5 Temmuz 2019 Cuma

Nobelliler Kulübünün Yeni Üyesi: Tomas Tranströmer

Nobel ödülü kazanan bazı yazarların metinleri üzerine ve hatta birisiyle şahsen çalışma fırsatı bulmuşumdur bugüne kadar: Mahfuz, Saramago, Grass, Le Clézio ve de Orhan Pamuk. Bu açıdan 2011'de ödül Tranströmer'e verildiğinde Sabitfikir'in o dönemki yayın yönetmeni Elif Bereketli benden bir Nobel incelemesi istemişti. Önemsediğim bir ödüldür Nobel Edebiyat Ödülü her şeye rağmen.


Ödüller. Yaptıklarımızın başkaları tarafından onaylanması. Yaptıklarımızın karşılığını almamız. (İngilizcede bir malın ya da hizmetin ederi anlamına gelen price ile ödül anlamına gelen prize ne kadar da yakınlar birbirine.) İçinde bulunduğumuz yolda, muhtemelen doğru istikamette ilerlediğimizi anladığımız anları işaretleyen ödüller. Tabii tüm bunlar ödül kazananlar için geçerli (içlerinde ödül meselesini övünç değil usanç olarak görenleri de unutmadan). Peki biz takipçiler, seyirciler, okurlar ve ahkâm kesiciler için ne anlama geliyor, birilerinin birileri tarafından ödüllendirilmesi? Gündeme getirme, tanıştırma, gösterme, vurgulama anlamına geliyor her şeyden önce. Altını çizme (işin garibi kimisi için de üstünü çizme).

Edebiyat dünyası açısından bir yazarın varlığının ve değerinin altını en kalın çizen ödül, herhalde Nobel Edebiyat Ödülüdür. Niye öyle olduğunu, nasıl öyle olduğunu araştırıp yorumlayacak değiliz, yerleşik dünya edebiyat piyasası tarafından öyle kabul ediliyor, bu aşikâr. Eğitim kurumlarıyla, değerlendirme kurumlarıyla, dergileriyle, yayınevleriyle, basınıyla, temsilcileriyle bu uzlaşı üzerinden ilerleniyor. Ödülün açıklandığı ekim ayına kadar popüler yayın piyasası, tıpkı bir spor turnuvasının sonuçlarını bekler gibi, bu ödülün kime gideceğini hesaplamaya, tutturmaya, bilmeye çalışıyor. Temsilciler ve yayınevleri, kendi mensuplarının bu ödülü kazanmasını diliyor, kulisini yapıyor. Ödülü kazandığı açıklanan kişi, bir anda tüm ilgiyi kendine çekiyor, belki de yıllar boyunca kendi köşesinde, tüm yalnızlığıyla yarattığı yapıtlarının ve oluşturduğu varlığının sahneye çıkma sırasının geldiğini anlıyor, kimi zaman gizlemeye çalıştığı bir kıvançla, kimi zaman apaçık bir ürküntüyle. Artık Nobelliler Kulübünün bir üyesi oluyor, a Nobel Laureate. 

Nobel Laurates

Dünyanın herhangi bir ülkesinde doğmuş, yaşamış, çok çeşitli türlerde yapıtlar vermiş, ama son kertede edebi değer haline gelmiş insanlar, Nobelliler Kulübü’nde yer alıyor. Bu farklılıkları görebilmemizi sağlayan bir yapıt, Nobel’den de Öte, Doğan Kitap tarafından yayımlandı geçtiğimiz aylarda. Yaşayan üyelerinden 16 tanesiyle yapılmış foto-röportajlardan oluşuyor, bir belgesel titizliğiyle gerçekleştirilmiş, kaliteli bir çalışma. Fotoğrafları Kim Manresa çekmiş, röportaj metinlerini Xavi Ayén kaleme almış. Nobel Ödülü’nün çeşitliliğini gösteren bir kanıt elimizde oluyor böylece. Sadece isimlerini ve belki de yapıtlarını bildiğimiz pek çok Nobelli yazarın, cismiyle, yaşam alanlarıyla, kendi anlatımlarıyla gözümüzün önünde belirmesine yol açan bu tarz bir çalışma, sadece bilgilendirici değil, aynı zamanda ilham verici de oluyor.

Derilerinin rengi farklı farklı, saçları genelde beyaz, cinsiyetleri de farklı, ama hemen hemen hepsi ileri yaşlarda, ömürleri boyunca kelimelerle oynamış, yapıtlarını hazırlamak için yaşamla mücadele etmiş, sonunda da böylesi bir ödülle taltif edilmiş, insanlığın örnek temsilcileri. Aralarında şairler var, öykü yazarları, romancılar, tiyatro yazarları, senaristler, denemeciler var, hatta Gao Xingjian gibi bir ressam var. Eserleri düz ayak okunacak, kolay hazmedilecek, bir çırpıda kavranacak yapıtlar değil. Kimisi yaygın dille yazıyor, kimisi daha az kullanılan bir dille, ama hepsinin metinleri başka dillere de aktarılıyor. Hemen hemen hepsinin muhalif yanları var, zamanında sözlerini ve eylemlerini sakınmamışlar, iktidarların yaptıklarına, dahası insanların yaptıklarına gözlerini kapayıp, suskun kalmamışlar. Kimisi bunun bedelini yüksek ödemiş (Mısırlı Necib Mahfuz,1988 yılında ödülü almıştı, 1994 yılındaysa ülkesindeki fanatiklerin bıçaklı saldırısına uğramıştı, 2006 yılındaysa, kitapta yer alan röportajdan birkaç hafta sonra, vefat etmişti), kimisi ülkesinden sürgüne gitmek durumunda kalmış (Xingjian’ın röportajının spotu durumu özetliyor “Bir kaçağım, kahraman değil”), kimisi de yıllar önce kendi yaptığı “kötülükleri” de itiraf etmiş zaman içinde (Günter Grass, gençliğinde pek çok Alman’ın yapmış olduğu gibi Nazi saflarında yer almış, ama yıllar içinde yazdıklarıyla bu yapıyı eleştirmekten geri kalmamış). Hepsi insanlarının ve dillerinin hallerine cesurca eğilmiş bunca seçkin insan, böylesi bir yapıtı karıştırınca etkileyici bir biçimde zihnimizde canlanabiliyor. (Şahsen bu listede yer alan üç isimle kişisel hayatımda iz bırakan temaslarımı, her şeyden çok bir okur olarak, özel bir yere koyarım: Orhan Pamuk’la kütüphanesinin düzenlenmesi esnasında geçirdiğim vakitler, José Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabını yayına hazırladıktan sonra ülkemize gelmesi ve –kitapta yer almasa da- J. M. G. Le Clezio’nun Ourania adlı yapıtını yayına hazırladığım kitabının yayımlanmasının peşi sıra bu ödüle layık görülmesi.

Tranströmer’in Hüzünlü Sesleri

Kulübün son üyesi bir şair oldu. 1931 doğumlu, İsveçli Tomas Tranströmer. Oldukça çeşitli ve yüksek eğitimli, psikolog olarak ve insan kaynakları uzmanı olarak çalışmış, 1990’da yaşadığı bir sağlık krizi sonucu konuşma yetisini büyük ölçüde yitirmiş, ama hayatı boyunca sürdürdüğü şiir ve yazın faaliyeti sayesinde insanlarla belki de çok daha özlü ve etkili bir iletişim kurmuş, özel bir adam. İsveç’te bugüne kadar on beş şiir koleksiyonuna ulaşan kanonundan Türkçeye henüz iki şiir derlemesi hazırlanmış: Telos Yayıncılık’tan Hüzün Gondolu ve Nokta Kitap’tan İzmir Saat Üç, Gürhan Uçkan tarafından çevrilen şiirlerin yer aldığı bu derlemelerden biri ötekisinin içinde olduğu gibi yer almakta. 1954 yılındaki bir Türkiye seyahatinden esinlenerek yazdığı şiirin başlığı, ikinci derlemeye adını veriyor.

Bir şair, muhtemelen dili yetkin ve özlü kullanmak durumunda olduğu bir alanda faaliyet gösterdiğinden, yapıtlarının başka dillere aktarılmasında varlığı oldukça değişecek bir edebiyatçı olacaktır, dolayısıyla bir okur açısından kuşatması oldukça zahmetli ama bir kere sınırından içeri girildiğinde, yeteneğinin merkezine yaklaşıldığında bulunabilecek pek çok değere sahip biri olacaktır. Dünyanın pek çok diline çevrilen yapıtlarıyla Tranströmer, açıkçası her dilde etkileyici bir iz bırakmış olmalı ki, Çin Halk Cumhuriyeti’nden İtalya’ya, elbette kendi ülkesi İsveç’te ve İskandinavya’da zaten sayısız ödül kazanmıştı.

Nobel Edebiyat Ödülü’nü Tranströmer’in kazandığı çok sade, tek bir cümleden oluşan bir basın açıklamasıyla bildirildi. Bu açıklama bile şiirseldi: “...because, through his condensed, translucent images, he gives us fresh access to the reality.” Dilin kelimeleri dilin kullanıldığı hayatın içinde ne kadar çok yer bulabiliyorsa kendisine, ifade o kadar anlam taşıyor. Bu açıklamayı kabaca “...çünkü, yoğunlaşmış, saydam imgeleri vasıtasıyla, gerçekliğe yeni bir ulaşım imkânı sağladığından..” diye çevirdiğimizde bile ifadenin büyük bir kısmını atlamış oluyoruz aslında. Şimdi her birimiz, bildiğimiz dillerle Tranströmer’e yaklaşmaya çalışalım, kaç farklı anlam çıkartırsak çıkaralım okuduklarımızdan, hep eksik ulaşacağız sanki anlattıklarına. Son yıllarında dilini döndürmekte güçlük çeken, sesleri oldukça kısıtlanmış ve üretmesi yorucu hale gelmiş, hayatı boyunca insan davranışları üzerinde profesyonelce çalışmış, kim bilir kimlerin iletişim sıkıntılarını, davranış bozukluklarını düzeltmeye, yaşam koşullarını güzelleştirmeye uğraşmış bir adamın, dilin en yetkin kullanıcılarından biri olarak Nobel Komitesi tarafından ilan edilmesi, oldukça ilginç ve sessiz bir gürültü koparıyor aslında.

[Aralık 2011]

Hiç yorum yok: