Benim Sabitfikir'in görece daha serbest olduğu zamanlarda yazdığım yazıları kendi alanıma çekme çabam, dergiden ayrılmamdan neredeyse bir sene sonra başlamış oldu. Mümkün mertebe her gün yıllar öncesinin yazılarını bloga aktaracağım. Yıllar içinde ben de ne tür değişiklikler yaşadığımı görmüş olurum böylece. Mesela 2011'de televizyon dizilerine meraklıymışım, ama bugün Netflix çağında televizyon dizilerini bırakmış durumdayım.
Televizyon evlerimizin içine yerleşmiş en kapsamlı medya makinesi hâlâ. Büyük Birader olarak bizi kontrol altına henüz tamamen almamış olsa da, kitaplarımızın yerleştiği rafların ortasında tüm azametiyle yayın yapmaya devam ediyor. İşin ilginci, o raflara yerleşmiş romanların yazarlarını ekrandaki dizilerin senaristi olarak da görebiliyoruz. Böylece yazarın dünyada üstlendiği yeni rollerden birinin vasıtasıyla, izlediğimiz diziler biz okurlara yeni yazarları tanıtabiliyor. Televizyonu düşman olarak görmek yerine, bize sunduklarını değerlendirdiğimiz takdirde, raflarımızı genişletme imkânı da bulabiliriz.
Son zamanlarda yazar karakterler pek moda televizyon dünyasında. Californication dizisinde, Bukowski karakterlerini andıran serseri yazar Hank Moody’nin popüler olması örneğin; kısa süreli, kompakt bir formata sahip olan dizi alanında, bir başka yazar karakterin, Jonathan Ames’in doğuşuna imkân sağladı. Yalnız, Jonathan Ames’in, yani Bored to Death dizisinin başkarakterinin önemli bir farkı var: Jonathan Ames’in yaratıcısı, üç roman yazmış olan Jonathan Ames’in ta kendisi.
Entelektüel, şaşkın, durmadan hayatı ve kendisini sorgulayan, bohem arkadaşlarıyla bir araya gelen günümüz yazarının maceralarını izlerken, Woody Allen’dan François Truffaut’ya çeşitli yönetmenlerin, Raymond Chandler’dan Scott Fitzgerald’a pek çok yazarın kurulumuna katkıda bulunduğu bir dünyayı sezinleyebiliyoruz. Romanlarını yazmakta ve hayatını düzgün tutmakta zorlanan karakterimizin (yazmanın dışında) dedektiflik kariyerini seçmesi ve komik vakalarla cebelleşmesi, biz okurları biraz daha dikkatli gözlerle izlemeye yöneltiyor. Çünkü The Extra Man ve Wake Up, Sir! gibi romanlarını, The Alcoholic’i, Dean Hospiel’le birlikte kotardığı çizgi romanını anımsıyoruz ve yazarımızın yaşadıklarına ve kurguladıklarına benzer oranlarda yer verdiği komik evrenini okutup izleyebiliyoruz.
Sıradan Amerikalının Halleri
Öykü ve romanlarıyla kendine hatırı sayılır bir yer açtıktan sonra film prodüksiyonlarıyla tanışan yazarlardan biri de, A. M. Homes. Ülkemizde Bu Kitap Hayatınızı Kurtaracak öykü kitabıyla bilinen Amy’nin, (filme de alınan Safety of Objects, Jack gibi) Amerikan modern banliyö yaşamının röntgenini çeken anlatıları, lezbiyen dünyasının dinamiklerini gösteren The L Word dizisinde senarist olarak yer bulmasını sağladı. Hayatın uç olasılıklarını (çocuk tacizi de dahil) rahatlıkla konu alabilen bir yazar olması, anti-depresanlı bir anlatıcı tonuyla gelişmiş bir toplumun sıradan insanlarının kaygılarını ve depresyonlarını, umutlarını ve hayallerini, başarıları ve kırıklarını hem okurlara, hem de izleyicilere rahat ve eğlenceli bir şekilde aktarmasını sağlıyor.
X Kuşağının Mucidi
Refah toplumunda sıradan bireylerinin açmazlarını, sıkıntılarını; tüketim ve yüksek teknoloji, aşırı iletişim ve bireycilik gibi hayat meselelerini kaleme alan yazarların en başarılarından ve ünlülerinden biri, Vancouverlı Douglas Coupland’dır, meşhur X Kuşağı kavramının kültürel anlamda mucidi.
Son yıllarda yayımladığı romanlarından jPod, Kanada televizyon kanalı CBC tarafından televizyon dizisi haline getirilince, Coupland da kendine senarist koltuğu almak durumunda kaldı. Bir bilgisayar oyunu şirketinde çalışan ana karakter Ethan Jarlewski’nin mesai arkadaşları ve ailesi etrafında dönen olaylar, küresel ekonominin kültürünü Coupland’ın alışıldık matrak mizahıyla tiye alıyor.
Senaristlik ve yazarlık mesleklerini paylaşmış iki kardeş, Bruno ve Zoe Heller de son günlerde popülerliği tadıyorlar. İngiliz televizyon ve sinema endüstrisinin önemli senaristlerinden merhum Lukas Heller’in çocukları, babalarının izinden giderek yazmaya başlamışlar. 1960 doğumlu ağabey Bruno, ünlü Rome dizisinin yapımcısı ve senaryo yazarıydı, diziyi hatırlayanlar her bölümün neredeyse bir edebiyat yapıtı titizliğiyle işlendiğini de hatırlayacaklardır. Karakter oluşturmak, olayları örmek açısından başarılı olan Bruno Heller, bu diziden sonra Hollywood’da değişik bir polisiye diziyi yazmaya başladı: Neredeyse Doktor House ile karşılaştırılabilecek , Sherlock Holmes türevlerinden beslenen, Patrick Jane karakterinin etrafında dönen The Mentalist. Kardeş Zoe Heller ise, daha çok gazetecilik ve edebiyat kulvarında ilerleyip; Booker adayı olan, filme de alınan Notes on a Scandal dahil olmak üzere üç roman yazdı ve geçtiğimiz yıl Britanya’nın pek çok ünlü yazar ismiyle birlikte Ox-Tales öykü projesinde yer aldı.
Booker Ödüllü Bir Senarist
Geçtiğimiz sene BBC’de yayına başlayan, siyahi bir İngiliz polis dedektifinin etrafında dönen Luther dizisi ise, izleyiciden olumlu tepki alarak seyir ömrünü uzattı ve bu başarıda dizinin yaratıcısı Neil Cross’un payını teslim etmek gerekir. İngilizlerin FBI muadili MI5’in tema olarak alındığı ünlü Spooks dizisinde de bir dönem senaristlik yapmış olan Cross, aynı zamanda Booker ödüllü ünlü bir romancı. Yazdığı sekiz romanından sonra, artık pekçoklarınca modern kâbusun ustası olarak kabul ediliyor. Son romanı Captured ile Britanya’nın Stephen King’i olarak karşılanan Cross, hem izleyicilerini hem de okurlarını germekten, ürkütmekten ve gündelik hayatlarındaki tedirginliklerle yüz yüze getirmekten kazanıyor hayatını. Yazarlığını ekrana aktarmakta da hiç sıkıntı çekmemiş, üstelik iki türü birbirine yaklaştırmak için sık sık bir üçüncüye, müziğe başvurmuş. Luther, insan ruhunu sıradan polisiye sınırlarının dışında işleyen bir ‘kara polisiye’. Dedektif Luther okumaya ve yazmaya hevesli, dizi ise seyirciyi okuyucuya yaklaştıran cinsten.
Günümüzde her izleyicinin okur olduğunu söyleyemesek de. okur aynı zamanda kaliteli bir izleyici. Her iki kitleyi de yakalayan yazar, seyrek bulunuyor, ama nadide işler ortaya koyabiliyor. Önümüzdeki yıllarda farklı mecraların yazarlarıyla daha sık karşılaşacağımızı söyleyebiliriz rahatlıkla.
Geleneksel bir medya türünde (roman) başarılı olduktan sonra, çok daha yaygın ve komplike bir prodüksiyon gerektiren televizyon dizisine geçmek, yazar için maddi başarı anlamına gelirken, sanatsal tatmin meselesi ne durumdadır, fikir üretmek zor. Aylarca üzerinde çalışılan romana alıştıktan sonra, haftada bir roman boyutunda metin yazmak durumunda kalıp kısa zamanda sürmenaja uğrayan yurdum yazarından hiç bahis açmamalı.
[Mayıs 2011]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder