zaman İçin Bir Rehber). Henüz Türkçeye çevrilmemiş bir çalışma. Ünlü iletişim uzmanı Kanadalı Marshall McLuhan ile grafik tasarımcı Quentin Fiore’nin 1967 tarihli meşhur çalışması The Medium is the Massage’dan (Türkçede Ünsal Oskay çevirisi ve Yaradanımız Medya adıyla yayımlanmıştı) ilham alınarak hazırlanmış güncel bir sergi-kitap bu. Bangladeş kökenli İngiliz editör ve yazar Shumon Basar, yıllardır büyük bir ilgiyle takip ettiğim ve neredeyse zamane toplumu gurusu sayılabilecek Kanadalı yazar Douglas Coupland ile İsviçre doğumlu sanat küratörü ve eleştirmeni Hans-Ulrich Obricht tarafından yazıldı. Otuz beş sanatçının işlerinden bir seçki barındırıyor, tasarımı ise Wayne Daly’ye ait. Bugüne dek üç yayınevi tarafından (İngiltere’de Penguin, ABD’de Blue Rider Press ve Almanya’da Eichborn) yayımlandı. Kısa metinler ile görsel işleri buluşturan bu kitap, dijital enformasyon çağındaki hallerimiz üzerine distopik/apokaliptik, zihin açıcı ve sarkastik darbeler vuruyor. Misal, kitabın arka kapağındaki buruş buruş dünya küresinin tepesinde “Ölecek son kuşağa aitsin :-/” mesajı bulunuyor. Bana depresif bir haz duyuran bu mesajdan sonra, yıllardır takip ettiğim kara kahin Coupland’in neler diyeceğini merak ettim.

Hızlandırılmış bir kültürden masallar 


Douglas Coupland’le ilk karşılaşmam, pek çok kişinin hatırlayacağı, X Kuşağı kitabıyla olmuştu: Bizde Parantez Yayıncılık tarafından -Zeynep Akkuş çevirisiyle- 90’larda yayımlanmıştı; ama özgün adındaki alt başlık kapakta kullanılmamıştı: “Hızlandırılmış bir kültür için masallar.” Romanla yaratıcı metin faaliyeti arasında gidip gelen bu yapıtında Coupland, neo-liberal çağda uzlaştığımız yoğun çalışma ve seyrek kazanma koşullarında, ileri endüstri toplumlarındaki gençlerin kültürel koşullardan sıkılarak aylaklığa yönelmelerini ve orta sınıf beyaz yakalı işlerde çalışmak yerine baristalığı seçmelerini, birbirleriyle gün ağarana kadar sohbet etmelerini, nükleer felaket ve endüstriyel yıkım arazilerinde tıpkı Disneyland’i gezermiş gibi dolaşmalarını, ölümcül hediyelikler almalarını anlatıyordu. Diğer yandan da, pek çok zekice sosyolojik kavram üretiyordu: McJob ya da Brezilifikasyon gibi. Bu kavram ya da sloganlar romanı sıradan bir metin olmaktan çıkarıyor, dönemin ruh halini, “zeitgeist”ını ifade eden kült bir yapıt haline getiriyordu. Kurt Cobain’in Nirvana’sı ve depresyon hırkasıyla özdeşleşen toplumsal duyarsızlık ve kişisel yıkımın neşeli biçimde ele alındığı sonraki pek çok yapıtıyla da, Coupland, ortalıkta kafasını yitirmiş tavuklar gibi dolaşan orta sınıf insanının trajedisiyle örtüşmüştü. 

Kişisel olarak da ayrı bir drama işaret eder Coupland benim için: En sevdiğim kitaplarından biri olan Mikroserfler, Türkçede 2009 yılında Resif Kitap tarafından yayımlanacaktı. Ancak Resif Kitap’ın ortaklarından, kitabın editörü, yaşıtım Emre Yerlikhan talihsiz bir hastalık nedeniyle kitap fuarı günlerinde beklenmedik biçimde hayatını kaybedince, hem kitap ortada kaldı hem de Coupland okurluğu ve yayıncılığı hevesim bir tür batıl inançla gölgelendi. Her ne kadar İthaki Yayınları sonradan Oyuncu 1 romanını yayımladıysa da, gürül gürül bir Coupland akışı hâlâ mümkün değil. 

Halbuki J. G. Ballard’dan Margaret Atwood’a pek çok kara kahinden çok daha neşelidir Coupland’in romanları. Hatta kimi zaman zevzek bir “sitcom” senaryosuna sıkışmış gibi hissettirebilir; saçmalığı ağırlığını hafifleten bir taktiktir belki de. Dolayısıyla The Age of Earthquakes gibi sanata göz kırpan işlerinde yaklaşımının daha kristalize hali ortaya çıkar, acı saptamaları yutturmak için romansı şekerle değil de sanatla karıştırır.


Eski binalar gürültüyle yıkılırken


Zamanımızın “zeitgeist”ını ortaya koymaya çalışan bu yapıttan rastgele birkaç örnek vererek, bu tarz sergi-kitapların aslında birçok küçük öykü barındırdığını ve öykülerin birbirlerine nasıl çengellendiğini göstermek isterim: Bir sayfada “İnternetten önce bir yılda çok az mimimiz olurdu” ifadesi yer alıyor, karşısındaki sayfaya ise alt alta koca puntolarla yazılmış “Şimdi günde yüzlerce alıyoruz” yayılıyor. Sanırım Richard Dawkins’e borçlu olduğumuz meme/mim kavramı, belli bir kültürdeki bireylerde gözlemlenen davranış, fikir veya tarzları ifade ediyor. Aklıma Metis tarafından bir süre önce yayımlanmış, Adbusters ekibinden Kalle Lasn’ın hazırladığı Mim Savaşları geldi bu ifadeyi okuduğumda. Üzerimize yağan bu mim tadındaki işleri, toplumsal bilinç oluşturmak için kullanan aktivistlerin meydana getirdiği bir oluşum Adbusters. “Depremler Çağı”nda da gördüğümüz tavrı çok uzun zamandır sergiliyorlar. Birer zen tokadını hatırlatan grafik işler, fotoğraflar, metinler, sloganlar kullanarak bizi içine gömüldüğümüz konformist orta sınıf atıl yaşantısından uyandırmak istiyorlar sanki.

“Tesadüfün doğaüstü bir ‘alamet’ olduğunu hatırlıyor musunuz?” diye soruyor bir sayfada, hemen altında da “Şimdiyse alışkanlıklarınızı öğrenen akıllı bir bilgisayar algoritmasından ibaret,” diyerek moral bozuyor. Ne zaman ki dijital kitapçımız satın aldığımız ya da incelediğimiz kitaplardan hareketle tam da bize eldiven gibi uyan kitaplar önermeye başladı, sevdiğimiz bir insanın okuduğu kitabın peşine düşme romantizminden o zaman vazgeçtik galiba. Ya da arkadaşımızla birkaç gün önce konuştuğumuz bir konuya dair internet reklamlarına denk gelmek ve hatta telefonumuza o konuyla ilgili bir kısa mesajın düşmesi, paranoya kanallarını da açıyor elbette; ki bu da başka bir öykü aslında...

Mesela “Detroit’e hoşgeldiniz. Gelecekte her yer Detroit olacak,” yazısının altına, yıkılmakta olan binaların ardındaki gökdelen inşaatının fotoğrafı konmuş. Detroit yirminci yüzyılın en gelişmiş endüstri merkeziydi ABD’de ve yirmi birinci yüzyıla geldiğimizde endüstri üretiminin Çin’e ve diğer üçüncü dünya ülkelerine aktarılmasıyla toptan bir çöküşe girdi. Şimdi bu yazıyı yazarken penceremden bakıyorum da, metropolün göbeğindeki manzaram aynı: Eski binalar, iş makinelerinin gürültüsüyle yıkılıyor ve yerlerine gökdelenler dikiliyor. İşte Ballard’ın İstanbul Film Festivali’nde sinema uyarlamasını izleyebileceğimiz Gökdelen romanını anımsatan iki satırlık bir öykü...

[Nisan 2016]

Hiç yorum yok: