W. G. Sebald
Her geçen gün yeni kitapların yayımlandığı dilimizdeki eserlerin ötesine geçip başka dillerde hangi kitapların yazıldığını merak etmeye başladığımızda ve üstelik yayınevlerinin ya da çevirmenlerin üretim temposuna veya tercihlerine kendimizi teslim etmekten sıkıldığımızda, başka türlü bir arayışa başlarız: Dünyada neler yazılıyor, neler okunuyor?
Normal şartlarda dünyanın diğer ülkelerindeki yayıncılığı merak edenler, yapıtlarını dünyaya ulaştırmak isteyen yazarlar, okurlarına yeni kitaplar, alanlar, yazarlar sunmak isteyen yayıncılar ve yeni metinleri bulmak isteyen dergicilerdir; ama teknolojinin imkanları, ticaretin çapı, okurun sınırları her geçen gün genişliyor, başka yerlere bakma arzusu büyüyor, dolayısıyla bir tür macera, arayış ya da merkezkaç mekanizması işliyor.
20. yüzyılın sonlarına kadar başka ülkelerle, dillerle, kültürlerle doğrudan teması olmayan insanların, dillerine çevrilmemiş metinlere ulaşmaları, hatta oradaki yazarlardan haberdar olmaları pek kolay değildi. Okur, yabancı dille eğitim veren bir lisede ya da üniversitede tahsil görüp kütüphanesinde bulduğu ya da edebiyat derslerine giren öğretmenlerin verdiği listeleri takip ederek temel bir edebiyat/metin birikimine sahip olabilirdi. İmkanları olanlar Paris’e, Londra’ya, Berlin’e eğitime giderler, oradaki kitabevlerini, kütüphaneleri karıştırırlar, dergileri alırlar, seminerlere katılırlar, kafelerde komşu masalarda oturanların okudukları kitaplara göz atarlardı. Bir taraftan da ülkenin çeşitli üniversitelerinde yabancı diller bölümü açılmıştı; dışarıda eğitim alıp gelenler buralarda ders verir, öğrencilerin neler okuyabileceklerini belirler, dergilere yazar, tez konuları dağıtır, dipnotlara kitapları, metinleri serpiştirirlerdi.
20. yüzyılın büyük kısmında, Türkiye, uluslararası ticaret kurallarına entegre değildi. 1886’da Bern Sözleşmesi’yle başlayan, 1947’de Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) kapsamında yeniden şekillenen, bugün Dünya Ticaret Örgütü şemsiyesi altında bulunan fikir hakları hukukuna 1952’de dahil oldu. Fakat yine de gelişmekte olan ülke statüsü kapsamına girdiğinden, yayıncılığın en temel meselesi telif hakları açısından istisnai bir konumdaydı. Yayıncılığı geliştirmek adına 1983’e, hatta neredeyse 1995’e kadar telifi, izni çok da önemsemeden, bir metnin yazarıyla, temsilcisiyle, yayıncısıyla iletişim kurmaya pek de gerek duymadan, göze kestirilenin yayımlandığı bir piyasa söz konusuydu. Böylece yabancı dillerde üretilmiş pek çok metin, gerek devlet kurumları (M.E.B. tarafından basılan klasikler gibi) gerek özel matbaalar ve yayınevleri tarafından yazarlara, akademisyenlere, nitelikli okurlara seçtirilip çevirtilerek yayımlanmıştı. Zamanında dergilerde öyküleri ya da şiirleri basılan, metinleri çevrilen pek çok yazar bu faaliyetlerden haberdar değildi. Bu dönemden çıkılıp yavaş yavaş telif hakları kuralları oluşturulunca, yeni aktörler de devreye girdi: Yazar temsilcileri, telif hakları ajansları, hukukçular, işletmeciler. Yayıncılığın gidişatını belirleyenler artık editörler ya da yazı işleri kurulu mensupları değil, neyin yayımlanıp yayımlanamayacağını belirleyen idareciler olmaya başladı. Bir zamanlar gözüne kestirdiği kitabı çevirip herhangi bir yayınevine gönderen çevirmenler, bu yönteme bugün başvurunca yayınevlerinden usanç dolu gülümsemelerle süslenmiş nazik ret yanıtları alıyorlar: “Söz konusu metnin telifi/izni ne yazık ki bizde değil.”
Eşzamanlı olarak bilişim teknolojileri alanında da çok önemli gelişmeler yaşandı ve dünya muazzam bir iletişim katmanı oluşturacak biçimde birbirine bağlandı. Marshall McLuhan’ın “Küresel Köy”ü oluşurken, her yörenin kendi yazarları ve okurları, dergileri, kitapçıları, kütüphaneleri aşarak televizyonlardan, internet sitelerinden, mobil enformasyon kaynaklarından birbirleriyle ve başka yörenin yazarları ve okurlarıyla ilişki kurmaya başladı. 1970’li yıllarda fiziksel olarak bir metne ulaşmadan o metni bilmeniz mümkün değilken, 21. yüzyılda hemen her metnin varlığından elektronik cihazlar sayesinde haberdar olabiliyorsunuz. Üstelik bu enformasyon, karşınıza künye bilgisinden hakkında yazılmış yazılara, metnin kendisinden genişletilmiş ya da görsel-işitsel yeniden tasarlanmış versiyonuna kadar çok çeşitli boyutlarda çıkabiliyor. Hatta eski dergilerin dijital arşivlere aktarılmasıyla ancak sahaflarda ya da kütüphanelerde bulabileceğiniz, kıyıda köşede kalacak metinler de dolaşıma sürülebiliyor, dijital bir eşleşmeyle karşınıza gelebiliyor. Teliflenen materyaller her zamankinden daha kolay ve seri bir şekilde dünyayı dolaşabiliyor. Farklı dillerden otomatik çeviri yapan programları da hesaba katarsak, bugün yayıncıyı, çevirmeni devreden çıkararak bir metni hiç yerinizden kalkmadan inceleyebilir, hatta rahatlıkla okuyabilirsiniz.
Bir zamanlar Sid Meier’in Civilization oyunlarının hayranıydım ve günlerimi bilgisayar başında, bu oyunda uygarlık geliştirerek geçirirdim. Bilenler için zihinde canlandırması kolay olacaktır: Kapkara bir haritada, tarihin şafağında halkınızın ilk temsilcileri ortaya çıkar ve sizden şehirler kurup, oyun kuralları dahilinde uygarlık geliştirerek dünyaya yayılmanız beklenir. Halkınızı haritada dolaştırdıkça dünyayı tanımaya başlarsınız ve harita da giderek netleşir. Başka halklardan, uygarlıklardan insanlarla karşılaşırsınız, keşfettiklerinizi değiş tokuş edersiniz. Bildiğimiz tarihi andıran, ama her seferinde alternatif bir tarih yazdıran bu oyunda dünya haritası hep kişisel temaslarınızla gelişirken, bir an gelir, haritacılık açısından kritik bir teknoloji geliştirirsiniz ve tüm dünya haritası, temas kurmadığınız uygarlıklar da dahil olmak üzere önünüze serilir. Harita ile toprakların eşitlendiği bir andır bu. İşte bilişim teknolojilerinin bize sağladığı imkan: Artık her kişi bir ansiklopedi maddesi, hemen hemen her metin dijital bir künye; ve tüm okurlar dünyanın tüm yazarlarına ulaşabilirler.
Dolayısıyla bugün geldiğimiz noktada, yayıncılık piyasasının dünyanın tamamına, enformasyon katmanından ulaşabilecek her kitaba yetişmesi mümkün değil. Yayıncılarla yazarlar ve telif ajansları arasındaki ilişkilerin boyutu, çevirmenlerin hızı, sektör işçilerinin üretim kapasitesi ne kadar artsa da genişleyen dünyaya cevap yetiştirmek uzun zaman alabilir. Dolayısıyla henüz topraklarımıza ulaşmamış ama ulaşsa hoşumuza gidecek, işimize yarayacak, ufkumuzu başkalaştıracak metinler bulmak için dünyaya bizzat bakmaya başlamalıyız.
Pratik bazı taktikler
Yayın piyasasına kimi zaman tam zamanlı kimi zaman serbest editörlük yaparak dahil olduğum için, yayıncıların erişebildiği yayınevi katalogları, ajans bültenleri gibi araçlardan yararlandığım oluyor; ama çoğu zaman okur gözüyle bakmayı yeğliyorum. Bir okurun kitabevine girip rafları karıştırarak, dergileri takip edip yazarların işaret ettiklerini merak ederek, sevdiği yazarların atıfta bulunduğu başka yazarları araştırarak kendi özel kütüphanesini yaratmasını çok seviyor ve önemsiyorum. Zihnimi amatör bir okur gibi dolaştırmayı, rastlantıların açtığı çatlaklardan ilerlemeyi tercih ediyorum. (Rastlantı bugünün dünyasındaki en önemli çıkış noktalarından biri aslında: Sıraya koyabileceğinizden çok daha fazla seçeneğin önünüze serildiği, kendizi bir darboğazda, tünelde hissetmediğiniz, ufkunuzun açık olduğu zamanlarda neyi seçeceğinize nasıl karar verirsiniz? Rastgelsin!)
Elbette bu tarz bir okurluk, zamanı bol, kaynağı bol insanlara uygun. Zamanım da kaynağım da kesinlikle bol değil diyebilirdim, eğer böyle bir okur olabilmek için diğer alanlardan vazgeçmeseydim: Maç izlemek yerine Kenzaburo Oe’nin kitabını okuyorum, Sid Meier’in yeni oyununa günlerimi vereceğime Ben Lerner’in peşine düşüyorum, trafikte bir arabanın direksiyonuna zincirleneceğime metroda Hanya Yanagihara’nın A Little Life’ını inceliyorum, dünyanın gidişatı hakkında endişe duymak için Dinaw Mengestu’nun All Our Names’ini ya da Nadeem Aslam’ın Viran Ülkenin Bekçisi’ni okumayı sosyal medyadan herhangi bir yerde yaşanan terör saldırısının enformasyonunu toplamaya tercih ediyorum. Tercihlerinizi belirlediğinizde ne kadar çok zamana ve kaynağa sahip olacağınızı görmek şaşırtacaktır.
Dünyanın çeşitli noktalarında ortaya çıkmış yazarları ve metinleri takip etmek için çeşitli yöntemler geliştirdim. Pek çoğu başkalarının yöntemlerine de denk düşecektir. Mesela “benzerler”... Pek çok dijital kitapçı ya da uygulama, bizzat okurlardan ya da satış raporlarından veya görevlendirdiği kişilerin analizlerinden topladığı verilerle kitapları birbirine benzetir. Müzik takipçilerinin kullandığı programlarda geliştirilen algoritmik hesaplamalar doğrultusunda, birileri birileriyle yakın düşer, tıpkı yıldız haritaları gibi, grup oluşturur. Mesela literature-map.com sitesini kullanırım zaman zaman: Sisteme adını girdiğim yazara benzeyen yazarları sıralar; W. G. Sebald’ın Sándor Márai’yle, Bruce Chatwin’le, Joseph Roth’la, J. M. Coetzee’yle ya da Haruki Murakami’nin Cormac McCarthy’yle, David Foster Wallace’la, Philip Roth’la, Jonathan Lethem’le, Paul Auster ve Don DeLillo’yla yakınlığını görüp ne gibi bağlantılar bulabilirim diye düşünmeye, henüz okumadığım yazarlara yönelmeye çalışırım. Elbette Sebald’ın Benjamin’le bağlantısı burada gözükmeyebilir ya da Sebald’ın Álvaro Mutis, Paco Ignacio Taibo II veya Per Petterson ile bağlantılarını gösteren başka haritalar da bulunabilir.
Başka bir “benzerlik” arama yöntemi de “bir kutuya girenleri incelemek” biçiminde. Bir dergi, bir yayınevi, özel bir alanda faaliyet gösteren bir kitabevi benzer kitapları mümkün olduğunca aynı kutuya koymaya çalışır ve bu kutudaki bir yazarı seviyorsanız, yanındakilerden de hoşlanabilirsiniz. Mesela versobooks.com üzerinden meşhur Verso Yayınevi’nden yayımlanmış tüm kitapların kataloğuna göz attığımda Saramago’nun öykü kitabının Henri Lefebvre’in incelemesiyle yan yana düştüğünü görebilirim; Tarık Ali’yle John Berger’in, Jean Baudrillard’la Marshall Berman’ın komşu olduklarını anlayabilirim. Ne de olsa çizgisi olan bir yayınevi belli bir mantıkta seçim yapar ve yazarları/yapıtları belli bir mantıkta kutulara yerleştirir. Aynı şekilde lrb.co.uk sitesinden London Review of Books’un 1979’dan beri yayımladığı dergilerin içindekiler sayfalarına göz atmayı da severim: 25 Ekim’deki ilk sayısında William Golding’in, V. S. Naipaul’un, Jacques Attali’nin çeşitli kitapları hakkında yazılanlardan başlar, son sayısında yer alan Julian Barnes’ın son romanı Zamanın Gürültüsü hakkındaki yazıya göz atabilirim. (Abone olursanız yazıların kendilerine ulaşabilirsiniz, ama pek çok site üye olmadan da içindekileri karıştırmanıza izin verir. Ama İngiltere’nin en eski edebiyat inceleme dergilerinden The Times Literary Supplement’ı inceleyecekseniz mutlaka abone olmanız gerekir; hatta tarihi arşivler için başka abonelikler bile istenebilir.) Ya da Granta dergisi (granta.com) gibi dergiler bulursunuz, Japonya’dan, Hindistan’dan, genç Brezilyalı yazarlardan ya da İngiliz yazarlarından örnekler verilen sayılarına bakarsınız. Bugün hem kitabevlerinde hem de enformasyon cihazlarında çok sayıda dergi var, onları karıştırmak, edinmek, incelemek zor değil. Bir AVM’ye uğradığınızda, metropolün nitelikli bir kitapçısına girdiğinizde, havaalanlarında, kafede otururken bu tarz incelemelerde bulunabiliyorsunuz. Fransa’dan haberdar olmak istiyorsanız Le Magazine Littéraireya da Lire’e bakabilirsiniz mesela, İspanyolca yayınları Letras Libres ya da Revista de Libros’tan takip edebilirsiniz örneğin. Her dilde bu tarz yayınlar vardır; bilirsiniz ya da bilenlerden duyarsınız. Cihazınızdaki gazetelik uygulamalarından, kütüphane kataloglarından pek çok farklı dergiye ulaşabilirsiniz. Dünyanın enformasyonu oradadır.
Sevdiğim bir başka yöntem de bir öncü seçip onu takip etmektir. Nitelikli okur olduğunu bildiğim yazarların peşine takılırım. Mesela Enis Batur’un kitapları ve yazıları bu tarz takipler için eşsizdir. Neredeyse elli yıldır okuduklarından bahseden, okuduklarından bir kısmının Türkçeleştirilmesini sağlayan, onun bahsettiği isimlerden bu diğer isimlerin bahsettiklerine doğru genişleyen bir takip listesi oluşturulabilir. Ya da Orhan Pamuk’un veya başka yazarların kütüphanelerinin fotoğraflarını incelemek mümkündür. Don DeLillo’nun kitaplarını, Orhan Pamuk’un kütüphanesinin bir fotoğrafında gördükten sonra okumaya başlamıştım ve kimin kimi işaret ettiğinin karıştığı bir labirentte bulduğum bu yazarın peşinden daha pek çok metne gitmiştim. Julian Barnes’ın ya da Will Self’in dergi yazılarında bahsettiği yazarları merak ettiğim de, Jonathan Franzen’ın ya da Zadie Smith’in bahsettiklerini araştırdığım da olmuştu. Yazarlar aynı zamanda iyi okurlardır. Antoloji hazırlayan akademisyenler de öncülük yapabilir: Harold Bloom, Terry Eagleton, James Wood, Susan Sontag, Pierre Bayard, Umberto Eco, Tzvetan Todorov gibi isimlerin çalışmaları da zorlayıcı güzergahlarda rehberlik edebilir, listeler oluşturmaya yardımcı olabilir.
Enformasyon cihazlarındaki en basit ansiklopedi uygulamalarında bile takip edilebilecek çok isim bulabilirsiniz aslında. Arama motorunuza mesela “African writers” yazın ya da internet ansiklopedinizde “Nigerian writers” diye arama yapın, şaşıracaksınız. “Albanian writers” derseniz İsmail Kadare başta olmak üzere ne kadar çok Arnavut yazarın bu dünyadan gelip geçtiğini göreceksiniz. “Syrian writers” diye araştırma yapın mesela, sonra hangilerini biliyorsunuz diye sorun kendinize, yıkılan bir ülkenin hiç bilmediğiniz edebiyatına merak salın. Aramasını bilenlere her kaynakta enformasyon var, her enformasyon bir kültürel varlığa işaret ediyor, enformasyon dünyaya götürüyor.
Her ne kadar kimi zaman kısır tanıtım çalışmaları olarak görülse, belli bir çevrenin körler-sağırlar ilişkisi olarak eleştirilse bile ödüller de önemli. Pek çok ödül, onu alanı büyütmüyor ya da küçültmüyor, sadece işaret ediyor, geçici bir süreliğine aydınlatarak tarihe yazılmasına yardımcı oluyor. Kimi zaman aday olmak bile yetiyor. Man Booker alanlar kadar aday olanları da ciddiye alıyoruz; Franz Kafka ödülünü kazanan bir ismin Kafkaesk öyküler antolojisinde işleri yayımlansa şaşırmayız; Goethe ödülünü ya da Prince Asturias’ı alanı önemseriz, aynı isim Nobel alırsa şaşırmayız. Her ülkenin, dilin, piyasanın işaretleme yöntemleri olarak kullanılır ödüller ve de kimi listeler. Çoksatarların alternatifi olarak da düşünülebilirler.
Bunca yazara, metne, enformasyona ulaşmanın asgari teknolojik ve kültürel sermaye gerektirdiği yadsınamayacak bir durum. Yine de 20. yüzyıla oranla çok daha şanslı olduğumuz unutulmamalı. Yayınevleri ve yerel yayın piyasası aracılığıyla ulaşabileceklerimizin belki de çok ötesinde olanlardan artık kısa zamanda haberdar olabiliriz. Birkaç yıllık sıkı bir çalışmayla teknolojik donanımımızı geliştirebilir, cihazlardaki uygulamalardan ve kendi öğrenme iştahımızdan yararlanarak her türlü metni sökebiliriz. James Joyce’un kitabını yazdığından çok daha kısa sürede Finnegans Wake’in çeşitli çevirilerle dilimizde okunabildiği bir dönemde olduğumuzu iyi anlamalıyız. Ama hâlâ Stevenson’ın, Dostoyevski’nin, Gogol’ün peşinden koşmamıza da hiç gerek yok. Okuruna daha çağdaşını, daha farklısını ulaştırmak yerine, telifsiz klasikleri çevirmek için büyük çaba harcayan yayınevlerinden sıkılanlar gözlerini dünyaya çevirebilirler artık. Telif ve bilişim koşullarının yeni kısıtlamalar ve imkanlar getirdiği bugünün dünyasına bakmaktan, akıl yürütmekten asla vazgeçmemeli...
[Mart 2016]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder