4 Temmuz 2019 Perşembe

Büyülü Gerçekçilik'in Bize Yutturdukları

Masalsı anlatılar, başka türden alegoriler... Sabitfikir'de bu yazıda şöyle bir değinip geçmiştim.


İçinde yaşadığımız koşullar çoğu zaman bizi çıkmazlara sürükleyebiliyor. Dünyanın her köşesinde çalkantılar, siyasi mücadeleler, ekonomik krizler, paylaşım savaşları, doğal felaketler, hastalıklar yaşanıyor. Tüm bunlara rağmen kurabildiğimiz ölçüde kendi yaşantımızı kurmaya gayret ediyoruz, orta halli bir yaşantı için ısrar ediyoruz, en azından imkân bulabilen bir çoğunluk olarak. Her ne kadar eninde sonunda olası felaketlerden birinde biz de rol alacak olsak bile, elimizden geldiğince her şey normalmiş gibi yapmaya devam ediyoruz. Mesela kitaplar okuyoruz hâlâ.


Okuduğumuz kitapların bazılarında dünyanın boz halleri anlatılıyor, pembe halleri yerine. Ancak öyle bir anlatılıyor ki o boz ya da kara haller, o çoraklıklar, o şiddet tıpkı bir masal dinleyen çocuk gibi büyüleniyoruz okuduklarımızdan. Elem verici olayların içinden geçerken, birlikte maceralar yaşadığımız karakterlerimiz kaderlerine gözümüzün önünde ilerlerken, bir burukluk hissetsek bile çoğu zaman metanetle (ve bir seyircinin kaçınılmaz ihanet hissiyle keyif alarak) bu anlatıları kat ediyoruz. Edebiyat acıyı bize tatlı bir kandırmacayla tanıtıyor.


Büyülü gerçeklik diyorlar sanırım bu türden yetişkin masallarına: Acımasız koşullarda yaşanan olayları masalsı bir biçimde, gerçeküstüyle harmanlayarak veren metinlerin çetin bir baskının gelenekselleştiği coğrafyalarda yoğunlaştığını görüyoruz. Hindistan yarımadası, Ortadoğu coğrafyası, Afrika kıtası, İberya ve Latin Amerika ülkeleri bu türden bir edebiyatın en çok görüldüğü ülkeler. Zaten gündelik şiddetin içinde boğulan insanların, bir de baskıcı yönetimler altında ezildikleri dönemlerde, lafı dolandırmaları ve takipçileri için cazip hale getirmeleri şaşırtıcı değil. Geleneksel anlatıcılardan üstlendikleri bir teknik olmalı bu modern yazarların da. Ama zamanla bu tarz, tüm dünyaya yayıldı ve dünya edebiyatı diye adlandırılan bir kategorideki yapıtların önemli damarlarından biri haline geldi. Metafizik meseleler, gerçeküstü ya da fantastik ögeler gerçek yaşamın ve seçilen temanın acımasızlığını örten soslar olarak kullanılmaya başlandı ve aslında tarihe ve siyasi meselelere bulaşmak istemeyen “efendi okurlara” bile ulaşmak mümkün oldu.


Ölüm Anlatıları


Son yıllarda rastladığım bu türden bir roman, yayımlandığından beri kendine özgü bir okur kitlesi kazanan Kitap Hırsızı. Avustralyalı genç bir romancının, Markus Zusak’ın II. Dünya Savaşı’nda Almanya’da yaşayan bir kız çocuğunun ve ailesinin yaşadıkları üzerinden o yılların tüm şiddetini vermeye çalıştığı romanı, Ölüm’ün anlatıcı olarak seçilmesiyle sıradanlıktan çıkıp, masalsı bir özellik kazanarak okurları çarpıyordu. 2005’te yayımlanmış bu roman, pek çok ülkede hâlâ çoksatarlar listesinde yer almaya devam ediyor ve 21. yüzyılın klasiklerinden biri olma şansına sahip, Türkçe baskısı da Encore Yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Çocuklara anlatırmış gibi kaleme alınmış roman, aslında okur olan herkese okuma keyfi verirken insanlığın trajik meseleleri üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Tarihin kanıksadığımız anlatılarından biri haline gelmiş olan II. Dünya Savaşı, Yahudi Soykırımı ve Almanya’nın Yenilgisi meseleleri üzerine yeni bilgiler sunmuyor, ama taze bir bakış açısıyla farklı okurları da kazanıyor.


2011 yılında, Kitap Hırsızı’nı anımsatan bir başka roman elime geçti: The Tiger’s Wife (Kaplanın Karısı). 1985 doğumlu, Yugoslav göçmeni (Boşnak/Sloven) Amerikalı bir kadın olan Téa Obreht’in ilk romanı, şimdiden Orange Ödülü’nü kazandı ve Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nün son beş finalisti içinde yer aldı, yakın zamanda da Siren Kitap tarafından Türkçe çevirisinin yayımlanması bekleniyor. Kitapta adı verilmemiş olsa da Yugoslavya olduğundan şüphe etmeyeceğimiz bir ülkede yaşanan bölünme savaşının ertesinde, çocuklar için görev yapan gezici ve gönüllü genç bir doktor olan Natalia’nın büyükbabasının (kimi zaman hatıralarının, kimi zaman fiziki varlığının) peşinden Balkan topraklarında ve yüzyıl boyunca yaşanan savaşlarda dolaşması, kitabın omurgasını oluşturuyor. Masalsı kısmı, büyükbabasının anlattığı hikâyelerde saklı: II. Dünya Savaşı’nda şehrin hayvanat bahçesinden kaçan bir kaplanın hikâyesi (büyükbabanın en değerli varlığı, Rudyard Kipling’in The Jungle Book kitabındaki kaplanları hatırlatıyor), kaplanın peşindeki çeşitli köylülerin Anadolu menkıbelerini andıran hikâyeleri ve de gizemli ölümsüz Galvan Gailé’nin (Kitap Hırsızı’nda nasıl Ölüm anlatıyorsa hikâyeyi, burada da Galvan Gailé’nin o ölümün akrabası olduğunu söyleyebiliriz) masalsı varlığı. Obreht’e göre doktorların ve savaşlar boyunca ölümle başa çıkmak durumunda kalanların anlatısıdır kitap ve biz okurlara Yugoslavya denen ülkenin dağılması esnasında ortaya çıkan acı meselelerin hazmedilmesi hiç de kolay olmayan görüntülerini sunmaktadır. Osmanlı etkisinin fazlasıyla olduğu Balkanlar’da doğmuş, Amerika’da yetişmiş bu genç kadının romanı, bize aşina gelecek ve kendi masal kültürümüzle örtüştüğünü hissetmemiz mümkün olacaktır.


Ve Başka Büyüler


Yine eski Osmanlı coğrafyasında başlayıp yüzyılı kat eden bir başka roman da, Solo. Hindistan/Pakistan bölgesi, Salman Rushdie, Hanif Kureishi, Anita Desai ve kızı Kiran Desai, Arundathi Roy gibi pek çok usta yazar çıkarmış, verimli bir bölgedir. Rudyard Kipling’den beri masalsı bir anlatımı besler. Yine bu bölge kökenli, ama 1971 yılında Canterbury’de doğmuş Rana(jit) Dasgupta, ilk olarak 2005 yılında Tokyo Cancelled adlı romanını yayımlar, 2009 yılındaysa Solo gelir. Kimi zaman Avrupa’da kimi zaman Asya’da kabul edilen bir ülkede, Bulgaristan’da, Sofia’da doğup büyümüş, Osmanlı idaresini, Bulgar krallığını, Nazi yönetimini, Komünist dönemi ve Kapitalist çağı yaşayan, kör bir kimyacının hikâyesidir bu. Büyüleyici yanı sonradan ortaya çıkan, gerçekçi bir kurguya minik numaralar serpiştirilerek cazibesi artırılmış, oldukça keyifli bir münzevilik hikâyesi sunmuş Dasgupta. Yakında Metis Yayınları’ndan Dasgupta’nın her iki romanı da yayımlanacak.


Dasgupta’nın işlettiği anlatı damarı, Jonathan Safran Foe’yi hatırlatıyor. Önümüzdeki aylarda sinemalarda Foe’nin 11 Eylül üzerine romanı Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın’ın Billy Elliot, Saatler, Okuyucu gibi filmlerin ve edebiyat uyarlamalarının yönetmeni Stephen Daldry tarafından aktarılan haliyle yine gündeme yerleşecek zaten. Başrollerinde Thomas Horn, Tom Hanks, Sandra Bullock’un yer aldığı bu filmi izledikten sonra mı, önce mi Siren Yayınları’ndan yayımlanmış romanı okumak istersiniz, size kalmış.


Büyülü bir anlatım tarzından bahsederken, Eylül ayında ABD’de yayımlanmış ve şimdiden güvenle salınmaya başlamış olan yeni bir yazarın büyülü bir romanını da ele almakta fayda var. İki genç illüzyonistin hikâyesinin anlatıldığı The Night Circus, Salem’de yaşayan genç bir Amerikalı kadın yazarın, Erin Morgenstern’in ilk romanı ve çoksatanlar listelerinde hatırı sayılır bir yere kısa zamanda ulaşmış durumda, en azından metafizik romanlar listelerinde bir numara. Masalsı, fantastik ve büyülü ancak dünyanın başka ülkelerinden izler taşıyan romancılar kadar gerçeklere dokunacağını beklemeyin, en fazla Harry Potter kadar başaracaktır bunu. 

[Kasım 2011]

Hiç yorum yok: