Joseph O'Neill
Dünyanın bilgisini kurgusuna katan, kahramanın bilimin biriktirdikleri ve filozofların açıkladıkları arasında dolanırken zamane kuramcısı ya da sanatçısı gibi sorgulamalara girdiği romanlar yazılıyor ve ben bu soydan gelen romanları büyülenmiş bir biçimde, poetik bir hazla okuyorum. Don DeLillo’nun Beyaz Gürültü’sünü ilk okuduğumda ve sonrasında (her sayfasında dünyanın bir biçimde açıklamasını sunan ve tam olarak anlamak pek mümkün olmasa da, içimde tohumu sosyal bilimler eğitimim sırasında atılmış söylemlerin çiçeklerini açtıran) Underworld ve The Names gibi romanlarını kat ettiğimde hissettiklerimi ve düşündüklerimi, bazı benzer yazarlarda da bulabildim. Bir bakıma Fransız ve Amerikan sosyal kuramcılarının -Jean Baudrillard ve Paul Virilio’dan Marshall McLuhan’a- ya da 20. yüzyılın son çeyreğinde akan kuramların edebiyatta tecelli etmesi olarak görebileceğimiz bu yazarlardan yeni gözdem, Tom McCarthy.
1969 doğumlu bu Londralı ilk olarak 2010’da yayımlanan ve Man Booker’a aday olan C romanıyla gözüme ilişmişti, kitabevlerinde dolanırken. İsmiyle bilgisayardaki eski ama temel bir yazılım dilini hatırlatan bu romanı alıp almama konusunda tereddütte kalmış ve ne yazık ki pas geçmiştim. Ne büyük bir hata yaptığımı, son romanı Satin Island’ı okurken fark ettim. Sadece sanat çevrelerinde kabul görmüş ilk romanı Remainder’ın dijital kopyasını bulabildim, yakınımdaki kitabevlerinden de, eğer benden önce davranan olmazsa, gençlik yıllarını geçirdiği Prag’da yazdığı, ama yayımlanma açısından ikinci sırayı alan, dağılmış komünist düzeni konu edinen Men in Space’i ve Granta’nın ricası üzerine kaleme aldığı, Hergé’nin meşhur karakteri Tenten’i bir nevi psikoanalize soktuğu incelemesi Tintin and the Secret of Literature’ı bulabilirim. Britanya’nın DeLillo’su, peşinden koşturmayı biliyor!
Her şeyi kaplayan bir petrol karası
Satin Island bir zamane antropoloğunun, modern dünyanın “her şeyini” kataloglamaya ve açıklamaya çalıştığı “büyük projesinin” notlarından oluşan bir roman. Antropolojinin Claude Lévi-Strauss gibi büyük ustalarından feyz alan, kitapta U. (tek harflilere bayılan bir yazar McCarthy) diye bahsedilen antropolog, günümüzün dev şirketlerine danışmanlık yaparken, havaalanlarında beklerken, antropoloji müzelerinin dev depolarında dolaşırken, ultra-teknolojik donanımlı konferans salonlarında gerçekleştireceği sunumları hayal ederken bu “her şeyin” notlarını alıyor. Diğer yandan da paraşütçü kazalarının aslında cinayet olma ihtimalini takip ediyor. Bugünün çalışma ve yaşama koşullarına, küresel ekonominin ve postmodern kültürün geldiği son aşamalara yönelik gözlemler, Hüzünlü Dönenceler’in yazar primitiflerle modernleri karşılaştırırken, neredeyse şiirsel bir tempoyla, romana yediriliyor. Akademiler için çalışan antropologların yerini şirketler için çalışan antropologların aldığı günümüz dünyasında, sosyal medya paylaşımlarımızın kaydedilmesi, deşifre edilmesi ve yorumlanmasında görev alan uzmanlar, bir bakıma romanda anlatılan bu antropologların görevini üstleniyor. Hatta romancıların ve kavramsal sanatçıların bir kısmı, modern insanın antropolojik dökümünü çıkarırken, bize bizim hakkımızda bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Bienallerde ya da sanat galerilerinde gördüğümüz, çoğumuzun ilk anda anlamlandırmakta zorlandığı nesneler ve kompozisyonlar, zamanında primitif diye adlandırılan kültürlerin bağrından modernlerin söktüğü objeleri andırıyor. İşte bazı romanlar da, bu objelerin kataloglarını ve deneyimlerin raporlarını yansıtıyor.
Küresel ekonominin gökdelen romansı
Son dönemin benzer metinler üreten, parlak yazarlarından biri de, İrlandalı (ama annesi Süryani kökenli olan) Joseph O’Neill. Çocukluğunda Mozambik’ten Türkiye’ye, gençliğinde Hollanda’dan İngiltere’ye dünyayı dolaşan 1964 doğumlu yazarın üçüncü romanı Netherland, bir post-9/11 romanı olarak, PEN/Faulkner Ödülü’nü kazanmıştı. Hollanda göçmeni bir aile babasının mahut saldırılar sonrasında New York’ta tutunmaya, kültürel farklılıklara alışmaya ve bürokratik engelleri aşmaya çalışmasını anlatan bu roman, İrlanda yazınında da ödül almıştı. Ama benim Tom McCarthy’nin yapıtlarıyla yan yana koyduğum kitabı, son romanı The Dog oldu.
Dubai’de bir iş teklifi alan genç bir avukatın, postmodern kolonyal harikalar diyarı olarak sunulan bu kentte, zengin bir okul arkadaşının aile şirketini idare ederken yaşadıkları, ama daha çok da gözlemledikleri, günümüz koşullarının hüzünlü ile “bitter” (Durrell’in Kıbrıs hakkındaki romanı Bitter Limons of Cyprus’a bir atıf olarak seçtim, ayrıca ilginç bir biçimde Afrodit’in Başkaldırısı romanıyla da bağ kurmuştum kitabı okurken) arasındaki hallerini yansıtıyor. Bir ölçü Amerikan Sapığı’nın steril maddesel ve markasal zenginliği, bir ölçü de yine DeLillo (ya da Pynchon ya da Ballard) damarından gelen izlekler (hem Satin Island’daki “paraşütçü” gizemi hem de bu romandaki gizemli sörfçü ve gizemi artıran kayboluş ve arayış süreci, DeLillo’nun The Names’indeki, Ortadoğu’da belli isim koşullarını taşıyan, insanları öldüren kültün peşindeki arayışı ya da Pynchon’ın pek çok romanındaki garip arayışı andırıyor) eklenince, ortaya benim gibi okurları heyecanlandıran soğuk bir roman çıkıyor.
Dünyanın farklı bölgelerindeki farklı kültürel deneyimleri birbirleriyle karşılaştıran, aralarındaki çatışmalardan soğuk (iletişim tabiriyle “cool”) anlatılar çıkarabilen, insanları silahlara sarılmaya sevk edebilecek sıcak savaş ve zulüm görüntülerinin antitezi olarak, bol bol düşünme boşluğu bırakan The Dog gibi romanlar, duygusal metinler sevenler için pek uygun değil. Ama akademik tedrisattan geçmiş, ne kadar çapraşık da olsa mantığın yollarını takip edebilecek okurlara, romanla birlikte düşünme fırsatı sunduğundan, McCarthy’nin ya da O’Neill’in yapıtları, mutlaka göz atılması gerekenler listesine kaydedilebilir.
[Mayıs 2015]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder