Milan Kundera
Avrupa, bugün dünyanın her tarafına yayılmış olan küresel kültürün yüzyıllar boyunca şekillendiği merkez olarak, 20. yüzyılda trajik kabul edilebilecek pek çok değişim yaşadı. Hemen hemen her yerinde imparatorluklardan ulus-devletlere savaşlarla geçildi, ulus-devletler arasında ve içinde ideolojik rejim savaşları yaşandı, iktidarı ele geçirenler sıkıdüzenler kurdu, muhalifler sözle ve eylemle bu rejimleri sarsmaya çalışırken ya cezalandırıldı ya da kaçmak durumunda kaldı. İki büyük ve sayısız irili ufaklı savaşın ardından, bir bakıma statüko kuruldu. Nihayet yüzyılın sonlarına doğru özgürleşme ve hafifleme hareketleri, yeni bir birliğin çerçevesini oluşturacak biçimde, kıtanın neredeyse tamamını kapsadı. Savaş, şiddet, baskı bitmiş değil elbette, farklı bahanelerle farklı biçimlerde -mesela Kosova'da, mesela Ukrayna'da, mesela kentlerin kıyılarında- birden alevlenebiliyor; yine de, siyasi mekanizmaları deneyimli, halkları bilinçli ve koşulları konforlu, kültürel açıdan da muazzam bir mirasa sahip oldukça önemli bir kıta olarak Avrupa, gözalıcı bir yaşam alanı sayılabilir.
Yukarıda belirttiğim süreçleri tek bir yazar üzerinden tekrarlayalım: Milan Kundera. Habsburg İmparatorluğu'nun eyaletlerinden biri olan Moravya, 1918'te Büyük Savaş neticesinde kurulan Çekoslovakya'nın kurucu unsurlarından biriydi. Bu süreçte Kundera'nın babası Ludvík Kundera, Moravya Müzik Akademisi'nin yöneticisi olacak kadar deneyimli bir müzik adamıydı. Milan 1929'da, Silezya'yla birleşen Moravya'da doğdu. 1938'de trajik Nazi işgalini, 1945'te Stalin'in Sovyet ordularının özgürleştirme müdahalelerini izledi. İşgaller altında, katliam haberlerinin ve çatışan grupların arasında büyüyen Milan, üniversite yıllarına kadar kurtarıcı Komünist Partinin üyesi olsa da, 1948'te partiden ihraç edildi ve sinema eğitimini ancak 1952'de tamamladı. Avrupa'nın doğusunun komünist rejim altında yeniden düzenlendiği bir dönemde, Stalin'in ölümüyle birlikte skandallar, siyasi idamlar ve ekonomik/idari dışlamalar ayyuka çıktı. 1956'da Macaristan'da olanlar, Sovyet/Rus kontrolünün özgürleşme çabalarına nasıl bir kükremeyle karşılık vereceğine örnek oldu, ancak tarihe yazılan bu gelişmeler, dönemin halkları tarafından pek bilinemedi. Çekoslovakya 60’larda muazzam bir özgürleşme ve kültür hamlesi sürecine girerken Milan Kundera da yazdığı Şaka romanıyla, biraz da sansür kurulunun müsamahası altında, düzenin ve insanların baskısını yansıttı ve o dönemde 150 bin okura ulaştı. Ancak 68 Prag Baharı yeni bir Rus işgaliyle bastırıldı. İnsani sosyalizm hayalleri tutuklamalar, işten çıkarmalar, idari yaptırımlar ve çok daha sert işletilen sansür mekanizmalarıyla suya düştü. Kundera da tüm bunlardan nasibini aldı, hem sinema okulundaki eğitmenlik görevinden oldu hem de kitapları yasaklandı. Tıpkı diğer Çekoslovak entelektüeller gibi, yaşayabilmek için başka işler yapmak zorunda kaldı. Bu dönemde yapıtları, Fransa başta olmak üzere, dünyanın başka ülkelerinde çevrilip yayımlansa da, hükümet telif haklarını almasını engelledi. Oysa 1973'te yazdığı Yaşam Başka Yerde romanıyla Fransa'dan Prix Médicis'i de kazanmıştı. Baskılardan bunalan Kundera, eşi Veronica'yla birlikte, Ayrılık Valsi'ni yazdıktan sonra, 1975'te Fransa'daki Rennes şehrine mülteci olarak geçti ve Kunderalar'ın Fransa dönemi böylece başlamış oldu.
İronik bir selam
Avrupalı bir entelektüel olarak eğitmenliğe ve yazarlığa devam eden Kundera, Rennes Üniversitesi'nde çalışırken dergilere yazılar yazdı, Ayrılık Valsi 1976'da yayımlandı, bunu 1979'da Gülüşün ve Unutuşun Kitabı takip etti, 1981'de Fransız vatandaşlığına geçti, 1984'te en popüler romanı -sinemaya da aktarılan- Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği yayımlandı. Bu dönemde Doğu Bloku'nun peyderpey yeni bir çözülmeye gittiğini ve komünist rejimin çürüdüğünü içeriden bakanlar göremediyse de, 1989'dan 1991'e kadar geçen dönemde domino taşları misali muazzam bir çöküş yaşandı ve Avrupa'nın birleşme sürecine girildi. Kundera Çekçe kaleme aldığı son romanı Ölümsüzlük'le 1990'da yeni Avrupa'nın romanını yazdı, Goethe'ye ironik bir selam çaktı. Memleketiyse, Kadife Devrimi'ni takiben anlaşmalı bir boşanmayla Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ayrıldı, Avrupa tarafından vesayet altına alındı ve 2004'te Avrupa Birliği'ne katıldı, kültürel turizm yolcularının gözdesi Prag sayesinde tüm dünyanın uğradığı bir coğrafya haline geldi. Hem Kundera hem de memleketi artık tamamen Avrupalı olmuştu.
Fransız Kundera, zamanla sadece kimliğini değil, yazarken kullandığı dili de değiştirerek Fransızca yazdı romanlarını. Önce denemeleri, ardından 1995'teki Yavaşlık, 1997'deki Kimlik ve 2003'teki Bilmemek Fransızca yazıldı. Gerçi dünya edebiyat piyasasının gözdesi bir romancı olarak yapıtları, hemen hemen her dile çevrilmektedir artık. Avrupa çok dilli, çok ülkeli, çok halklı muazzam bir mozaiktir ve mesela ABD'nin ya da Çin'in tersine, tek bir hâkim dil ve tek bir piyasadan oluşmaz. Dolayısıyla bırakalım Kundera gibi majör bir ismi, Avrupalı ortalama bir yazar bile onlarca farklı dile ve piyasaya aktarılacağından pek çok çevirmene, yayıncıya, editöre ve okura can verebilir. (Kültür endüstrisinde çoğulluğun bir örneği olarak Avrupa deneyimini de incelemek gerekir günün birinde.)
Kundera'nın tüm eserleri 2011’de Pleiade kapsamında, nadir bir örnek olarak, yazar henüz ölmeden önce Fransa’da basıldı. Yeni romanı Kayıtsızlık Şenliği de yayımlandı (ilk olarak İtalya'da iki sene önce, geçen sene Fransa'da, bu sene de Anglosakson piyasasında ve muhtemelen bizde de eli kulağında), hal böyleyken Kundera'ya ilginin yeniden artacağını öngörmek mümkün. Ona tekrar bakarken de (bu yazıyı yazmadan önce Şaka'yı, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'nı ve de Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ni tekrar okumuştum) yeni kuşakların bu Avrupalı yazarla tanışmasının ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Böylece Prag'daki deneyimi ya da Avrupa’da mülteci olmanın bir entelektüeli nasıl etkileyeceğini ve hatta Kundera'nın son yapıtlarındaki yönelimleri henüz Avrupalılaşmayı başaramamış ve gitgide bu hedeften uzaklaşan bizler biraz irdeleyebiliriz.
[Mart 2015]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder