James Joyce
Yazma tutkusu, deha, bohem bir karakter ve edebiyat birleşince 20'nci yüzyılın en önemli zirvelerinden biri, James Joyce nam buzdağı ortaya çıkıyor. Yüzyıl önce, 1915’te, bu buzdağının su yüzüne çıkmaya başlaması, gündelik hayatla ilgili birtakım öykülerin derlendiği Dublinliler kitabıyla gerçekleşti; önceden dergilerde kopmuş birtakım buz parçalarını saymazsak. Sıradan insanın kahramanlaştırıldığı, gündelik insan ilişkilerinin labirentinde okurun kahramanıyla birlikte dolandığı ve dolayısıyla kendi hayatının da yüksek sanat seviyesinde ifade edilebileceğine inanmaya başladığı yapıtlar Dublinli James Joyce’un yapıtları. İçinden geçtiği zamanın ve ülkenin yaygın konularını –İrlanda milliyetçiliği, Cizvit Katolikliği, hatta emperyal savaşların atmosferi– odağa alınmadan, sadece herhangi bir insana ne kadar sızdıysa o oranda sızarak kaleme gelir. Ancak kişinin yaşadıkları, düşündükleri, hatırladıkları, hissettikleri her zaman ön plandadır ve belki de edebiyatın first-person shooter bakış açısını en iyi veren isimlerden biridir. Freud’un kuramsal olarak ortaya çıkarıp şekil verdiği bilinçaltı denen kişisel zemine, benzer birtakım yazarlarla eşzamanlı olarak keşif yolculukları yapmaya yarayan bilinçakışı tekniğini sanatsal olarak ortaya koymasına bile, dolaylı olarak büyük bir borcumuz var, günümüz okur ve yazarları olarak.
Edebiyatla yoğun bir şekilde ilgilenmeye başladığım 90’lı yıllarda, herkesin hakkını teslim edeceği bir yayıncılık başarısı olan Enis Batur liderliğindeki Yapı Kredi Yayınları, 20. yüzyıl Batı romanının dev yapıtlarını arka arkaya yayımlamıştı: Tam baskısıyla Moby Dick, yedi cildiyle sökün eden Proust’un şahyapıtı Kayıp Zamanın İzinde, artık mitleşmiş Roza Hakmen çevisiyle Don Quijote, hâlâ tamamlanmasını beklediğimiz Robert Musil’den Niteliksiz Adam, pek çok okurun dimağında karanlık bir kayıtsızlık sövgüsü olarak iz bırakan Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk... Ve tabii Nevzat Erkmen çevirisiyle ve ayrı basımı yapılan sözlükçesiyle Ulysses. Ürkütücü bir tanıtım kampanyası hatırlıyorum o yıllarda sürdürülen; kimsenin okumayı tam anlamıyla başaramadığı, çevirmesinin bile tek bir kişinin başlı başına hayatını kapladığı (bildiğim kadarıyla Nevzat Bey hâlâ Finnegans Wake’i çeviriyor), edebiyatın en mi en büyük yapıtı olduğu şeklinde... Sanırım genç bir okur olarak o kadar ürkmüştüm ki, uzak durdum Joyce’tan.
Elbette önceki kuşaklardan bir okur olsaydım, Murat Belge çevirileriyle çoktan tanışmış olurdum Joyce’un metinleriyle. De Yayınları yıllarına yetişmem mümkün değildi, belki de doğmamıştım bile, ama şimdi İletişim Yayınları sayesinde yapabildiğim gibi Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde Stephen Dedalus’u takip edebilirdim. Yüzüncü yıl şerefine yurt dışından özel bir baskısını bulup okuduğum Dublinliler’i mesela, yine İletişim Yayınları baskısından okuyabilirdim. Böylece herhangi bir yazar olarak kabul edip, gözümde büyütmeyip, buzdağına çevirip bugünlerde çarpışmayabilirdim. Ama kim hangi sırayla edebiyat yapıtlarını dağarcığına dizebileceğini sıkı sıkıya belirleyebilir ki? Zamanımızın okuru olmaktan başka kimiz ki hem...
Nasip, Dublinliler’in 100. yılınaymış. Üstelik Ulysses açısından ekstra bir çeviriye de sahip olduk geçen zamanda: Armağan Ekici’nin çevirisi geçtiğimiz sene Norgunk’tan yayımlanmıştı; Joyce’un sevgilisi Nora’yla tanıştığı, tarihe Bloomsday diye geçmiş bir günü anlattığı bu yapıtı, sevgililer gününde sevgilimin bana hediye etmesi de, manidar olmuştu. Yine Sel, Alakarga, Aylak Adam, İş Kültür, İletişim gibi yayınevlerinden Joyce külliyatının vesaireleri yayımlanırken, Kabalcı ve Timaş’tan da birer biyografisinin çevrilmiş olması, 21. yüzyıl Türkiye’sinden bir okur için ne kadar da zengin bir fırsatlar dünyası anlamına geliyor. (Hatta isteyen yakın zamanda Kürtçeye Ciwanmerd Kulek tarafından çevrilmiş bir Çîrokên Dubliniyan bile bulabilecek, öğrendiğim kadarıyla.) Hem sonra belki de Dedalus adını seçmiş o güzel yayınevinden çıkan, Joyce etrafında kurgulanmış kitaplara da uzanmak mümkün olur: Pelin Arda çevirisiyle yayımlanmış Ulick O’Connor’un Bildiğin Joyce’unu ya da kitaplığımda duran 2011 Avrupa Edebiyat Ödülü sahibi Sloven Drago Jancar’ın Sina Baydur çevirisiyle Joyce’un Öğrencisi’ni okumak da fena olmaz.
Koşulların içinde karakterin izinde
Yanıma ben biyografik harita olarak Gordon Bowker’ın iki sene önce yayımlattığı biyografiyi, James Joyce: A Biography’yi aldım, Joyce diyarına yola çıkarken. Daha önceden Lawrence Durrell, Malcolm Lowry ve George Orwell biyografilerini yazmış olan Bowker’ın, hem Joyce hakkında en son gün ışığına çıkmış malzemeyi kullanmış olması hem de diğer tüm biyografileri de kapsayan sürükleyici bir anlatım sunması, avantajım olacak. Böylece kurguda okuduklarımın gerçekle olan bağlantısını yakalayıp bir yazın dehasının işleyişini tam olarak anlayabileceğim. Bir nevi modelleme çalışması olacak benim için, salt okur olarak korktuğum bir yüceliği, okur-yazar olarak dolanmak için iyice heveslenmiş durumdayım. Dolayısıyla son günlerde dünya, benim için, iyice James Joyce olmakta.
Katolik Cizvit okullarında eğitim gören Joyce, dindarlığı ve hatta papazlığı seçmek yerine, bohem yaşantıyı ve yaşadığı kültüre göre günahın yolunu seçmesiyle; İrlanda milliyetçi ve bağımsızlık hareketlerinin fırtınalarına rağmen, İngilizceyi kullanmayı bırakmaması ve belki de İngiliz edebiyatının zirvelerine, tıpkı Shaw, Wilde gibi bir İrlandalının ismini yazdırmasıyla; cinsellik konusundaki pervasızlığını sansür mücadeleleri tarihine geçecek oranda kullanması ama bütün bunları yaparken sanatından hiçbir ödün vermemesiyle; kendi memleketinden kaçmayı değil, gitmeyi tercih etmesiyle; zenginleşmeyi ve uyumu sağlayacak hamleler yerine, sanatını ve kendi karakterini öne alarak fakir bir dandy haline gelmesiyle, şu ana kadar tanıdığım Joyce, Ulysses öncesinde bana çok ümit verdi. Umarım kendisinin yazmaya başladığı yılın yüzüncü yılında başlayacağım Ulysses okumasını, çok geçmeden bitirebilirim, mesela tefrikasının yayımlanmaya başladığı 1918’in yüzüncü yılında ya da tamamının ilk baskısının yapıldığı 1922’nin yüzüncü yılını beklemem.
[Şubat 2014]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder