Bugün olsa bir televizyon dizisinden, The Durrells'ten dem vurarak başlanabilirdi yazıya.
Lawrence Durrell
Geçen sene Tahrir Meydanı’ndan alev alan Arap Baharı, Yunanistan’ın krizi, Libya’ya Avrupalıların müdahalesi, bitmeyen Gazze meselesi ve şimdi Suriye dalaşıyla birlikte 1821’den beri süregiden Osmanlı çözülmesinin yeni bir dönemini yaşadığımız izlenimini veriyor. Dünyanın göbek deliği olarak adlandırabileceğimiz bu coğrafya, çok uzun süreden beri Avrupalıların iştahını kabartan, etnik çeşitliliğin hem bir arada yaşamaya hem de doyasıya çatışmaya imkan verdiği, büyülü bir coğrafya aslında. Her Osmanlı milleti, kendi ulusal devletini kurma çabasındayken, diğerlerini temizlemekten imtina etmemiş. Bu temizlik zihniyeti hala bölgedeki hakim zihniyet, ülkemizde de öyle. Halbuki kozmopolit imparatorluğun federatif bir dönüşümü söz konusu olsaydı, yeni dünyadaki kozmopolit federasyon ABD’nin bir aynası ve hatta örneği olabilmemiz mümkündü. Ama hem imparatorluk zihniyetinin ağırkanlılığı hem de etnik ve dini kibirler, iki yüzyıldır bitmeyen bir çekişme mücadelesi altında yaşamamıza yol açtı, açıyor.
Osmanlı kozmopolit dünyasının nasıl olabileceğiyle ilgili önemli bir örnek, Britanya imparatorluğunun kültürel bir temsilcisi olan Lawrence Durrell’den gelmişti aslında: meşhur İskenderiye Dörtlüsü. Bugünlerde 100. doğum yılı kutlanan Durrell, Henry Miller ve Anais Nin gibi 30’lar bohemyasının önemli edebi şahsiyetleriyle Korfu’da ve Paris’te kurduğu dostlukların ve Britanya’nın kültür ateşesi olarak Rodos’ta, Arjantin’de, Tito’nun Yugoslavyası’nda ve Kıbrıs’ta görev yaptığı yılların da etkisiyle, Ortadoğu kazanına uluslararası politika ve liberal aşk ve sefahat anlatılarını birbirine katıştırarak, oldukça özgün, şiirsel ve bir okur için muazzam ufuk açıcı bir dörtleme yazmıştı 1960’larda. Her kitabında anlatıların sebeplerini başka bir bakış açısına bağlayarak yazan Durrell, saf bir İngilizce öğretmeni Darley üzerinden Justine romanında aşk saikleriyle İskenderiye’de yaşamın sürdürüldüğünü gösterirken, peşi sıra gelen Balthasar ve Mountolive romanlarıyla uluslararası siyasetin ve tarihin asıl saikler olabileceğini sezdirir. Dörtlemenin son romanı Clea ise II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, İsrail’in kurulacağı olayların cafcafı esnasında, Darley’le birlikte roman boyunca haberdar olduğumuz sayısız kişiliğin ve İskenderiye’nin kaderini öğreniriz.
18. yüzyılın sonunda, kendi imparatorluğunu devirmiş ve bir ulus kavramı altında bir araya gelen Fransızların, Napolyon önderliğinde Mısır’a yaptığı seferle bölgenin kaderinin değişmeye başladığını söyleyebiliriz. Fransızların, İngilizlerin ve zamanla Almanların, Belçikalıların, İtalyanların ve hatta Amerikalıların da at koşturacağı, sultanlara ve yerel yöneticilere akıl verip silah satacağı, ticari imtiyazlar koparıp ekonomilerine kaçak hat çekeceği Osmanlı coğrafyasının emperyal çalkantıları, İskenderiye Dörtlüsü’nün geçtiği olayların tarihsel zeminini sağlayacaktır. Durrell’den bir sene önce doğmuş, dörtlünün coğrafyasına bu sefer içerden bir bakış sağlayacak olan bir üçlemeyi, yakınlarda Can Yayınları tarafından tekrar basılan Başıboş Kentler’i Durrell’den birkaç sene sonra kaleme almış Yunan yazar Stratis Tsirkas, neredeyse aynı sefahat ve siyaset karışımını kullanarak, bölgenin II. Dünya Savaşı konjonktürüne içerden bir bakış sunmaktadır.
Kudüs, Kahire ve İskenderiye altbaşlıkları verilerek Türkçe yayımlanan romanlar, Yunan komünistlerinin Hitler’in bozgunuyla ülkelerinden çıkartılan, Doğu Akdeniz’deki neredeyse tüm limanlara yayılmış yurttaşlarının da yardımıyla önce Almanlara, ardından da Britanyalılara karşı sürdürdükleri direnişi anlatılıyor. Bugün bile Yunanistan’ın iç siyasetini etkileyen, kralcı ve demokratlar, faşistler ve komünistler, ulusalcı ve kozmopolitler ayrımlarının roman boyunca nasıl alttan alta kıvrılıp, birbirleriyle yer değiştirdiğini, tarihi kaynattığını takip etmek bir ölçüde baş döndürücü olsa bile, bölgedeki tüm ulusların içinde aynı çalkantıların, mücadelelerin sürdüğünü idrak etmemize de yardımcı oluyor.
Eski Osmanlı coğrafyasında kaynayan kazan için özellikle Türkiye’nin devrede olmadığı II. Dünya Savaşı yıllarında geçen romanlara bakmayı tercih ettim, etnosantrik bakış açısının devrede olmasını istemediğimden, taraf olmaktan kaçındığımdan. Zaten insanları çatışmalara, sefaletlere, bir kaşık suda birbirlerini boğmaya iten zihniyet, son yıllarda kayıtsızca pompalanan 'taraf olmayan bertaraf olur' zihniyeti değil midir? Halbuki bu geniş coğrafyanın çok kültürlü halklarının yarattığı tüm zenginliklerden hep beraber nasiplenmemiz de gayet mümkün, çatışmadan ve yağmalamadan da.
[Mayıs 2012]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder