18 Nisan 2022 Pazartesi

Covidin zihnime ettikleri

Yalnız Adam'ın yazarı Eugene Ionesco

Son yıllarda üzüntülü ve telaşlı zamanlarda bile çalışmaya devam ettim. Çok değişik konulardaki kitapları arka arkaya ya da aynı anda yayına hazırlamak durumunda kaldım. Çeşitli yazılar veya söyleşiler için değişik ve zorlu kitapları okumaya çalıştım. Gündelik hayatımı ve ailemle, eşimle ilişkilerimi ihmal etmeden, yetebildiklerime yetmeye uğraştım. Uzun süre boyunca bu ve benzeri mecralarda eskisi kadar ses çıkartamaz olmam, tüm bunlara zar zor yetebilmemden kaynaklanıyordu. Babamın vefatını, dünyanın hastalığını, çevre felaketlerini, beklenmedik afetleri, idarenin saçmalıklarını, ekonominin zorluklarını, bildiğimiz dünyanın külliyen değersizleşmesini yaşarken aynı zamanda onlarca farklı konuda, farklı orijinal dilden çevrilmiş, farklı yazarın kitabını yayına hazırlamaya devam ettim. Durmaksızın ağır konular veya ağır üsluplarla boğuşmak durumunda kaldığım söylenebilir: Franz Kafka'dan Hermann Broch'a, Virginia Woolf'tan John Berger'a, Joseph O'Connor'dan Colm Tóibin'e, Fernando Aramburu'dan Pascal Mercier'e, Alessandro Baricco'dan Tahar Ben Jelloun'a bir sürü çağdaş edebiyatçının metnini yayına hazırlama hedefiyle okudum son iki yılda, Bilim Kurgu ve İntihar'dan Zulmün Tarihi'ne çok iç açıcı olmayan konulardaki zorlayıcı metinler de cabası. Tüm bunları zaman zaman psikolojik patlamalar eşliğinde katettim, diyebilirim. Hem gündelik hayatın hem de önümdeki metinlerin yoğunluklarına dayanmakta sık sık zorlandım ama bir biçimde her seferinde ucuna dokunabilmişimdir, birkaç istisna hariç. Her şeye rağmen hiçbir zaman metin okumakta ve anlamakta pek zorlanmadığımı, en buhranlı zamanlarımda bile bir süre zihnimi boşaltınca, keyfimi toplayınca metinlerle uğraşabildiğimi gördüm.

İşte covidin son deliği burada ortaya çıktı. İki yıl boyunca bir biçimde uzak durmuşken Mart sonu, Nisan başı resmi olarak yakalandım ben de. Bedensel olarak, mahut çarpıntı krizlerimden birine biraz uzun süreyle maruz kalmamdan dolayı acile gitmem haricinde, çok da mühim bir sıkıntı çekmedim. Ama zihinsel olarak, belki de ilk defa, o dönemde okuduğum metinleri anlamlandırma konusunda müthiş zorlandım. Tam o dönemde yayına hazırlamakla yükümlü olduğum Hermann Broch projesinden ayrılmıştım ve ölümle çok ilgili bir John Banville romanı yayına hazırlıyordum. Tesadüfen Ionesco'nun Yalnız Adam'ı ve Barış Bıçakçı'nın sürekli anlatı odağının değiştiği ilk romanı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'yi okuyordum kişisel tercihlerim kapsamında. Muhtemelen zihnimin aşırı yorgunluğu ve covidin ateşli etkisinin de katkısıyla Banville'e, Ionesco'ya, Bıçakçı'ya öfkelendim: Neden basit yazmıyorlar, neden durmadan bilinç akışları, depresif felsefi cümleler, durmadan değişen karakterler ve olaylar yazıyorlar diye. Son aylarda, özellikle savaş da başlayınca, bir-iki kere aşırı üzüntülü haberleri duymama isteğinden kaynaklanan sinirsel patlamalar da yaşamıştım. Ama zihnimin kapasitesini yitirdiğini, bırakın karmaşık metinleri okumayı basit metinleri okumak isteğimin bile kalmadığını sanırım ilk defa yaşadım. Sanırım biraz da korktum bu durumdan.

Sonra geçti. Ama son yılların koşturmacasını, durmaksızın yayına hazırladıklarımı, yazmak isteyip sadece karalamakta, defterlerimi ve kâğıtlarımı şişirmekte kaldığımı uzun uzadıya düşünmeme sebep oldu. Hayatın kısalığını ve aniden kapasitemizin kaybolacağını çok daha iyi anladım. Dolayısıyla anahtarı çevirdim ve editörlük motorunu şimdilik kapattım. Asıl hedefim olan yazmaya odaklanmaya niyetliyim yine. Bunun için de blogu tekrar canlandırmaya karar verdim. Yazmak iyi gelecektir umarım. Tekrar melekelerimin sağlamlığına itimat ettiğimde editörlüğe de dönerim herhalde. Ama şimdilik sadece kendim için okumak ve yazmak istiyorum. 

Hamiş: Bazen kendime söz veriyorum, artık kırtasiye malzemesi almama ihtiyacım yok, çok fazla defterim, kâğıdım, mürekkebim, kalemim var diyorum, üç gün geçmeden yeni bir defter ve mürekkep alıp getirmiş buluyorum kendimi; dolayısıyla benim açımdan bu tarz tövbe sözlerini tutmak zor olabilir, ama bu sefer direnmek, kendimi tam anlamıyla bir yazara dönüştürmek istiyorum.

15 Nisan 2022 Cuma

Yahu blog yazısı nasıl yazılıyordu? Amnezyanın üstesinden gelmek

En son blog yazımı yazdığımda, ki aslında başka yerde yayımlanan yazılarımı topluyordum, dünyanın hali çok daha katlanılır durumdaydı, bildiğimiz dünyanın sonu hissini gitgide daha yoğun yaşasak da. Dünyanın üzerinden bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık geçti, akabinde bir de ölçeğine şaşırdığımız bir savaş başladı dünyanın şaşırtıcı bir bölgesinde, ülkemizde yaşadığımız ekonomik çalkantıları ve çok çeşitli doğal afetleri ve tabii bizim gibi insanlar açısından en iyi politikaları uygulamayan idaremizi de unutmamalı... Tüm bu faktörler biz insanları sarstı, bir kenara fırlattı. Afalladık, ne yapacağımızı şaşırdık, gündelik çarklarımızı çeviremez hale geldik, kimilerimiz hastalandı, hayatını kaybedenler oldu, kimilerimiz borçların altına girdi, çalışma fırsatlarını kaybetti, kimilerimiz kim bilir nelerden geçti. Ben de kendi adıma iyisiyle kötüsüyle bir sürü şey yaşadım, hem özel ve ailesel hayatımda hem de çalışma ve yazma hayatımda. Büyük ölçüde kendimi geri çekmeye çalıştım, çok yoğun çalışmak zorunda kaldığım ama buna karşılık pek de bir şey elde edemediğim zamanlarım da oldu, beni mutlu eden ve kanatlandıran zamanlarım da. Ailemde kayıplar oldu, ailem genişledi. Pek çok kitap okudum, beğendim beğenmedim, etkilendim etkilenmedim. Kitaplar hakkında yazmaktan çok kitap yazmaya heveslendim, profesyonel işlerim izin verdiği ölçüsünde bu hevese rüzgâr bulmaya çalıştım, zaman zaman tüm profesyonel işlerimden kurtularak sadece yazmaya odaklanmaya niyetlendim. Ülkedeki yayıncılık ortamı yazarları, yayın emekçilerini pek de iyi koşullarda yaşar kılmıyordu zaten, şimdi durum büyük çoğunluğumuz için daha kötü. Her şeyin fiyatının kısa sürede iki-üç katına çıktığı bir dönemde, yayıncılıktan ve yazarlıktan kazanılabilecekler neredeyse yarısına indi. Hemen hemen her şeyin, özellikle fiziksel olarak maddi olanların, elle tutulabilenlerin neden bu kadar ölçüsüzce pahalı hale geldiği sanırım ekonomi-politik sorusudur ama hepimiz ister istemez bunu düşünmeye başladık. Kendi halinde idare edebilecek yerleşimlerin ölçeğini büyüttükçe ve halihazırda elimizde olan yaşam alanlarını yaşanamaz ve yıkılıp yenilenmesi gerekenler olarak ilan ettikçe, idarelerimiz sağolsunlar barınma gibi en temel meselelerin bile asla çözülememesini garanti altına alıyorlar. Üstüne bir de muktedirlerin ve muktedirleşmiş idarecilerin her fırsatta körüklediği kavgaların çok sayıda yaşam alanını, yerleşimi savaş bölgesine çevirmesi ve de yerkürenin, gökyüzünün, ateşin, suyun, toprağın kıpırtılarını hâlâ tam olarak anlayamadığımız için gün aşırı bir doğal afetin insanların felaketine dönüşmesi, herkesi yerinden yurdundan edilebilir kılıyor. Tam kendimize bir kovuk bulduğumuzu düşündüğümüz anda savrulup gidiyoruz. Tüm bu bildiğimiz dünyanın sonu sürecinin biteceği de yok üstelik. Artık kavimler olarak değil de topyekün göçüyoruz mekândan ve zamandan. Yarınımızın bugüne benzer yanı çok olacak ama hiç benzemeyen kombinasyonlara da şahit olacağız. Dünümüzden kalanlar hafızalarımızda zaman zaman tazelenecek, yahu bunları yaşamıştık diyeceğiz, hatta kimimiz nostaljik bir ruh haliyle sayıp dökecek şahit olduklarını, eski günlerin güzelliklerini, masumluklarını anlatacak, tabii...

Dün tam bunları yazmaktayken gelen bir telefon sonrasında yaptığım farklı konuşmalar neticesinde koptum gittim yazacaklarımdan ve bu sabah tekrar bilgisayarımı açtığımda bu yazılanları gördüğümde, devam ettirmeden, kopukluğuyla yayımlamazsam hiç yayımlayamayacağımı, dolayısıyla tekrar yazmaya, tekrar hatırlamaya, tekrar blogda varolmaya yine başlayamayacağımı fark ettim. Her ne kusur varsa affola artık...  

17 Eylül 2019 Salı

İtalyan Usulü Edebiyat: Premio Strega'yla İtalya'yı Okumak


Domenico Starnone

Geçen yılın son aylarında İtalyan edebiyatının iki çağdaş yapıtı dilimize aktarıldı ve ilgi çekti: Paolo Cognetti’nin Sekiz Dağ romanı Yelda Gürlek çevirisiyle Kafka Kitap’tan ve Domenico Starnone’ninBağlar romanı Meryem Mine Çilingiroğlu çevirisiyle Yüz Kitap’tan yayımlandı. İlki kırk yaşındaki belgesel de çeken bir yazarın, modern aile ve insan ilişkilerini dağlara götürdüğü, doğal insanın bugünün sert ekonomik koşullarında hayatının ne hale gelebileceğini gösterdiği, 2017’de hem İtalya’da Premio Strega’yı hem de Fransa’da Prix Médicis’nin çeviri kitaplara verilen ödülünü kazandığı bir roman. İkincisi yetmiş beş yaşındaki, bir zamanlar yine Premio Strega’yı Via Gemito (Şikâyetler Sokağı) romanıyla 2001’de kazanmış, son yılların fenomen romancısı Elena Ferrenta’nın aslında eşi Anita Raja olduğu dedikodusu ayyuka çıkmış Napolili yazar Paolo Cognetti’nin 2014’te yayımladığı son romanı. Bağlar’da bir ailenin, bir evliliğin yıllar içindeki çalkantılı seyri hakkında tanıklıklar okuyoruz ve sürpriz biçimde bugünün ekonomik koşullarının kitabın gizli kahramanı olduğunu anlıyoruz. 

İtalya’nın (ve Avrupa’nın) bolluk ve refah yılları 1960’larda başlamıştı, ama o aşamaya gelmeleri kolay olmamıştı, 1945’e kadar peş peşe gelen savaşlar, ekonomik ve toplumsal buhranlar, sıkı idareler, tekrar savaşlar, ekonomik buhranlar ve sıkı idareler döngüsünde İtalya (ve Avrupa) durmadan genç nüfusunu ideallerin peşinde kaybediyor, farklı idare anlayışlarına bölünün insanlar birbirlerini her fırsatta harcıyordu. 1945 sonrası konjonktürde, Amerikan himayesinde yeniden yapılanan ülke (ve kıtanın bir yarısı) bir biçimde buhran, sıkı idare ve savaş döngüsüne kapılmadan gelişmeyi becerebilmişti ve 1960’lara geldiğinde artık bolluk sıradan insanlarda da hissedilmeye başlanmıştı. 1970’ler sonrasında insanlar biraz da mecburiyetten siyasi kavgaları sıkı bir idare ve neoliberal politikalarla bırakıp pırıltılı medya yayınlarına ve tüketim alışkanlıklarına yönelirken, bu süreci yetişkin olarak yaşayan Starnone romanında bu liberalleşmenin aile ilişkilere etkilerini açılış ve kapanış halleriyle anlatırken, bu süreci çocuk olarak geçiren Cognetti’yse bu liberalleşmeden kaçıp kendisine ve doğaya kapanmaya çalışan insanların yükseliş ve düşüş hallerini anlatmayı seçmiş. Bugün bu refah çıkışı biteli çok oluyor ve bir kuşağın refahıyla başka bir kuşağın imkânsızlıkları arasında gergin bir denge üzerinde devam ediyor ülke.

1945 döngüsü sonrasında Roma’daki villalarında edebiyatla ilgilenen dostlarını her pazar günü bir araya getiren bir çift, Maria ve Goffredo Bellonci Amici della Domenica (Pazar Dostları) adıyla bir cemiyet oluşturur ve bu cemiyetin yazar üyelerinin oylarıyla her yıl seçilen bir yapıt 1947’den itibaren Strega likörlerinin sahibi Guido Alberti’nin desteğiyle Premio Strega’yı dağıtmaya başlar. Ülkenin ve edebiyatın gelişimi, ilkini Federico Fellini’nin La Dolce Vitave 8,5’un dahil olduğu başyapıtlarının senaryolarını birlikte yazdığı, müziklerini yapan Nino Rota’nın kardeşi Isabella Rota’yla evli, Antonioni’nin La Notte’sinin de senaryosuna destek vermiş, dönemin ünlü yazarı Ennio Flaiano’ya verilen bu ödülden takip edilebilir. İlk yıllarda sadece İtalya çapında tanınmış eski yazarları seçen ödül jürisi, zamanla Cesare Pavese (1950), Alberto Moravia (1952), Giorgio Bassani (1956), Elsa Morente (1957), Dino Buzatti (1958), Carlo Cassola (1960), Natalia Ginzburg (1963) gibi dünya çapında popülerleşen isimlere ödülü vermeye başlamış. Sonradan belki de bizim İtalyan edebiyatıyla köprümüz zayıfladığından Primo Levi (1979), Umberto Eco (1981) dışında uzun bir süre tanıdık isimle karşılaşmıyoruz ödül alanlar arasında, ama doksanların ikinci yarısından sonraki isimlerden  Claudio Magris (1997), Margaret Mazzantini (2002), Sandro Veronesi (2006), Niccolò Ammaniti (2007) bizde de kitaplarını okuduğumuz yazarlar ama son yıllarda ödülü alanlar yine pek bize aktarılmıyor. 2018 Türkiye’de istisnai olarak çok sayıda Premio Strega kazanmış ismin (yukarıda saydıklarımdan Carlo Cassola’nın ve Giorgio Bassani’nin ödül kazanmış kitapları da dilimizde yayımlandı) kitaplarına ulaştığımız bir yıl oldu. Bizzat bu ödülün verildiği ülkedeyse, uzun bir süre sonra ilk defa bir kadına, La ragazza con Leica adlı yapıtıyla Helena Janeczek’e verilmeden önce 2018’de kadınların hakkının yendiği konuşuluyordu. Gerçi son beş yıldır verilen Premio Strega’nın çeviri edebiyat ödülünü Katja Petrowskaja, Annie Ernaux ve Jenny Erpenbeck üç kez kazandığından, İtalyan yayıncılar açısından da kadınların yükselişi kabulleniliyordu zaten (2018’de ödülü Fernando Aramburu’nun aldığını da belirteyim). Yayıncılarımızın ister Ferrante dalgasıyla isterse de ödülleri izleyerek olsun daha fazla İtalyan edebiyatının çağdaş yapıtlarına yönelmeleri, bir ölçüde bize benzer yoksul bir güney Avrupa ülkesiyle eski zengin siyasi ve dini imparatorluklara zemin sağlamış bir devletin karışımı olan modern bir ülkenin bugünkü hallerini daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.

[Ocak 2019]