31 Temmuz 2019 Çarşamba

Ballardvari Bir Kaos Laboratuvarı


J. G. Ballard

Başrollerinde Tom Hiddleston, Jeremy Irons, Luke Evans, Sienna Miller ve Elisabeth Moss’un oynadığı, yönetmenliğini Ben Wheatley’nin yaptığı High-Rise’ı, İstanbul Film Festivali’nde izleme imkanı bulduk ilk olarak. Orijinali 1975’te yayımlanan, bizde Dost Körpe çevirisiyle 2012’de Sel Yayıncılık tarafından okurla buluşturulan J. G. Ballard romanı Gökdelen’in büyük ölçüde aslına sadık kalınarak kırk yıl sonra gerçekleştirilmiş bir uyarlaması High-Rise filmi. Roman ve film, kabaca, üç farklı sınıftan insanın iç savaşını anlatıyor: alt katlara yerleşmiş, bir televizyoncunun ana karakter olarak seçildiği, hizmet sektörü emekçisi kesim; orta katlara yerleşmiş, bir doktorun merkezinde olduğu, toplumsal tabakada da yükselmiş profesyonelleri barındıran kesim; gökdelenin tasarlayıcısı mimarın da dahil olduğu, profesyonellerin aristokrasisini oluşturan üst kat sakinleri. Bir karnavalı andıran partilerde verilen lüks yaşam vaadi, kısa zamanda ilkel bir alan mücadelesini andırarak iç savaşa dönüşürken, her kesimden insan, gözlerimizin önünde temel yaşam ve ölüm içgüdülerine yenik düşüyor.

Ballard, bilimkurgu yazarı gibi gözükse de, özellikle 60’ların sonundan itibaren karakterlerini reel şartlardan hareketle kurguladığı bir çevreye kapatmış, onlara neredeyse labirent farelerini andıran bir hayatta kalma mücadelesi verdirmiş, sosyolojik incelemelere açık, insan psikolojisindeki primitif içgüdüleri -cinselliği ve şiddeti- yansıtan pek çok başarılı roman yazmıştır. Modern dünyanın getirdiği, artık içinde yaşamaya alıştığımız çıldırtıcı asfalt ve beton dünyasının başlangıcından itibaren şahididir o. Meşhur Güneş İmparatorluğu’nda ele aldığı, İkinci Dünya Savaşı koşullarında zengin bir çocuğun ailesinden ve sınıfının ayrıcalıklarından koparak, savaşın ve ayrıcalıksızlığın şiddetini hissederek büyümesi hikayesi otobiyografiktir; kendi gözlemlerini fantezileriyle birleştirerek insanların karanlık yanlarını tahmin etmeye çalışmıştır. Bugün Ballard hakkında konuşurken, romanlarında benzer şablonlar kullandığından bahsedebiliyoruz; ama bunu “Ballardvari” ifadesini hak ederek yapabilen yetenekte birisinden bahsettiğimizi de biliyoruz.

İster toplama ister hippi kampı, ister otoyol ister havalimanı, ister tatil köyü ister alışveriş merkezi, ister lüks site ister gökdelen olsun, önce huzurlu ya da gösterişli gözüken her yerde iç savaş koşullarını andıran bir kaos başlar. Müthiş bir yıkım döngüsü esnasında karakterler ıssızlığı da yaşar. Ballardvari tipik modern üçgenler kurulur, Freudyen çekirdek aile ilişkileri test edilir. Gökdelen’de her şeyi bildiği düşündürtülen bilgiç guru (baba), elde edilmeye çalışılan kadın (anne) ve tüm olup bitenlerin ortasında şaşkına dönen erkek karakterden (çocuk) oluşan bu üçgenlere, her sınıfsal katmanda rastlanıyor. Ballardvari ıssızlığın mekanlarına, yani havuzlara ve bahçelere, farklı katlarda rastlanabiliyor. Ballard’ın şiddetle ve neredeyse apokaliptik bir hazla yapısökümünü yaptığı bu toplumsal yapı, bugün bize hiç de yabancı değil ama o günün insanı için yeniydi ve bir tür hayranlık/öfke karışımı yaratmıştı. 

Dikey labirentin eksantrik tasarımcısı


Gökdelenler tarihte ilk olarak, ABD’de 19. yüzyılın sonlarına doğru inşa edilmeye başladığında on katlıymış. Asansörün ve çelik strüktürün keşfinden sonra Şikago’dan dünyaya yayılan gökdelenler, endüstri ve ticaret baronlarının cazibesine kapıldıkları azamet yapıları olmuş. İlk dönemlerde daha çok idari ofis olarak kullanılan bu binalarda, çalışma yaşamının yanı sıra lüks otel konforunda yaşamak mümkünmüş. 20. yüzyılın ilk gökdelen inşaat furyası 1929 Büyük Buhranı’yla sekteye uğramış, Amerika ve Britanya topraklarından sonra Avrupa’da da modernist ve fütürist mimari hareketleriyle desteklenen ulusal mimari anlayışı ve dolayısıyla gökdelen inşaatları savaş molası vermiş. Dünyanın yeniden tasarlandığı 1945 sonrası dönemde -postmodern denen akımların da etkisiyle- 1950’lerin sonuna doğru yeni bir gökdelenleşme süreci başlatıldığında, artık sadece seçkinlerle zenginlerin lüks çalışma ve konaklama alanları değil, total bir yaşam alanı olarak tasarlanmaya başlamış. Kimi zaman toplu konut mantığında (Le Corbusier’nin 1953 yılında Marsilya’da tamamladığı La Cité Radieuse projesi gibi) kimi zaman ulusal prestij gösterisi niyetiyle (Stalin’in Moskova’da inşa ettirdiği ve Batı’da yedi kardeşler adıyla bilinen Stalinskie Vysotki gibi) gökdelen anlayışının kapitalist türevlerinin dışına çıktığı projelere de yine bu dönemde rastlanmış. Yeniden tasarlanan Avrupa kentlerinde ve genellikle Britanyalıların terk ettiği eski sömürge topraklarındaki ticari ve idari kentlerde de, 1960’lardan itibaren artık önüne geçilemeyecek bir ivme alarak, bu akım başlamış olur.

Ballard’ın yapıtındaki gökdelen betona ağırlık veren, kendi bünyesinde okulu, süpermarketi, restoranları, havuzları, bahçeleri, spor salonları olan, yani Le Corbusier ekolünden bir yapıdır ve La Cité Radieuse’den ilham almış gibidir. Aslında kitaptaki mimar Anthony Royal, Londra’nın doğu kesiminde 1967’de tamamlanan Balfron Tower ve Chelsea taraflarında 1972’de tamamlanan Trellick Tower binalarıyla meşhur olmuş, Macar asıllı Ernö Goldfinger’dan esinlenilerek yaratılmış. Eksantriklikten ve yaratıcı kibrinden bolca nasiplenmiş mimar, tasarladığı binada yaşar ve yanında çalışanlara işkence eden kaba davranışlarına rağmen gizemli bir çekicilik taşır - bugün kendi coğrafyamızda, ancak kibirli müteahhitlerden hareketle tahayyül etmeye çalışacağımız bir kişilik. (Kitabın en alt katmanından, primitif şiddete en yatkın kişisi, anlatı boyunca yükselmek için her şeyi yapan ve neredeyse hayvani içgüdülere sahip televizyoncu karakter Richard Wilder’ı da kendi coğrafyamızdaki sinemacı, reklamcı ve televizyoncu müteahhitlerden birkaçıyla özdeşleştirmemiz mümkün olabiliyor; ama ne yazık ki, bizim coğrafyada anlatının ana eksenindeki Dr. Robert Laing’le eşleştirebileceğimiz bir doktor ya da psikolog bulabilmek güç.)

[Mayıs 2016]

Hiç yorum yok: