31 Temmuz 2019 Çarşamba

Ballardvari Bir Kaos Laboratuvarı


J. G. Ballard

Başrollerinde Tom Hiddleston, Jeremy Irons, Luke Evans, Sienna Miller ve Elisabeth Moss’un oynadığı, yönetmenliğini Ben Wheatley’nin yaptığı High-Rise’ı, İstanbul Film Festivali’nde izleme imkanı bulduk ilk olarak. Orijinali 1975’te yayımlanan, bizde Dost Körpe çevirisiyle 2012’de Sel Yayıncılık tarafından okurla buluşturulan J. G. Ballard romanı Gökdelen’in büyük ölçüde aslına sadık kalınarak kırk yıl sonra gerçekleştirilmiş bir uyarlaması High-Rise filmi. Roman ve film, kabaca, üç farklı sınıftan insanın iç savaşını anlatıyor: alt katlara yerleşmiş, bir televizyoncunun ana karakter olarak seçildiği, hizmet sektörü emekçisi kesim; orta katlara yerleşmiş, bir doktorun merkezinde olduğu, toplumsal tabakada da yükselmiş profesyonelleri barındıran kesim; gökdelenin tasarlayıcısı mimarın da dahil olduğu, profesyonellerin aristokrasisini oluşturan üst kat sakinleri. Bir karnavalı andıran partilerde verilen lüks yaşam vaadi, kısa zamanda ilkel bir alan mücadelesini andırarak iç savaşa dönüşürken, her kesimden insan, gözlerimizin önünde temel yaşam ve ölüm içgüdülerine yenik düşüyor.

Ballard, bilimkurgu yazarı gibi gözükse de, özellikle 60’ların sonundan itibaren karakterlerini reel şartlardan hareketle kurguladığı bir çevreye kapatmış, onlara neredeyse labirent farelerini andıran bir hayatta kalma mücadelesi verdirmiş, sosyolojik incelemelere açık, insan psikolojisindeki primitif içgüdüleri -cinselliği ve şiddeti- yansıtan pek çok başarılı roman yazmıştır. Modern dünyanın getirdiği, artık içinde yaşamaya alıştığımız çıldırtıcı asfalt ve beton dünyasının başlangıcından itibaren şahididir o. Meşhur Güneş İmparatorluğu’nda ele aldığı, İkinci Dünya Savaşı koşullarında zengin bir çocuğun ailesinden ve sınıfının ayrıcalıklarından koparak, savaşın ve ayrıcalıksızlığın şiddetini hissederek büyümesi hikayesi otobiyografiktir; kendi gözlemlerini fantezileriyle birleştirerek insanların karanlık yanlarını tahmin etmeye çalışmıştır. Bugün Ballard hakkında konuşurken, romanlarında benzer şablonlar kullandığından bahsedebiliyoruz; ama bunu “Ballardvari” ifadesini hak ederek yapabilen yetenekte birisinden bahsettiğimizi de biliyoruz.

İster toplama ister hippi kampı, ister otoyol ister havalimanı, ister tatil köyü ister alışveriş merkezi, ister lüks site ister gökdelen olsun, önce huzurlu ya da gösterişli gözüken her yerde iç savaş koşullarını andıran bir kaos başlar. Müthiş bir yıkım döngüsü esnasında karakterler ıssızlığı da yaşar. Ballardvari tipik modern üçgenler kurulur, Freudyen çekirdek aile ilişkileri test edilir. Gökdelen’de her şeyi bildiği düşündürtülen bilgiç guru (baba), elde edilmeye çalışılan kadın (anne) ve tüm olup bitenlerin ortasında şaşkına dönen erkek karakterden (çocuk) oluşan bu üçgenlere, her sınıfsal katmanda rastlanıyor. Ballardvari ıssızlığın mekanlarına, yani havuzlara ve bahçelere, farklı katlarda rastlanabiliyor. Ballard’ın şiddetle ve neredeyse apokaliptik bir hazla yapısökümünü yaptığı bu toplumsal yapı, bugün bize hiç de yabancı değil ama o günün insanı için yeniydi ve bir tür hayranlık/öfke karışımı yaratmıştı. 

Dikey labirentin eksantrik tasarımcısı


Gökdelenler tarihte ilk olarak, ABD’de 19. yüzyılın sonlarına doğru inşa edilmeye başladığında on katlıymış. Asansörün ve çelik strüktürün keşfinden sonra Şikago’dan dünyaya yayılan gökdelenler, endüstri ve ticaret baronlarının cazibesine kapıldıkları azamet yapıları olmuş. İlk dönemlerde daha çok idari ofis olarak kullanılan bu binalarda, çalışma yaşamının yanı sıra lüks otel konforunda yaşamak mümkünmüş. 20. yüzyılın ilk gökdelen inşaat furyası 1929 Büyük Buhranı’yla sekteye uğramış, Amerika ve Britanya topraklarından sonra Avrupa’da da modernist ve fütürist mimari hareketleriyle desteklenen ulusal mimari anlayışı ve dolayısıyla gökdelen inşaatları savaş molası vermiş. Dünyanın yeniden tasarlandığı 1945 sonrası dönemde -postmodern denen akımların da etkisiyle- 1950’lerin sonuna doğru yeni bir gökdelenleşme süreci başlatıldığında, artık sadece seçkinlerle zenginlerin lüks çalışma ve konaklama alanları değil, total bir yaşam alanı olarak tasarlanmaya başlamış. Kimi zaman toplu konut mantığında (Le Corbusier’nin 1953 yılında Marsilya’da tamamladığı La Cité Radieuse projesi gibi) kimi zaman ulusal prestij gösterisi niyetiyle (Stalin’in Moskova’da inşa ettirdiği ve Batı’da yedi kardeşler adıyla bilinen Stalinskie Vysotki gibi) gökdelen anlayışının kapitalist türevlerinin dışına çıktığı projelere de yine bu dönemde rastlanmış. Yeniden tasarlanan Avrupa kentlerinde ve genellikle Britanyalıların terk ettiği eski sömürge topraklarındaki ticari ve idari kentlerde de, 1960’lardan itibaren artık önüne geçilemeyecek bir ivme alarak, bu akım başlamış olur.

Ballard’ın yapıtındaki gökdelen betona ağırlık veren, kendi bünyesinde okulu, süpermarketi, restoranları, havuzları, bahçeleri, spor salonları olan, yani Le Corbusier ekolünden bir yapıdır ve La Cité Radieuse’den ilham almış gibidir. Aslında kitaptaki mimar Anthony Royal, Londra’nın doğu kesiminde 1967’de tamamlanan Balfron Tower ve Chelsea taraflarında 1972’de tamamlanan Trellick Tower binalarıyla meşhur olmuş, Macar asıllı Ernö Goldfinger’dan esinlenilerek yaratılmış. Eksantriklikten ve yaratıcı kibrinden bolca nasiplenmiş mimar, tasarladığı binada yaşar ve yanında çalışanlara işkence eden kaba davranışlarına rağmen gizemli bir çekicilik taşır - bugün kendi coğrafyamızda, ancak kibirli müteahhitlerden hareketle tahayyül etmeye çalışacağımız bir kişilik. (Kitabın en alt katmanından, primitif şiddete en yatkın kişisi, anlatı boyunca yükselmek için her şeyi yapan ve neredeyse hayvani içgüdülere sahip televizyoncu karakter Richard Wilder’ı da kendi coğrafyamızdaki sinemacı, reklamcı ve televizyoncu müteahhitlerden birkaçıyla özdeşleştirmemiz mümkün olabiliyor; ama ne yazık ki, bizim coğrafyada anlatının ana eksenindeki Dr. Robert Laing’le eşleştirebileceğimiz bir doktor ya da psikolog bulabilmek güç.)

[Mayıs 2016]

Coupland ve Şürekâsı


Douglas Coupland

Karanlık günlerde kitapları derinlemesine okuyamaz hale geldiğimi fark ettim bir süre önce. Kendi hayat meselelerim bir yana, dünyadaki çatışma hallerinden toplumca etkilendiğimiz zamanlarda, dikkatimin boyu epey kısalıyor. Daha gençken bu kadar içe kapanmazdım, yine afallardım ama bir süre sonra kallavi bir kitaba, diğer her şeyi dışarıda bırakarak yoğunlaşabilirdim. Ama son aylarda yaşadıklarımız yüzünden elime aldığım bir kitaptan ancak birkaç sayfa okuyabiliyor, sonra başka bir kitaba geçiyorum; her şey parçalanıyor sanırım. 

Bir süre önce ise, tam bu ruh haline uygun bir kitapla karşılaştım: The Age of Earthquakes (Depremler Çağı); alt başlığı da A Guide to the Extreme Present (Radikal Şimdiki Zaman İçin Bir Rehber). Henüz Türkçeye çevrilmemiş bir çalışma. Ünlü iletişim uzmanı Kanadalı Marshall McLuhan ile grafik tasarımcı Quentin Fiore’nin 1967 tarihli meşhur çalışması The Medium is the Massage’dan (Türkçede Ünsal Oskay çevirisi ve Yaradanımız Medya adıyla yayımlanmıştı) ilham alınarak hazırlanmış güncel bir sergi-kitap bu. Bangladeş kökenli İngiliz editör ve yazar Shumon Basar, yıllardır büyük bir ilgiyle takip ettiğim ve neredeyse zamane toplumu gurusu sayılabilecek Kanadalı yazar Douglas Coupland ile İsviçre doğumlu sanat küratörü ve eleştirmeni Hans-Ulrich Obricht tarafından yazıldı. Otuz beş sanatçının işlerinden bir seçki barındırıyor, tasarımı ise Wayne Daly’ye ait. Bugüne dek üç yayınevi tarafından (İngiltere’de Penguin, ABD’de Blue Rider Press ve Almanya’da Eichborn) yayımlandı. Kısa metinler ile görsel işleri buluşturan bu kitap, dijital enformasyon çağındaki hallerimiz üzerine distopik/apokaliptik, zihin açıcı ve sarkastik darbeler vuruyor. Misal, kitabın arka kapağındaki buruş buruş dünya küresinin tepesinde “Ölecek son kuşağa aitsin :-/” mesajı bulunuyor. Bana depresif bir haz duyuran bu mesajdan sonra, yıllardır takip ettiğim kara kahin Coupland’in neler diyeceğini merak ettim.

Hızlandırılmış bir kültürden masallar 


Douglas Coupland’le ilk karşılaşmam, pek çok kişinin hatırlayacağı, X Kuşağı kitabıyla olmuştu: Bizde Parantez Yayıncılık tarafından -Zeynep Akkuş çevirisiyle- 90’larda yayımlanmıştı; ama özgün adındaki alt başlık kapakta kullanılmamıştı: “Hızlandırılmış bir kültür için masallar.” Romanla yaratıcı metin faaliyeti arasında gidip gelen bu yapıtında Coupland, neo-liberal çağda uzlaştığımız yoğun çalışma ve seyrek kazanma koşullarında, ileri endüstri toplumlarındaki gençlerin kültürel koşullardan sıkılarak aylaklığa yönelmelerini ve orta sınıf beyaz yakalı işlerde çalışmak yerine baristalığı seçmelerini, birbirleriyle gün ağarana kadar sohbet etmelerini, nükleer felaket ve endüstriyel yıkım arazilerinde tıpkı Disneyland’i gezermiş gibi dolaşmalarını, ölümcül hediyelikler almalarını anlatıyordu. Diğer yandan da, pek çok zekice sosyolojik kavram üretiyordu: McJob ya da Brezilifikasyon gibi. Bu kavram ya da sloganlar romanı sıradan bir metin olmaktan çıkarıyor, dönemin ruh halini, “zeitgeist”ını ifade eden kült bir yapıt haline getiriyordu. Kurt Cobain’in Nirvana’sı ve depresyon hırkasıyla özdeşleşen toplumsal duyarsızlık ve kişisel yıkımın neşeli biçimde ele alındığı sonraki pek çok yapıtıyla da, Coupland, ortalıkta kafasını yitirmiş tavuklar gibi dolaşan orta sınıf insanının trajedisiyle örtüşmüştü. 

Kişisel olarak da ayrı bir drama işaret eder Coupland benim için: En sevdiğim kitaplarından biri olan Mikroserfler, Türkçede 2009 yılında Resif Kitap tarafından yayımlanacaktı. Ancak Resif Kitap’ın ortaklarından, kitabın editörü, yaşıtım Emre Yerlikhan talihsiz bir hastalık nedeniyle kitap fuarı günlerinde beklenmedik biçimde hayatını kaybedince, hem kitap ortada kaldı hem de Coupland okurluğu ve yayıncılığı hevesim bir tür batıl inançla gölgelendi. Her ne kadar İthaki Yayınları sonradan Oyuncu 1 romanını yayımladıysa da, gürül gürül bir Coupland akışı hâlâ mümkün değil. 

Halbuki J. G. Ballard’dan Margaret Atwood’a pek çok kara kahinden çok daha neşelidir Coupland’in romanları. Hatta kimi zaman zevzek bir “sitcom” senaryosuna sıkışmış gibi hissettirebilir; saçmalığı ağırlığını hafifleten bir taktiktir belki de. Dolayısıyla The Age of Earthquakes gibi sanata göz kırpan işlerinde yaklaşımının daha kristalize hali ortaya çıkar, acı saptamaları yutturmak için romansı şekerle değil de sanatla karıştırır.


Eski binalar gürültüyle yıkılırken


Zamanımızın “zeitgeist”ını ortaya koymaya çalışan bu yapıttan rastgele birkaç örnek vererek, bu tarz sergi-kitapların aslında birçok küçük öykü barındırdığını ve öykülerin birbirlerine nasıl çengellendiğini göstermek isterim: Bir sayfada “İnternetten önce bir yılda çok az mimimiz olurdu” ifadesi yer alıyor, karşısındaki sayfaya ise alt alta koca puntolarla yazılmış “Şimdi günde yüzlerce alıyoruz” yayılıyor. Sanırım Richard Dawkins’e borçlu olduğumuz meme/mim kavramı, belli bir kültürdeki bireylerde gözlemlenen davranış, fikir veya tarzları ifade ediyor. Aklıma Metis tarafından bir süre önce yayımlanmış, Adbusters ekibinden Kalle Lasn’ın hazırladığı Mim Savaşları geldi bu ifadeyi okuduğumda. Üzerimize yağan bu mim tadındaki işleri, toplumsal bilinç oluşturmak için kullanan aktivistlerin meydana getirdiği bir oluşum Adbusters. “Depremler Çağı”nda da gördüğümüz tavrı çok uzun zamandır sergiliyorlar. Birer zen tokadını hatırlatan grafik işler, fotoğraflar, metinler, sloganlar kullanarak bizi içine gömüldüğümüz konformist orta sınıf atıl yaşantısından uyandırmak istiyorlar sanki.

“Tesadüfün doğaüstü bir ‘alamet’ olduğunu hatırlıyor musunuz?” diye soruyor bir sayfada, hemen altında da “Şimdiyse alışkanlıklarınızı öğrenen akıllı bir bilgisayar algoritmasından ibaret,” diyerek moral bozuyor. Ne zaman ki dijital kitapçımız satın aldığımız ya da incelediğimiz kitaplardan hareketle tam da bize eldiven gibi uyan kitaplar önermeye başladı, sevdiğimiz bir insanın okuduğu kitabın peşine düşme romantizminden o zaman vazgeçtik galiba. Ya da arkadaşımızla birkaç gün önce konuştuğumuz bir konuya dair internet reklamlarına denk gelmek ve hatta telefonumuza o konuyla ilgili bir kısa mesajın düşmesi, paranoya kanallarını da açıyor elbette; ki bu da başka bir öykü aslında...

Mesela “Detroit’e hoşgeldiniz. Gelecekte her yer Detroit olacak,” yazısının altına, yıkılmakta olan binaların ardındaki gökdelen inşaatının fotoğrafı konmuş. Detroit yirminci yüzyılın en gelişmiş endüstri merkeziydi ABD’de ve yirmi birinci yüzyıla geldiğimizde endüstri üretiminin Çin’e ve diğer üçüncü dünya ülkelerine aktarılmasıyla toptan bir çöküşe girdi. Şimdi bu yazıyı yazarken penceremden bakıyorum da, metropolün göbeğindeki manzaram aynı: Eski binalar, iş makinelerinin gürültüsüyle yıkılıyor ve yerlerine gökdelenler dikiliyor. İşte Ballard’ın İstanbul Film Festivali’nde sinema uyarlamasını izleyebileceğimiz Gökdelen romanını anımsatan iki satırlık bir öykü...

[Nisan 2016]

30 Temmuz 2019 Salı

Dünya Edebiyatına Bakma Rehberi


W. G. Sebald

Her geçen gün yeni kitapların yayımlandığı dilimizdeki eserlerin ötesine geçip başka dillerde hangi kitapların yazıldığını merak etmeye başladığımızda ve üstelik yayınevlerinin ya da çevirmenlerin üretim temposuna veya tercihlerine kendimizi teslim etmekten sıkıldığımızda, başka türlü bir arayışa başlarız: Dünyada neler yazılıyor, neler okunuyor?

Normal şartlarda dünyanın diğer ülkelerindeki yayıncılığı merak edenler, yapıtlarını dünyaya ulaştırmak isteyen yazarlar, okurlarına yeni kitaplar, alanlar, yazarlar sunmak isteyen yayıncılar ve yeni metinleri bulmak isteyen dergicilerdir; ama teknolojinin imkanları, ticaretin çapı, okurun sınırları her geçen gün genişliyor, başka yerlere bakma arzusu büyüyor, dolayısıyla bir tür macera, arayış ya da merkezkaç mekanizması işliyor.

20. yüzyılın sonlarına kadar başka ülkelerle, dillerle, kültürlerle doğrudan teması olmayan insanların, dillerine çevrilmemiş metinlere ulaşmaları, hatta oradaki yazarlardan haberdar olmaları pek kolay değildi. Okur, yabancı dille eğitim veren bir lisede ya da üniversitede tahsil görüp kütüphanesinde bulduğu ya da edebiyat derslerine giren öğretmenlerin verdiği listeleri takip ederek temel bir edebiyat/metin birikimine sahip olabilirdi. İmkanları olanlar Paris’e, Londra’ya, Berlin’e eğitime giderler, oradaki kitabevlerini, kütüphaneleri karıştırırlar, dergileri alırlar, seminerlere katılırlar, kafelerde komşu masalarda oturanların okudukları kitaplara göz atarlardı. Bir taraftan da ülkenin çeşitli üniversitelerinde yabancı diller bölümü açılmıştı; dışarıda eğitim alıp gelenler buralarda ders verir, öğrencilerin neler okuyabileceklerini belirler, dergilere yazar, tez konuları dağıtır, dipnotlara kitapları, metinleri serpiştirirlerdi.

20. yüzyılın büyük kısmında, Türkiye, uluslararası ticaret kurallarına entegre değildi. 1886’da Bern Sözleşmesi’yle başlayan, 1947’de Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) kapsamında yeniden şekillenen, bugün Dünya Ticaret Örgütü şemsiyesi altında bulunan fikir hakları hukukuna 1952’de dahil oldu. Fakat yine de gelişmekte olan ülke statüsü kapsamına girdiğinden, yayıncılığın en temel meselesi telif hakları açısından istisnai bir konumdaydı. Yayıncılığı geliştirmek adına 1983’e, hatta neredeyse 1995’e kadar telifi, izni çok da önemsemeden, bir metnin yazarıyla, temsilcisiyle, yayıncısıyla iletişim kurmaya pek de gerek duymadan, göze kestirilenin yayımlandığı bir piyasa söz konusuydu. Böylece yabancı dillerde üretilmiş pek çok metin, gerek devlet kurumları (M.E.B. tarafından basılan klasikler gibi) gerek özel matbaalar ve yayınevleri tarafından yazarlara, akademisyenlere, nitelikli okurlara seçtirilip çevirtilerek yayımlanmıştı. Zamanında dergilerde öyküleri ya da şiirleri basılan, metinleri çevrilen pek çok yazar bu faaliyetlerden haberdar değildi. Bu dönemden çıkılıp yavaş yavaş telif hakları kuralları oluşturulunca, yeni aktörler de devreye girdi: Yazar temsilcileri, telif hakları ajansları, hukukçular, işletmeciler. Yayıncılığın gidişatını belirleyenler artık editörler ya da yazı işleri kurulu mensupları değil, neyin yayımlanıp yayımlanamayacağını belirleyen idareciler olmaya başladı. Bir zamanlar gözüne kestirdiği kitabı çevirip herhangi bir yayınevine gönderen çevirmenler, bu yönteme bugün başvurunca yayınevlerinden usanç dolu gülümsemelerle süslenmiş nazik ret yanıtları alıyorlar: “Söz konusu metnin telifi/izni ne yazık ki bizde değil.”

Eşzamanlı olarak bilişim teknolojileri alanında da çok önemli gelişmeler yaşandı ve dünya muazzam bir iletişim katmanı oluşturacak biçimde birbirine bağlandı. Marshall McLuhan’ın “Küresel Köy”ü oluşurken, her yörenin kendi yazarları ve okurları, dergileri, kitapçıları, kütüphaneleri aşarak televizyonlardan, internet sitelerinden, mobil enformasyon kaynaklarından birbirleriyle ve başka yörenin yazarları ve okurlarıyla ilişki kurmaya başladı. 1970’li yıllarda fiziksel olarak bir metne ulaşmadan o metni bilmeniz mümkün değilken, 21. yüzyılda hemen her metnin varlığından elektronik cihazlar sayesinde haberdar olabiliyorsunuz. Üstelik bu enformasyon, karşınıza künye bilgisinden hakkında yazılmış yazılara, metnin kendisinden genişletilmiş ya da görsel-işitsel yeniden tasarlanmış versiyonuna kadar çok çeşitli boyutlarda çıkabiliyor. Hatta eski dergilerin dijital arşivlere aktarılmasıyla ancak sahaflarda ya da kütüphanelerde bulabileceğiniz, kıyıda köşede kalacak metinler de dolaşıma sürülebiliyor, dijital bir eşleşmeyle karşınıza gelebiliyor. Teliflenen materyaller her zamankinden daha kolay ve seri bir şekilde dünyayı dolaşabiliyor. Farklı dillerden otomatik çeviri yapan programları da hesaba katarsak, bugün yayıncıyı, çevirmeni devreden çıkararak bir metni hiç yerinizden kalkmadan inceleyebilir, hatta rahatlıkla okuyabilirsiniz.

Bir zamanlar Sid Meier’in Civilization oyunlarının hayranıydım ve günlerimi bilgisayar başında, bu oyunda uygarlık geliştirerek geçirirdim. Bilenler için zihinde canlandırması kolay olacaktır: Kapkara bir haritada, tarihin şafağında halkınızın ilk temsilcileri ortaya çıkar ve sizden şehirler kurup, oyun kuralları dahilinde uygarlık geliştirerek dünyaya yayılmanız beklenir. Halkınızı haritada dolaştırdıkça dünyayı tanımaya başlarsınız ve harita da giderek netleşir. Başka halklardan, uygarlıklardan insanlarla karşılaşırsınız, keşfettiklerinizi değiş tokuş edersiniz. Bildiğimiz tarihi andıran, ama her seferinde alternatif bir tarih yazdıran bu oyunda dünya haritası hep kişisel temaslarınızla gelişirken, bir an gelir, haritacılık açısından kritik bir teknoloji geliştirirsiniz ve tüm dünya haritası, temas kurmadığınız uygarlıklar da dahil olmak üzere önünüze serilir. Harita ile toprakların eşitlendiği bir andır bu. İşte bilişim teknolojilerinin bize sağladığı imkan: Artık her kişi bir ansiklopedi maddesi, hemen hemen her metin dijital bir künye; ve tüm okurlar dünyanın tüm yazarlarına ulaşabilirler.

Dolayısıyla bugün geldiğimiz noktada, yayıncılık piyasasının dünyanın tamamına, enformasyon katmanından ulaşabilecek her kitaba yetişmesi mümkün değil. Yayıncılarla yazarlar ve telif ajansları arasındaki ilişkilerin boyutu, çevirmenlerin hızı, sektör işçilerinin üretim kapasitesi ne kadar artsa da genişleyen dünyaya cevap yetiştirmek uzun zaman alabilir. Dolayısıyla henüz topraklarımıza ulaşmamış ama ulaşsa hoşumuza gidecek, işimize yarayacak, ufkumuzu başkalaştıracak metinler bulmak için dünyaya bizzat bakmaya başlamalıyız.

Pratik bazı taktikler


Yayın piyasasına kimi zaman tam zamanlı kimi zaman serbest editörlük yaparak dahil olduğum için, yayıncıların erişebildiği yayınevi katalogları, ajans bültenleri gibi araçlardan yararlandığım oluyor; ama çoğu zaman okur gözüyle bakmayı yeğliyorum. Bir okurun kitabevine girip rafları karıştırarak, dergileri takip edip yazarların işaret ettiklerini merak ederek, sevdiği yazarların atıfta bulunduğu başka yazarları araştırarak kendi özel kütüphanesini yaratmasını çok seviyor ve önemsiyorum. Zihnimi amatör bir okur gibi dolaştırmayı, rastlantıların açtığı çatlaklardan ilerlemeyi tercih ediyorum. (Rastlantı bugünün dünyasındaki en önemli çıkış noktalarından biri aslında: Sıraya koyabileceğinizden çok daha fazla seçeneğin önünüze serildiği, kendizi bir darboğazda, tünelde hissetmediğiniz, ufkunuzun açık olduğu zamanlarda neyi seçeceğinize nasıl karar verirsiniz? Rastgelsin!) 

Elbette bu tarz bir okurluk, zamanı bol, kaynağı bol insanlara uygun. Zamanım da kaynağım da kesinlikle bol değil diyebilirdim, eğer böyle bir okur olabilmek için diğer alanlardan vazgeçmeseydim: Maç izlemek yerine Kenzaburo Oe’nin kitabını okuyorum, Sid Meier’in yeni oyununa günlerimi vereceğime Ben Lerner’in peşine düşüyorum, trafikte bir arabanın direksiyonuna zincirleneceğime metroda Hanya Yanagihara’nın A Little Life’ını inceliyorum, dünyanın gidişatı hakkında endişe duymak için Dinaw Mengestu’nun All Our Names’ini ya da Nadeem Aslam’ın Viran Ülkenin Bekçisi’ni okumayı sosyal medyadan herhangi bir yerde yaşanan terör saldırısının enformasyonunu toplamaya tercih ediyorum. Tercihlerinizi belirlediğinizde ne kadar çok zamana ve kaynağa sahip olacağınızı görmek şaşırtacaktır.

Dünyanın çeşitli noktalarında ortaya çıkmış yazarları ve metinleri takip etmek için çeşitli yöntemler geliştirdim. Pek çoğu başkalarının yöntemlerine de denk düşecektir. Mesela “benzerler”... Pek çok dijital kitapçı ya da uygulama, bizzat okurlardan ya da satış raporlarından veya görevlendirdiği kişilerin analizlerinden topladığı verilerle kitapları birbirine benzetir. Müzik takipçilerinin kullandığı programlarda geliştirilen algoritmik hesaplamalar doğrultusunda, birileri birileriyle yakın düşer, tıpkı yıldız haritaları gibi, grup oluşturur. Mesela literature-map.com sitesini kullanırım zaman zaman: Sisteme adını girdiğim yazara benzeyen yazarları sıralar; W. G. Sebald’ın Sándor Márai’yle, Bruce Chatwin’le, Joseph Roth’la, J. M. Coetzee’yle ya da Haruki Murakami’nin Cormac McCarthy’yle, David Foster Wallace’la, Philip Roth’la, Jonathan Lethem’le, Paul Auster ve Don DeLillo’yla yakınlığını görüp ne gibi bağlantılar bulabilirim diye düşünmeye, henüz okumadığım yazarlara yönelmeye çalışırım. Elbette Sebald’ın Benjamin’le bağlantısı burada gözükmeyebilir ya da Sebald’ın Álvaro Mutis, Paco Ignacio Taibo II veya Per Petterson ile bağlantılarını gösteren başka haritalar da bulunabilir.

Başka bir “benzerlik” arama yöntemi de “bir kutuya girenleri incelemek” biçiminde. Bir dergi, bir yayınevi, özel bir alanda faaliyet gösteren bir kitabevi benzer kitapları mümkün olduğunca aynı kutuya koymaya çalışır ve bu kutudaki bir yazarı seviyorsanız, yanındakilerden de hoşlanabilirsiniz. Mesela versobooks.com üzerinden meşhur Verso Yayınevi’nden yayımlanmış tüm kitapların kataloğuna göz attığımda Saramago’nun öykü kitabının Henri Lefebvre’in incelemesiyle yan yana düştüğünü görebilirim; Tarık Ali’yle John Berger’in, Jean Baudrillard’la Marshall Berman’ın komşu olduklarını anlayabilirim. Ne de olsa çizgisi olan bir yayınevi belli bir mantıkta seçim yapar ve yazarları/yapıtları belli bir mantıkta kutulara yerleştirir. Aynı şekilde lrb.co.uk sitesinden London Review of Books’un 1979’dan beri yayımladığı dergilerin içindekiler sayfalarına göz atmayı da severim: 25 Ekim’deki ilk sayısında William Golding’in, V. S. Naipaul’un, Jacques Attali’nin çeşitli kitapları hakkında yazılanlardan başlar, son sayısında yer alan Julian Barnes’ın son romanı Zamanın Gürültüsü hakkındaki yazıya göz atabilirim. (Abone olursanız yazıların kendilerine ulaşabilirsiniz, ama pek çok site üye olmadan da içindekileri karıştırmanıza izin verir. Ama İngiltere’nin en eski edebiyat inceleme dergilerinden The Times Literary Supplement’ı inceleyecekseniz mutlaka abone olmanız gerekir; hatta tarihi arşivler için başka abonelikler bile istenebilir.) Ya da Granta dergisi (granta.com) gibi dergiler bulursunuz, Japonya’dan, Hindistan’dan, genç Brezilyalı yazarlardan ya da İngiliz yazarlarından örnekler verilen sayılarına bakarsınız. Bugün hem kitabevlerinde hem de enformasyon cihazlarında çok sayıda dergi var, onları karıştırmak, edinmek, incelemek zor değil. Bir AVM’ye uğradığınızda, metropolün nitelikli bir kitapçısına girdiğinizde, havaalanlarında, kafede otururken bu tarz incelemelerde bulunabiliyorsunuz. Fransa’dan haberdar olmak istiyorsanız Le Magazine Littéraireya da Lire’e bakabilirsiniz mesela, İspanyolca yayınları Letras Libres ya da Revista de Libros’tan takip edebilirsiniz örneğin. Her dilde bu tarz yayınlar vardır; bilirsiniz ya da bilenlerden duyarsınız. Cihazınızdaki gazetelik uygulamalarından, kütüphane kataloglarından pek çok farklı dergiye ulaşabilirsiniz. Dünyanın enformasyonu oradadır. 

Sevdiğim bir başka yöntem de bir öncü seçip onu takip etmektir. Nitelikli okur olduğunu bildiğim yazarların peşine takılırım. Mesela Enis Batur’un kitapları ve yazıları bu tarz takipler için eşsizdir. Neredeyse elli yıldır okuduklarından bahseden, okuduklarından bir kısmının Türkçeleştirilmesini sağlayan, onun bahsettiği isimlerden bu diğer isimlerin bahsettiklerine doğru genişleyen bir takip listesi oluşturulabilir. Ya da Orhan Pamuk’un veya başka yazarların kütüphanelerinin fotoğraflarını incelemek mümkündür. Don DeLillo’nun kitaplarını, Orhan Pamuk’un kütüphanesinin bir fotoğrafında gördükten sonra okumaya başlamıştım ve kimin kimi işaret ettiğinin karıştığı bir labirentte bulduğum bu yazarın peşinden daha pek çok metne gitmiştim. Julian Barnes’ın ya da Will Self’in dergi yazılarında bahsettiği yazarları merak ettiğim de, Jonathan Franzen’ın ya da Zadie Smith’in bahsettiklerini araştırdığım da olmuştu. Yazarlar aynı zamanda iyi okurlardır. Antoloji hazırlayan akademisyenler de öncülük yapabilir: Harold Bloom, Terry Eagleton, James Wood, Susan Sontag, Pierre Bayard, Umberto Eco, Tzvetan Todorov gibi isimlerin çalışmaları da zorlayıcı güzergahlarda rehberlik edebilir, listeler oluşturmaya yardımcı olabilir.

Enformasyon cihazlarındaki en basit ansiklopedi uygulamalarında bile takip edilebilecek çok isim bulabilirsiniz aslında. Arama motorunuza mesela “African writers” yazın ya da internet ansiklopedinizde “Nigerian writers” diye arama yapın, şaşıracaksınız. “Albanian writers” derseniz İsmail Kadare başta olmak üzere ne kadar çok Arnavut yazarın bu dünyadan gelip geçtiğini göreceksiniz. “Syrian writers” diye araştırma yapın mesela, sonra hangilerini biliyorsunuz diye sorun kendinize, yıkılan bir ülkenin hiç bilmediğiniz edebiyatına merak salın. Aramasını bilenlere her kaynakta enformasyon var, her enformasyon bir kültürel varlığa işaret ediyor, enformasyon dünyaya götürüyor.

Her ne kadar kimi zaman kısır tanıtım çalışmaları olarak görülse, belli bir çevrenin körler-sağırlar ilişkisi olarak eleştirilse bile ödüller de önemli. Pek çok ödül, onu alanı büyütmüyor ya da küçültmüyor, sadece işaret ediyor, geçici bir süreliğine aydınlatarak tarihe yazılmasına yardımcı oluyor. Kimi zaman aday olmak bile yetiyor. Man Booker alanlar kadar aday olanları da ciddiye alıyoruz; Franz Kafka ödülünü kazanan bir ismin Kafkaesk öyküler antolojisinde işleri yayımlansa şaşırmayız; Goethe ödülünü ya da Prince Asturias’ı alanı önemseriz, aynı isim Nobel alırsa şaşırmayız. Her ülkenin, dilin, piyasanın işaretleme yöntemleri olarak kullanılır ödüller ve de kimi listeler. Çoksatarların alternatifi olarak da düşünülebilirler.

Bunca yazara, metne, enformasyona ulaşmanın asgari teknolojik ve kültürel sermaye gerektirdiği yadsınamayacak bir durum. Yine de 20. yüzyıla oranla çok daha şanslı olduğumuz unutulmamalı. Yayınevleri ve yerel yayın piyasası aracılığıyla ulaşabileceklerimizin belki de çok ötesinde olanlardan artık kısa zamanda haberdar olabiliriz. Birkaç yıllık sıkı bir çalışmayla teknolojik donanımımızı geliştirebilir, cihazlardaki uygulamalardan ve kendi öğrenme iştahımızdan yararlanarak her türlü metni sökebiliriz. James Joyce’un kitabını yazdığından çok daha kısa sürede Finnegans Wake’in çeşitli çevirilerle dilimizde okunabildiği bir dönemde olduğumuzu iyi anlamalıyız. Ama hâlâ Stevenson’ın, Dostoyevski’nin, Gogol’ün peşinden koşmamıza da hiç gerek yok. Okuruna daha çağdaşını, daha farklısını ulaştırmak yerine, telifsiz klasikleri çevirmek için büyük çaba harcayan yayınevlerinden sıkılanlar gözlerini dünyaya çevirebilirler artık. Telif ve bilişim koşullarının yeni kısıtlamalar ve imkanlar getirdiği bugünün dünyasına bakmaktan, akıl yürütmekten asla vazgeçmemeli...

[Mart 2016]

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Starman'in Seyir Defteri


David Bowie - Starman

09.01.2016, 13.37: David Bowie, 69 yaşına basmış bugünlerde. Yeni albümü Blackstar’ı şu anda dinliyorum. 1960’lardan beri müzik yapan bir rock ikonu Bowie. Aynı zamanda küresel kültürün en NATO isimlerinden biri. Avrupa’nın göbeğinde, Berlin’de yükseliyor Bowie’nin kaidesi. Britanyalıdan Avrupalıya dönüşebilen Bowie, Berlin’de New Yorklularla (Lou Reed vs) ve Almanlarla (Wim Wenders vs) buluşarak sanatsal aktivitelerini yoğun tutmuş, bir bakıma Doğu Avrupa’nın komünist ve sosyalist sistemlerinin pes edip Batı’ya yönelmesine yardımcı olmuş.

1945 sonrası dünyanın en önemli sanatçılarından Bowie, aynı zamanda kuir bir ikon. Cinsiyetten ve eğilimden öteye geçip özgün personalar öne süren bir kişi olarak izi bugünün kültüründe çok belirgin. Özgür dünyanın sanatla harmanlanmış en özgür personalarını sunarken gençleri her zaman etkileyecek bir yaratıcı/kültür üreticisi olduğunu kanıtlıyor. İngiliz Bowie, bugünün Avrupa’sıyla tam anlamıyla örtüşen bir figür sanki. NATO, Common Wealth ve Avrupa Birliği gibi küresel-ticari-askeri ortaklıkların ötesinde kulaklığıyla yalnız bir birey.

11.01.2016, 09.27: Daha dün Blackstar albümünü alıp dinlemeye başlamıştım. David Bowie gitmemeliydi. Gitmeyecek gibi geliyordu. Bu kadar dinç, üretken, karizmatik biri olmazdı zaten. Sanırım gerçekten bu dünyaya düşmüş bir uzaylıydı Bowie. Tarifsiz bir üzüntü bırakacak bizde. Ama belki de gezegenine geri dönmek zorunda kalmıştır…

09.46: Belki de Freddie Mercury’nin “Show Must Go On” parçası gibiydi Bowie’nin üç gün önce yayımladığı “Lazarus” klibi…

12.00: David Bowie’nin öldüğü gün. Birdenbire oldu sanki. 18 aydır mücadele ettiği kansere bağlı bir sebepten öldüğü açıklandı. İnsanın çürümesi mi kanser? Parça parça çürüme, kritik organlara ulaştığında insanın canının gitmesine sebep oluyor. Bedenin bir yerlerinde o insanı oluşturan bir can mekanizması var. Bedenin diğer yerlerine ne olursa olsun o cana bir şey olmadığı sürece kişi hayatta kalıyor. Ama o can çürüdüğünde kişi ölüyor, hayatta sadece çürümeye kalacak bedeni kalıyor. Beden çürümeye can gitmeden başlıyor zaten. Yine de birtakım mekanizmalar bedende çürüyenleri yenileyebiliyor. Bedenin güçlenmesi, çürüklerinden kurtulması canı da rahatlatıyor galiba. Kişinin o canla ne yapacağı bir ölçüde ruhuna bağlı. David Bowie’nin ruhu, bunca yıldır yaptıklarına bakınca, çok güçlüymüş. O ruh canı gidince bile bıraktıklarında, yarattığı imgelerde ve izlenimlerde etkili olmaya devam edecek. Bir ölçüde David Bowie ruhu ölümsüzlüğe erişti. Canı gitse de, bedeni çürüse de, bifiil tarihte faaliyet göstermeyi bitirse de, ruhundan yaydıkları sadece yakınlarında değil, dünyadaki pek çok insanda etkilerini sürdürecek.

Hava güneşli. Ocak ayının ortasında hava sıcak İstanbul’da. Belki de Bowie’nin batan güneşi/kararan yıldızı ısıtıyordur bizi. Belki de bazı ruhların canı sönünce bedenden çıkması dünyayı aydınlatıyordur.

16.01.2016, 13.02, Sarah Blasko’nun Bowie’den “Life on Mars” yorumu eşliğinde: Aynı zamanda Mars’ta… David Bowie odalarında sıkılan “iyi aile çılgını” çocukların dönüştürücüsü bir kavalcıydı… Bowie’nin sunduklarına kapılarak renklendik ve hayatı siyahla beyaza indirgeyenlere aldırmadan odamızda renklerimizi büyütmeyi akıl ettik. Güzel yaşayıp güzel öldü Bowie ve şık bir kavalcıydı…

21.01.2016, 11.08: Ceyhan’la, bu ay David Bowie üzerine yazmama karar vermiştik. Zaten yazmıştım pek çok cümle, daha ötesine geçmek için interneti taradım, eski Roll’ları karıştırdım, Critchley’in yazdığı biyografiye göz attım, geçen sene Everest’in yeniden yayımladığı ve kapağında o meşhur Thomas Jerome Newton rolüyle kedi gözlü androjen Bowie’nin gözüktüğü Walter Tevis’in Dünyaya Düşen Adam romanını okudum. Zaten gerek kitabın Nicholas Roeg tarafından 1978’de çekilmiş filminde olsun, gerek Julian Schnabel’in beni çok etkilemiş Basquiatfilmindeki Andy Warhol rolünde olsun, gerekse de Christopher Nolan’ın Prestij’inde canlandırdığı Nikola Tesla rolünde olsun Bowie’nin pek çok oyunculuk performansını izlemiştim (hâlâ Furyo ya da Labyrinth gibi önemli filmleri var izlemediğim, şanslıyım sanırım). Dün New York’ta olsaydım Bowie’nin son prodüksiyonu Lazarus’u tiyatroda izleyebilirdim ya da 13 Mart’a kadar Hollanda’ya, Groningen’e gidebilsem, Groniger Müzesi’ndeki “David Bowie is” sergisinde sergilenen Bowie’nin hayatından 3000 objeyi incelerim. Şimdi bile bu satırları yazarken son derlemesi Nothing Has Changed’i dinleyerek Bowie incilerini hatırlıyorum. İnternetteki videolardan kliplerini, kliplerindeki sanatsal yorumlarını çok izlemiştim, ama dün gece Bowie’nin neşeli anlarını içeren videoları da izledim ve muazzam zeki, mahremiyetine önem veren, insanlara karşı tüm egosuna rağmen nazik, gerektiğinde mesafeli, her an bir role bürünebilecek karakterine de şahit oldum. Kendisinden birkaç gün sonra yine 69 yaşında (69 yeni 27 mi?) kanserden ölen Alan Rickman ve Bowie için ortak yapılan yorumlardan birinde, bu iki sanatçının da işçi sınıfından çıkıp sanat okulları sayesinde neredeyse birer “Working Class Hero” haline geldiği belirtilmişti. İzlediğim röportajlarından birinde Bowie kahraman olduğunu reddediyordu, sadece işini yapan biri olduğunu belirtiyordu. Belki de bu yüzden magazin basını Bowie’nin özel hayatıyla ilgili hiçbir elle tutulur bilgiye ulaşamıyor, karısıyla, çocuklarıyla ilişkilerini deşemiyor, Bowie’nin kendisini sunduğu çok renkli personalarının dışında dünyevi Bowie’yi ortaya çıkaramıyordu. Zevzek bir gazete yorumu, Bowie ve Rickman’ın kanserleri için “secret” (gizli) ifadesini kullanıyor, bir okur yorumu da “private” (mahrem) denilmesi gerektiğini vuguluyordu. Evet, bizlerin sahnede, filmlerde, plak kapaklarında, dergi röportajlarında, tanıtım kampanyalarında gördüğü kişinin, içi, ötesi, berisi bizi ilgilendirir mi hiç? David Bowie müthiş bir profesyonellik ve yaratıcılık sergileyerek, gidişini noktası noktasına kadar kurguladı, sahneden nasıl inilmeden çıkılacağının dersini verdi adeta. Bir arkadaşımla konuşurken Elvis’e dair bir benzetme yaptık önce, Bowie’nin ölümünün izlerinin görülmemesinin, ileride, “Bowie ölmedi, aramızda yaşıyor,” söylentilerine yol vereceğine dair imalarla, ama sonra ikisi arasındaki en önemli farkın, Elvis’in tükenerek kendisini bitirdiği, Bowie’nin ise zekasının ve karizmasının zirvesinde bu dünyadan ayrıldığı şeklinde olduğunu belirttik. Doğru, David Bowie dünyamızdan ayrıldı ama ruhunu bize katarak…

21.01.2016, 00.37, David Bowie’nin “Blackstar” klibi eşliğinde: Ve hayatının öyküsüyle Starman kararır… İyi uykular.

[Şubat 2016]

Ödüllerin Işıltısında 2015


Adam Johnson

Sıradan bir okurun takip edemeyeceği kadar çok kitabın yayımlandığı dünyamızda pusula olarak kullanabileceğimiz mekanizmalardan birinin de ödüller olduğunu birçok kere belirtmiştim. Geçtiğimiz yılın değerlendirmesini bir de dünyanın çeşitli yerlerinde dağıtılan ödüllere bir göz atarak yapmaya niyetlendim. Böylece kötü bir yılın iyi kitaplarına ulaşabilmek bir nebze mümkün olabilir.

İrlanda'da, eskiden sponsorunun adıyla bilinen, bir keresinde Orhan Pamuk'un da aldığı Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülü müthiş bir iş yaparak upuzun liste yayımlıyor her sene. 2016'nın ödülü için dağıtılan o listeyi bulanlar, geçtiğimiz yıl İngilizce yayımlanmış ve okurları heyecanlandıran neredeyse tüm yapıtların bilgisini edinmiş olabilirler. 2015'te bu ödülü, Jim Crace Harvest (Hasat) romanıyla almıştı. Bir zamanlar ilk romanıyla bu ödülü kazanmış Kevin Barry, ikinci romanı Beatlebone ile, İngiltere'de ve İrlanda'da İngiliz bir yayıncı tarafından yayımlanan ve "roman türüne yeni olanaklar kazandıran" yapıtlara Londra Üniversitesi'nin Goldsmiths kurumu tarafından (İngiliz İşçi Partisi yayını New Statesman'ın desteğiyle) verilen Goldsmiths'i kazandı. Üç yıldır verilen bu ödüle benzeyen bir başka İngiliz ödülüyse, Londralı yayıncı The Folio Society'nin sponsorluğunda 2014 yılında -oldukça medya gürültüsü yaparak- verilmeye başlanan Folio Ödülü'ydü. İngiltere'de basılan İngilizce yazılmış herhangi bir kurgu yapıtına verilen bu ödülü, bu sene William Fiennes başkanlığında, The Observer yazarı Rachel Cooke, yazarlar Mohsin Hamid, AM Homes ve Deborah Levy'den oluşan jüri, 1971 doğumlu Hint kökenli Amerikalı Akhil Sharma'nın ikinci romanı Aile Hayatı'na (Türkiye'de April Yayıncılık tarafından Ergin Kaptan çevirisiyle yayımlandı) layık gördü. Pen/Hemingway ve Whiting ödüllerine layık görülmüş ilk romanını 2000'de yayımlayan Sharma, uzun aralıklarla, ince eleyip sık dokuyarak yazıyor anlaşılan, ama karşılığını da görüyor. Yalnız sponsorunun çekilmesiyle boşluğa düşen bu ödül, bu sene verilmeyecek. Rakibi Man Booker ile birleştiği söylentileri de kulağımıza geldi. Man Booker bu yıl, belki takip etmişsinizdir, Jamaikalı Marlon James'in A Brief History of Seven Killings (Yedi Cinayetin Kısa Tarihi) adlı romanına verilmişti. Aynı roman, ırkçılık karşıtı ve insanlık kültürünün zenginliğinden yana kişilere ve yapıtlara verilen, Clevelandlı hayırsever ve şair Edith Anisfield Wolf'un adını taşıyan Anisfield-Wolf Kitap Ödülü'ne de layık görüldü. Bugün Cleveland Vakfı tarafından verilen bu ödülü zamanında alanlar arasında Martin Luther King Jr., Wole Soyinka, Nadine Gordimer, Toni Morrison, Ralph Ellison, Edward Said, Derek Walcott gibi önemli isimler yer alıyor.

Amerikan Ulusal Kitap Ödülü 2015'te -yakınlarda Pegasus'tan Güneş Demirel çevirisiyle yayımlanmış Yetimlerin Efendisi'nin Öyküsü romanıyla 2012'de hem Pulitzer hem de Ulusal Kitap Eleştirmenleri Çevresi ödülünü kazanmış- Adam Johnson'un yeni öykü kitabı Fortune Smiles'a verildi. Johnson bir yıl önce de, Kurt Cobain hakkında yazmış olduğu "Nirvana" adlı öyküsüyle, dünyanın en fazla maddi getirisi olan öykü ödülüne layık görülmüştü. Bu sene Pulitzer de, Ulusal Kitap Ödülü'ne de aday gösterilmiş, yine ülkemizde Koridor Yayıncılık tarafından Handan Ünlü Haktanır çevirisiyle yayımlanan Göremediğimiz Tüm Işıklar romanıyla Anthony Doerr'e verildi. Pek çok yayın tarafından yılın en etkileyici yapıtlarından biri olarak gösterilen Doerr'in kitabı, tarih, savaş, aşk, özel yetenekli çocuklar gibi temalar taşıyordu.

ABD'nin güney komşusu Meksika'dan Fernando del Paso ise, İspanyol Kültür Bakanlığı'nın İspanyolca yazanlara verdiği 125 bin euro değerine erişmiş, romanın büyük atası Cervantes'in adını taşıyan ödüle layık görüldü. 80 yaşındaki yazarın hiçbir kitabının dilimize çevrilmediğini belirtelim. Edebiyatın en büyük (ama gitgide en politik hale gelen) ödülü Nobel ise Ukraynalı Svetlana Aleksiyeviç'e verildi. Türkçede şimdilik baskısı tükenmiş Nazi İşgalinde Sovyet Kadınlar ve Çernobil'den Sesler adlı iki yapıtıyla bulunan bu yazar, şair ve gazetecinin yapıtları yakın zamanda daha yaygın biçimde dilimizde bulunabilecektir sanırım. Bazen bu ödülün kritik coğrafyalardaki mühim aydınlara verildiği izlenimini çok fazla hissediyoruz; Aleksiyeviç de, son senelerde kabaca ülkedeki Rus yanlılarıyla Avrupa yanlıları arasında ikiye yırtılan ve zamanında dünyanın en vahim kazalarından birini yaşamış bir ülkenin trajik kaderi biraz daha vurgulansın diye seçilmiş gibi hissettiriyor.

Fransa’da neler oldu?


Müslüman coğrafyayla Avrupa siyasi kültürünün Avrupa yakasında en fazla kesiştiği ülke olan Fransa’da, tarihin hareketlerinin vehametini gitgide daha fazla hissediyor. Buna rağmen, edebiyat ödüllerinde Fransızlar bu kesişim meselesini etraflıca çeviren yapıtlara yönelmiş gözüküyorlar. Bahsetmiştim, Fransız Akademisi'nin Büyük Roman Ödülü iki Gallimard yazarı, Cezayirli Boualem Sansal'ın 2084: la fin du monde (2084: Dünyanın Sonu) ve Tunuslu Hédi Kaddour'un Les Prépondérants (Baskın Gelenler) arasında paylaştırıldı. Goncourt ödüllerinde Türkiye'de de sevilen Mathias Énard'ın Boussole (Pusula) romanı büyük ödülü alırken, ilk roman için verilen ödülü Albert Camus'nün Yabancı'sına kontra çıkan, 1970 Cezayir doğumlu Kamel Daoud'un Meursault, contre-enquête’si (Meursault, Öteki Soruşturma) aldı. Prix Femina'yı -sosyolog Luc Boltanski'nin oğlu, ünlü sanatçı Christian Boltanski'nin yeğeni- gazeteci Christophe Boltanski, ailesini odağına aldığı biyografik romanı La cache (Sığınak) ile kazandı. Prix Renaudot, Delphine de Vigan'ın D'après une histoire vrai (Gerçek Bir Olaydan Esinle) adlı romanına layık görülürken; önceki yıllarda Philippe Dijan, Michel Houellebecq, Frédéric Beigbeder gibi isimlere verilmiş olan Prix Interallié, Laurent Binet'nün La Septième fonction du langage (Dilin Yedinci İşlevi) adlı kitabına layık görüldü.

Ve gelelim bizim için de büyük önemi olan Prix Médicis'e: Fransız edebiyatı açısından Nathalie Azouiar'nin Titus n'aimait pas Berenice (Titus Berenice'i Sevmemişti) kitabı bu ödülü kazanırken, çeviri yapıtlara verilen bu en önemli Fransız ödülü, Orhan Pamuk'un Kar romanından 10 sene sonra, Hakan Günday'ın Galaade Éditions tarafından Jean Descat çevirisiyle yayımlanan Daha romanına verilince gururumuz bir kere daha kabardı. Demek ki, çağdaş edebiyat haritasında bizim de yerimiz varmış.

[Ocak 2016]

Dünya Endişesi Yılbaşı Melankolisine Karışınca


Marlon James

Ciltli, ciltsiz... Büyük boy, orta boy, küçük boy... Çoğunlukla orta sehpalarda gördüğümüz dev boy, şömizli, ciltli, bol fotoğraflılar... İncecik hurufatıyla mini kitaplar ya da klasik cep boyları... Kimisi kalın, niteliği yüksek kağıtlara basılmış; kimisi çevre dostu, gerikazanımlı kağıtlara... Farklı yayın piyasalarında tasarlanmış, alanının en iyisi fotoğrafçılarla, çizerlerle, kapak (ve kitap) tasarımcılarıyla çalışılmış... Editörler derlemiş, yazarlar yazmış, başka yazarlar önsöz ve sonsöz eklemiş, bol keseden dağıtılan övgüler kapaklara serpiştirilmiş, kimilerinde araştırmacıların bin bir emeğiyle arşivler taranmış, kütüphaneler karıştırılmış, yayınevi salonlarında, kahve köşelerinde, öğlen yemeklerinde nice toplantılar yapılmış... Grafikerler, düzeltmenler, matbaa emekçileri gece gündüz çabalamış... Kutular, ayraçlar düşünülmüş; özel paketler, beşibiryerdeler ayarlanmış, satış ile finans departmanları ne kadar indirim yapılacağını ya da ederinin ne olacağını hesaplamaya çalışmış... Haftalar, belki de aylar öncesinden tanıtımlar başlamış, internette kampanyalar, dergilerde reklamlar, kitabevlerinde vitrinler ayarlanmış... Herkes yılın son festivali sayılabilecek yılbaşında gelecek okurları, kitap meraklılarını, sevdiklerine hediye verecek müşterileri bekliyor artık. Sezon kitaplarının tanıtıldığı büyük kitap fuarlarının ardından, yeni yılın kitaplarının tanıtılacağı dönem gelene kadar, insanlığın büyük kısmının ilgisi piyasa ekonomisinin kanıksanmış çarklarının dönmesine yarayacak. Peki bu yılbaşı çıkartmasından okur (ya da hediye avcısı) kendisine nasıl yol çizecek, kalabalıklar arasında gözüne bir hedef kestirebilecek mi ya da enformasyon kirliliğine kapılmadan sevdiklerine işe yarar bir şeyler seçebilecek mi? Ya da dünyanın endişesi, savaşların acıları, mültecilerin dramları, farklı mücadelelerin tetikçileri, bu şenlikli ortamı solduran hamleler yapacak ve bunca çaba boşa mı gidecek?

Aklımda böyle bir endişe olmadan kitabevlerini dolaşırken ya da elektronik cihazımla interneti karıştırırken ekseriyetle zihnime kazınmış isimlerin, konuların, yapıtların karşımda rastlantısal olarak belirmesiyle veya elime aldığım bir kitabın ufacık bir detayının attığı kancaya takılarak tercihlerimi yaparım. Ama bir bilene, kitabevi çalışanına başvurmak, yılbaşı için özel hazırlanmış seçkilere bakmak da işe yarayabilir. Şiddetli ve hazin geçen bir yılın sonunda, metropol köşelerinde yaşanan saldırıların ve kitle kültürü açısından daha çorak coğrafyalarda kıyasıya sürdürülen savaşların yarattığı hayati bir endişeyle, tedirgin ve hızlı bir biçimde bir ufuk taraması yapalım...

Linç geceleri ve mülteci hayatlar


Hollanda’da faaliyet gösteren American Book Center adlı kitapçının çeşitli çalışanlarının önerilerini alıyorum. Örneğin Amsterdam’daki şubeden Peter’in önerilerinden biri, Scribner tarafından kasım ayına ciltli ilk baskısının yetiştirildiği Stephen King’in kalın yeni öykü derlemesi The Bazaar of Bad Dreams (Kötü Rüyalar Çarşısı): Bugün dünya çapında yayılan savaşın, çağdaş kabus yontucusunun öykülerine yaklaşıp yaklaşamadığını merak ediyorum. Ya da Ester’in önerilerinden karton kapaklı baskısı Influx Press tarafından yazın yapılmış, Italo Calvino’nun meşhur eseri Görünmez Kentler'i çağrıştıran, Darran Anderson’un hazırladığı Imaginary Cities. Renate’nin önerilerinden ilgimi çeken, Clarice Lispector’ün ağustos ayında New Directions tarafından yayımlanmış The Complete Stories’i (Tüm Öyküleri). 1920’de Ukrayna’da doğmuş, o dönemin çalkantıları ve Yahudi düşmanlığı nedeniyle bir linç gecesinden zar zor kurtulmuş ailesi mülteci olarak Latin Amerika’ya göçmüş, orada hem Brezilya’nın hem de Kafka sonrası Yahudi edebiyatının en önemli isimlerinden biri haline gelmiş, 1977’de dünyamızdan erken ayrılmış bu kadın yazarın öykülerini hep merak etmişimdir zaten. (Peki, acaba bugünün linç gecelerini ve mülteci hayatlarını kimler yazacak önümüzdeki yıllarda?)

Hollanda’dan Fransa’ya geçmek istiyorum: Kaos yaratan terörün ortasında dolaşmak tedirgin edeceğinden kendime kerteriz olarak ödülleri seçiyorum. Fransız Akademisinin bu yıl roman büyük ödülünü layık gördüğü iki romandan biri olan, Cezayirli yazar Boualem Sansal’ın Gallimard’dan çıkan 2084: La fin du monde (2084: Dünyanın Sonu) adlı kitabı mesela. Orwell’in 1984’ünü anıştıran yapıt, Abistan adı verilen bir ülkede geçen, bir parça Kafka ya da Saramago, bir parça LeGuin, ama daha çok İslam diyarı metaforlarının serpiştirildiği bir kurgu olarak çarpıyor benim de gözüme. Michel Houellebecq’in Soumission’uyla birlikte okunduğunda, Fransızların İslamla imtihanının nasıl gelecekler kurgulattığını anlayabilmek mümkün olabilir belki, tabii az ötede biri kanıksanmış bir saldırı yapmazsa ya da dünyanın tüm kuvvetli hava kuvvetlerinden birinin gönderdiği bir füze oturduğumuz yere düşmezse...

Belki Britanya daha neşelidir diye Waterstones’a göz atıyorum. Man Booker ödülünü bu yıl alan Jamaikalı Marlon James’in Bob Marley suikastını odağına aldığı The History of The Seven Killings (Yedi Cinayetin Hikâyesi) kurşun delikli plağıyla raftan göze batıyor. Bu sefer anlaşmazlıkların, şiddetin, kaosun arka planında İslam yok ama uyuşturucu, tetikçi, gazeteci, istihbaratçı son 30 yılın Jamaika’sındaki koşulları kurgulayan bu metinde bol bol var. Belki de dünyanın kaosunu tasarlayanların illa tek bir kültüre, tek bir inanca, tek bir millete, tek bir devlete ait olmaları gerekmiyordur. 

Dünyanın endişesini bu hediye avı seansında gideremeyeceğimi fark edip son olarak bir kaçış yapmaya niyetleniyorum, hediye raflarında. Harper Collins Tolkien’in meşhur yapıtlarını yazdığı dönemlerde çizdiği haritalar, resmettiği sahneler, yaptığı eskizlerden oluşan The Art of The Hobbit ve The Art of The Lord of the Rings adıyla iki ciltli, özel kutulu, prestijli bir kitap yayımlamış. Bunların yanına bir de Phaidon Press’ten yayımlanmış Magnus Nilsson’un hazırladığı The Nordic Cookbook’u ekliyorum; kederli yılsonu yemeğini İskandinav mutfağından seçmeyi planlayarak... Ya da en iyisi Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam romanlarının İngilizce baskılarının özel kutusundaki üç cildini yanıma alıp, bir orman kıyısındaki hayali bir eve kapanayım, yalnız bir adamın kaygı dolu hayatını okuyayım...

[Aralık 2015]

28 Temmuz 2019 Pazar

Bu Dünya Bitti, Kalk Mars'a Gidelim


Kim Stanley Robinson

Avrupalı denizciler okyanusa açılarak –tesadüf eseri ilk adımda– keşfettikleri uzak diyarların tarihini silah zoruyla hiçe sayıp kendi kültürlerini dayatırken, anakıtaları muazzam iktidar savaşlarına, din çatışmalarına, mezhep kavgalarına sahne olmaktaydı. İber yarımadasında hâkimiyetini kuran Kral Fernando ve Kraliçe Isabel, Columbus’u batının karanlık sularına gönderirken, krallıklarındaki Müslümanları askeri, Yahudileri dini (engizisyon) yöntemlerle sürmüş, öldürmüş ya da Hıristiyanlaştırmıştı. Denizcilerin talih ve başarıları, teknolojiyi ve maddi kültürü geliştirmiş, hırsları birbirlerinden ayrılmış kavimleri zorla birleştirmişti. O dönem eski topraklarda sıkışan halklardan deniz kıyısında yaşayanların (Britanyalılar, Hollandalılar, İspanyollar, Portekizliler vd) önce hayallerini süsleyen kaçış planları, zamanla kimileri için trajik tesadüflere kimileri içinse talihli fırsatlara dönüşmüştü... Dünya tarihinin keşifler ve koloniler dönemini daha fazla özetlemeye gerek yoktur herhalde.

Bugün kendi çağımızda çok benzer bir tablonun içinde bulunduğumuzu her gün yeni baştan fark ediyoruz belki de. En ufak bir boşluğu bile mülkiyete çeviren, maddeyi sömüren, az sayıda kalan ferah yerleşim alanlarını ötelerdeki müthiş askeri yığınaklar ve savunma sistemleriyle tesis edebilen, geri kalan bölgelerde üst üste yığılmış insanların mütemadiyen birbirleriyle dalaşıp her boyutta eziyetlerle yaşamını sürdürdüğü bir tür Bruegel tablosuna benziyor dünyamız. Birlikte yaşamayı beceremediğimiz sayısız durumda keder, ıstırap, öfke, kin ve nefret saçan çatışmalara kalkışıyor ve kendi yaşantımızı ya da çevremizi cehenneme çevirmekten çekinmiyoruz. İşte bu kaos enformasyon cihazlarımızdan dimağımıza yayılırken, zamane denizcileri olan uzay insanlarının ve uzay kuruluşlarının Columbusgilleri andıran seyahatlerinden (gerçi şimdi yapay zekalı robotlarımız, gelişmiş metallerimiz, dijital enformasyon ağımız var) keşif haberleri de geliyor: Mars’ta su bulunuyor, cüce gezegen Plüton’un vesikalık fotoğrafı çekiliyor, karanlık uzayla bildiğimiz mavi gökyüzünün arasındaki bariyer ileri uzay teknolojiyle aşılıp duruyor.

Özetle, insanlık olarak ne zaman eski dünyamızı yaşanmaz hale getirsek, kendimize yeni bir dünya aramaya başlıyoruz; üstelik bulduğumuz yeni dünyaları üç vakte kadar eskisine benzeteceğimizi de gayet iyi biliyoruz artık.

Fantezilerden bilimsel simülasyonlara Mars kurgularımız


Üst üste gelen uzay keşiflerine son yıllarda sinema endüstrisinin büyük prodüksiyonları da destek veriyor, promosyonunu yapıyor. Bilimkurgu literatürü yüzyılı aşkın bir süredir insanların uzayla ilgili hayallerine önce fantezi boyutunda, sonra da ciddi olasılıklar ve simülasyonlar biçiminde destek veriyordu zaten. Ekim ayının ilk günü The Guardian’da yayımlanan bir yazısıyla, zamanımızın en popüler “hayal yontucusu” George R. R. Martin, kendi deneyimlerinden ve perspektifinden süzdüğü kısa bir kronolojiyle Mars üzerindeki kurgusal hayallerimizin nereden nereye geldiğini anlattı. İnsan bilimlerinin mitolojiden sosyolojiye akışı gibi, Mars’la ilgili bilimkurgusal hayallerimizin de E. R. Burroughs, H. G. Wells, Percival Lowell, C. S. Lewis, Robert A. Heinlein, Ray Bradbury ve Roger Zelazny gibi ustaların eserlerinde pek çok farklı varyasyonla, Amerika’nın keşfini aynalar gibi evrildiğini işaret ediyor Martin. Ve “Mariner” (denizci) adlı uzay araçlarıyla 1960’lar boyunca Mars’a ve Venüs’e yapılan keşif gezilerimizin ardından, çok daha realist (ve ıssız) “Yeni bir Mars kurgusu”yla farklılaştığını belirtiyor yazısında. Ve bugün bizim izlediğimiz ve okuduğumuz yapıtlar, bu Yeni Mars kurgusuna göre oluşturuluyorlar: Issızlığın ortasındaki Robinson astronotların muazzam rasyonel ve bilimsel mücadeleleri şeklinde...

Ridley Scott’ın sinemaya uyarladığı Andy Weir'in Marslı romanında, bu muazzam hayatta kalma mücadelesini –pek çok yerinde simülasyon türünden bilgisayar oyununlarını hatırlatan hesaplamalarıyla– ekonomik, ekolojik, teknolojik ve fiziksel boyutlarıyla kavrıyoruz mesela. Uzay endüstrisinin insanları nasıl ve ne yapmak amacıyla buradan oraya götürebileceklerini kurgulayan yazar, belki de hiç olmadığı kadar realist bir yapıt ortaya koymuş oluyor bilimkurgu janrında. Koyu bilimkurgu meraklılarının bir tür mühendislik romanı olarak gördükleri bu yapıt ve benzerleri, çocuklukken bin türlü uçukluktaki uzay dizilerinin cazibesine kapılmış bugünün yetişkinlerinin gayet doğal karşıladıkları türden zamane kurguları aslında. 

Issız bir Mars’ın insanlar tarafından nasıl koloni haline getirileceğine dair önemli bir kurgu da, son dönemin en değerli ustalarından Kim Stanley Robinson tarafından oluşturulmuştu. 1990’larda yazdığı –her biri Hugo, Nebula ve Locus gibi önemli bilimkurgu ödüllerini kazanan– Mars üçlemesiyle, insanlığın yeni bir dünya kurma çabasının bir simülasyonunu yapmıştı Robinson. Türkçeye bir tek ilk roman, Kızıl Mars, Sabri Gürses çevirisiyle Kabalcı’dan kazandırıldı; roman insanların ıssız Mars’ı kolonileştirirken, bu dünyadaki kavgalarını da beraberlerinde götürdüğüne işaret eden bir başlangıçla açılıyor. Mars’taki koloni yerleşim bölgesine yeni gelen Araplar, yerleşimci olarak kabul edilmeyecekleri belirtilerek provoke edilince bölge yöneticilerinden birine saldırıp onu siyaseten katlediyor. Ve Robinson, hem bu romanda hem de peşi sıra yazdığı “Yeşil Mars”, “Mavi Mars” ve bu anlatı evrenindeki öykülerinin derlemesi “Marslılar”da yepyeni bir dünya(lar) sistemi yaratırken –Kavafis’i hatırlatırcasına– işaret ediyor: “Yeni bir dünya bulamazsın, başka bir uzay bulamazsın./ Bu dünya arkandan gelecektir.”

[Kasım 2015]

Çağdaş Kavimler Göçünün Trajik Mültecileriyiz


Günter Grass

Gittikçe kalabalıklaşan, paylaşım mücadelesinin sertleştiği, -kimilerine göre postkolonyal, kimilerine göre ise küresel kapitalist dönemde- siyasi ve ekonomik anlaşmazlıklar nedeniyle yaşanmaz hale gelmiş bir dünyada hayatta kalmaya gayret ediyoruz. Bu türden bir çöküş ve kaos dönemi dünya için yeni sayılmaz elbette; farklı coğrafyalar ve kuşaklar bizim yaşadıklarımızı -hatta belki çok daha fazlasını- yaşadılar. Böylesi zamanlarda topraklarında kalıp mücadele edenler bir yana, nüfusun büyük bir kısmı da neredeyse kavimler göçünü andırır bir yoğunlukta dünyanın geri kalanına kaçıyor. Bu saçılım ekonomik sebeplerle gerçekleştiğinde göçmenlikle, siyasi sebeplerle gerçekleştiğinde mültecilikle adlandırılıyor. Dünya tarihi her kuşaktan savaş ve mültecilik anılarıyla dolu. Bu anılara rağmen, toplulukların çeşitli bahanelerle ırkçılık, ayrımcılık, particilik, mezhepçilik vs yapmalarının önüne bir türlü geçilemiyor. Dünyanın kazanı kaynıyor ve bütün insanlık bu buharlaşmadan kaçınılmaz olarak etkileniyor.

Geçen yaz boyunca Ortadoğu coğrafyasındaki savaşı dünyanın geri kalanına hatırlatan, Avrupa’ya geçmeye çalışan mültecilerdi. Konvansiyonel ve sosyal medya, mültecilerin -insan kaçakçıları tarafından riskli yollarla- gelişmiş ülkelere geçişi esnasında ortaya çıkan trajedilerde yoğunlaştı. Libya, Suriye, Afganistan gibi, Batı destekli grupların da iç savaşlarında yer aldığı coğrafyalardan bazen salt yaşayabilmek bazen de daha iyi yaşayabilmek için kaçan insanların trajedileriydi bunlar. Günümüzün hukuki ve idari düzeninde, başka ülkelere sığınmak için bile ulaşmakta zorlanıyorlar, sosyal ve ruhani olarak parçalanmanın ötesinde bu hicret için hayatlarını da riske atıyorlardı. Türkiye ise bir köprü gibiydi ve kaçınılmaz olarak coğrafyasına gelenleri kabul ediyor ama sorunlara çare olamıyordu. Mülteciler de bu coğrafyada durmadan insan hakları ve ekonomik imkanlar açısından (ayrımcılık nedeniyle bunlardan bazen faydalanamayacakları göz ardı edilmesin) daha rahat edecekleri Avrupa’ya yöneliyorlardı. Bu yaz mültecilerin -örneğin geçen yazdan- daha fazla odakta olmasının bir sebebi de, Avrupa Birliği’nin kendi içindeki tartışmalarla da paralel bir şekilde, insani ve mali yükün nasıl paylaşılacağına ilişkin programlar oluşturulmasıydı. Son on yılda kıtaya gelenler sadece kıyı devletlere yerleşiyordu; Kuzey Afrika’dan gelenler İtalya’da, Ortadoğu’dan gelenler ise Yunanistan’daydı.

Edebiyatın ve yazarın rolü


Bu noktaya kadar söz ettiklerimizi, muhtemelen bu yazıyı okuyan herkes kimi zaman dehşetle, kimi zaman samimi bir ilgiyle takip etmişlerdir. Peki, bu olup bitenlerin edebiyatla ne alakası var? Ya da son zamanlarda haksızca ortaya çıkan bir soru tipine göre, tüm bunlar olurken edebiyata (veya müziğe) ne gerek var? 

Halbuki edebiyat, geçmişin mülteci/göçmen tecrübelerini günümüze taşıyarak insanları uyarmak, gerektiğinde akıl vermek açısından en önemli mecralardan biri. Mesela, Nobel Ödüllü merhum Günter Grass, ağustos sonunda yayımlanan yeni kitabı Vonne Endlichkait’ta, Avrupa’nın kendi çalkantılı yıllarında edindiği acı deneyimlerden süzdüğü gözlemleri, sanki bir uyarı niteliğinde sunuyor. Bugünün Avrupa’sının tarih boyunca mültecilere nasıl kucak açmak zorunda kaldığını, hatta dünyanın mültecileşmesinde Avrupa’nın başat rol oynadığını hatırlamayan Avrupalılar için bu tarz yapıtlar harekete geçirici oluyor. Hatta bazı dikkat çekici kampanyalarda yazarlar da sorumluluk alarak örnek oluyorlar: İzlanda’nın sadece 50 mülteciye sığınma hakkı verileceğiyle ilgili kararından sonra, genç bir yazar -Bryndis Bjorgvinsdottir- tek başına beş mültecinin İzlanda’ya naklini ve sığınmasını üstlenmiş, böylece başlayan kampanya sayesinde 300 bin kişilik ülkede 12 bin kişi benzer bir yardım vaat etmişti.

Destek vermek için elbette yazar olmaya gerek yok; zaten yazarın asıl sorumluluğu yazmak ve yazdıklarını okuyacaklara ulaştırmak, okurunu insanlığın her hali üzerine düşünmeye yöneltmek. Bu açıdan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği bürosu 2013 yılında bir farkındalık programı oluşturarak, göçmenlikle ilgili ya da göçmenler tarafından yazılmış kitapların kısa bir listesini sunmuştu. Aralarında Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı, Dave Eggers’in Ne Nedir, Philippe Claudel’in Bay Linh ve Torunu, Chris Cleave’in Küçük Arı ile Marjane Satrapi’nin Persepolis yapıtlarının da bulunduğu on yedi roman, on otobiyografi, sekiz inceleme, bir çizgi roman ve bir fotoğraf kitabından oluşan söz konusu listeye “world refugee day read a book“ anahtar kelimeleriyle internet sunucunuzdan ulaşabilirsiniz. Akla gelmemiş ya da daha sonra yayımlanmış başka pek çok yapıt da vardır elbette, başka başka okuma listelerine denk gelmek ya da kendi olduklarınızdan özgün bir liste yapmak da mümkün olabilir.

Bu tarz yapıtların duygudaşlık yaratmak, sokaklarda ya da ekranlarda karşılaştıkları bu insanların neler yaşadıklarını daha iyi anlamak ve belki de günün birinde kendilerinin de sökülüp giden bu insanlardan olabileceklerini idrak etmek açısından faydası olacaktır. Zaten bunca yıldır edebiyata dünyayı ve insanı daha iyi anlamak için sarılmıyor muyuz? Fakat okumanın da ötesine geçmeli, ya bir mültecinin hayatını değiştirip zahmetlerini azaltmalı ya da kök salmasına vesile olacak kampanyalara destek verilmeli. Ya da en kötü ihtimalle, yeni mülteciler yaratacak zıtlıkları, düşmanlıkları ve mücadeleleri sorgulayarak kendimizi dizginlemek yoluna mutlaka gidilmeli. Siyasi çatışmaların bizi sürüklediği ruh hallerinde, kimi eylemlerimizle hepimizin yeni mülteciler yarattığını, komşumuzu ya da kardeşimizi farklılıkları nedeniyle ya da kendi hırslarımız yüzünden hırpaladığımızda melun bir kavimler göçüne hepimizin biraz ivme kazandırdığını idrak etmek belki de en önemlisi...

[Ekim 2015]

Sizin Babanız Hiç Kitap Yazdı mı?


Frank Herbert

Bir yazar, genellikle tek başına kurar dünyasını, sonra o dünyada yazdıkça yazar ve ortaya çıkardığı yapıtlar yayın piyasası üzerinden okura sunulur. Uzunca bir süredir, yayın piyasasına başvurmaksızın, bir yazar yazdıklarını metalaştırıp hayatını bu yolla kazanamıyor. Artık parti yazarı da kalmadı pek, birtakım kudretli kişilerin desteklediği yazar cinsi de... Varsa yoksa piyasa, alternatifi ise kendi çapında dönen birkaç Don Kişot... Metinler yazardan okura, farklı biçimlerde kitaplaşarak -şimdilerde görsel işitsel prodüksiyonlar haline gelerek- ulaşıyor. Bir bakıma ticari saadet zincirleri oluşuyor bazı yazarların yapıtları etrafında. Yalnızken kurdukları dünyalar, kapsanan her kişiyle birlikte, daha da büyüyen oyun balonları misali genişliyor, her yeri kaplamaya başlıyor. Edebiyatın bu saadet zincirlerinde alan da mutlu, satan da. Belki sadece yazar, buhranlarıyla başa çıkamamaktan ya da başlangıçta kendisine verdiği sözlere ihanet ettiğine ilişkin hissin yarattığı suçluluktan dolayı, kendisini pek mutlu hissetmiyor. Ama sağlığında ilişkileri nasıl olursa olsun, mirasçıları yazarın ölümünden sonra kendilerini talihli sayıyorlar. Yazarın yaşam ve üretim süreçlerinde yaşadığı buhranlar, çevresindekilere çektirdikleri, ölümünden sonra kimileri için adeta bir talih kuşuna dönüşüyor. 

Mesela; fantastik dünyanın kurucularından, ömrünü İngiltere'nin nemli üniversite binalarında araştırma yaparak geçirmiş, kendisine ayırdığı zamanlarda kah çocuklarına masallar anlatmış kah kendi kurgusunun peşinden giderek romanlar yazmış bir profesör -J. R. R. Tolkien-, emekliliğinden 1973’teki ölümüne kadar gittikçe artan şöhretin tadını az da olsa çıkaracaktır. Kültür endüstrisinin gelişmesiyle, edebiyatın sinemaya, televizyon yapımlarına, o dönemde bu kadar büyüyeceği hayal bile edilemeyecek masaüstü oyunlarına ve dijital dünyaya yayılmasıyla, muazzam bir telif payı oluşacak ve bunu da mirasçıları, en çok da Orta Dünya'yı hem tanıtan hem de özel bir ansiklopediyle genişleten oğlu Christopher Tolkien mutlulukla karşılayacaktır. Her ne kadar kimi zaman torun Simon Tolkien gibileri büyük yazarın dünyasının yanlış yorumlandığıyla ilgili itirazlarda bulunsa da... Filmler, oyunlar, kitaplar derken, Tolkien "işletmesinden" son yıllarda sürpriz metinler de çıkıyor, fantazyanın atasının notları arasında bulunan, yayımlanmamış metinler, okurlara sunuluyor; ağustos ayında yayımlanan The Story of Kullervo gibi...

Durmadan genişleyen evren


Bilimkurgu yazarı Frank Herbert'in 1950'lerin sonlarında kumullar ve dünyanın çölleşmesi meseleleriyle ilgili yaptığı bir gazetecilik çalışmasından sonra, Ortadoğu’daki çatışmalı dünyanın da etkisiyle beş yıl boyunca araştırarak 1965’te yayımladığı Dune romanı, ekolojik hassasiyetlerin fantastik edebiyata yansıdığı ilk metinlerden biri olurken, zamanla iktidar mücadeleleri üzerine neredeyse gerçek dünyanın fantastik bir yansıması olarak umulmadık bir popülarite kazanır; Hugo ve Nebula ödüllerini alır ve Herbert için sonraki yıllarda beş romanla genişleteceği bir evren anlamına gelir. Üstelik Dune evreni, Orta Dünya gibi, hem bilgisayar oyunları hem de sinema-televizyon yapımlarına sıçrayacak muazzam bir evrendir ve 1986’da Frank Herbert’in ölümü bile bu evrenin genişlemesini durduramamıştır. 1990’ların sonundan itibaren oğlu Brian Herbert, yanına profesyonel bilimkurgu yazarı Kevin J. Anderson’ı da alarak, öncesi ve sonrasıyla yeni Dune romanları yazmaya koyulur. Durmadan genişleyen, yeni detaylar eklenen, tarihin durmadan değiştiği, anlatının çeşitlendiği bu sonraki kitaplar bazı okurları heyecanlandırsa da, elbette en çok mirasın işletilmesinden doğrudan kâr sağlayan oğul Herbert’le yayıncılara fayda sağladı.

Geçtiğimiz aylarda Alzheimer’a bağlı dereceli bir gerileme neticesinde erken vefat eden Terry Pratchett da, ardında devasa bir fantastik dünya bırakan yaratıcılardan biriydi. 1983’teki ilk romandan ölümüne kadar tam 40 romanla geliştirdiği Disk Dünya serisi, pek çok kuşağın çocukluğundan itibaren raflarına yerleştirdiği muazzam bir yayın faaliyeti olmuştu. Disk Dünyaevreninin kurulmasıyla işletilmesi eş zamanlı olduğundan, rahmetli Pratchett’ın kontrolünde her türden kültür alanına sıçranmış, televizyon yapımları, masaüstü ve bilgisayar oyunları, çizgi romanları, tiyatro prodüksiyonları, radyo skeçleri vb pek çok yapımla bu evren hayalden gerçeğe taşmıştı. Bu açıdan Pratchett ailesine ait Disk Dünya "franchise"ının yeni kitaplarla sürdürülmesi hiç kimseye garip gelmeyecek, hatta arzu edilir bir durum haline gelecekken kızı Rhianna beklenmedik bir açıklama yaptı. Buna göre, babasının yazdığı son (41.) Disk Dünya romanı The Shepherd’s Crown geçtiğimiz ağustos ayında yayımlandı ve bir daha ne kendisi (Rhianna) ne de bir başka yazar Disk Dünya evreninde geçen bir roman yazamayacak, babasının tasarladığı dünyaya “saygı” duyulacaktı. Elbette yan eserlerin prodüksiyonunu durdurma gibi bir niyeti yoktu Rhianna’nın; ama romanların yazımının babası için özel bir faaliyet olduğunu ve babasının anısına saygısızlık yapmak istemediğini belirtiyordu. Oyunlarla, filmlerle, bir bakıma hayran yapıtları olarak görülebilecek başka türden metinlerle bu evrenin genişleyeceğinden emin olabiliriz; ama anlaşılan 42. bir Disk Dünya romanı olmayacak. (Birkaç yıl sonra sürpriz bir şekilde bir bilgisayar dosyasından babasının taslaklarını Christopher Tolkien gibi Rhianna da bulmazsa elbette... Zamanın ne getireceğini bilebilir miyiz!)

Yazarın mirasının işletilmesi fantastik edebiyatta daha ticari bir çehreye bürünürken, sanmayalım ki insanın iç dünyasını deşen edebi eserler de benzer yaklaşımlara sahne olmuyor. Akla Sylvia Plath’tan Salinger’a, Stieg Larsson’dan Bolaño’ya pek çok örnek geliyor. Sadece akrabalar da değil, yakınlarda Kafka’nın tüm metinlerini kendi müzelerinde toplamak için girişimde bulunan İsrail gibi, neredeyse bir halkın nemalanmak istediği miraslar bile söz konusu olabiliyor. Batmakta olan bir dünyada, piyasada ayakta kalabilecek bir edebiyat evreni için, haydi hepimiz kıyıda köşede, buhranları içinde yazmaya çalışan bir akraba aramaya başlayalım!

[Eylül 2015]