17 Şubat 2009 Salı

Day After Yesterday

Kabul ediyorum, kendisiyle çok geç tanıştım, ama bu ona aşık olmamı engellemedi, hem de zaman içinde güçlenerek. Üç-dört sene geçmiştir üzerinden, ilk olarak The Gathering'te söylerken, başlamıştı bu aşk. Hemen geçmişini öğrendim. Hiç konserine gidemediğime, onu canlı izleyemediğime yanıyorum. Daha sonra külliyatını tamamladım, misafir sanatçı olduğu projeleri de toparlamaya başladım. Onun bana tanıştırdığı her projeyi sevdim, bazılarıyla daha fazla ilgilendim. İki sene önce, grubuyla yeniden geleceğini öğrenmiştim ülkeme, ama kısmet olmadı, yollarını ayırdılar. Artık kendi projelerini yapmak istiyordu, kabullenmek gerekirdi bu gerçeği. Yeni projelerini takip etmek de keyifliydi açıkçası. Önce Agua de Annique'i kurdu, sevgilisi ve yeni arkadaşlarıyla birlikte; sonra misafir olduğu projeleri arttırdı, Arjen'le yeni bir Ayreon projesinde birlikte çalıştı, Within Temptation konserlerinde eşlik etti Sharon'a, hatta Moonspell'e bile. Air albümünü yayımladılar AdA olarak, sonra Danny Cavanagh ile akustik turneye çıktılar. The Gathering'ten ayrılan Anneke'nin oldukça üretken olduğunu kabul etmek lazım.

İşte şimdi, elimde Pure Air var, belki de ilk Anneke van Giersbergen solo albümü. Çok ilginç parçalardan oluşan bir toplama olarak da algılanabilir. Her bir parçası apayrı bir mücevher. Damien Rice'ın Closer filminde de kullanılan başyapıtı Blower's Daughter ile açılan, Alanis Morissette'in şaheserlerinden Ironic'in yorumunu barındıran, Ayreon'dan Valley of The Queen'i, Rubicon'dan To Catch a Thief'i, Within Temptation'dan Somewhere'i içeren muhteşem bir seçki. Düetler bol, Sharon del Aden, Danny Cavanagh, John Wetton, Niels Geusebroek ve benim en çok beğendiğim misafir Marike Jager ile... The Gathering sonrası Anneke'nin vurgusu, The Day After Yesterday'de...

Novel Adventures - Roman Maceraları

İnternet, televizyon dizisi, kitap, kadın dünyası... Hepsi iç içe girmiş... Demek bunu da yaptılar... Şaşırmamak gerekirdi, ama ne kadar kalacak ona bakmak gerek...

Novel Adventures, Amerikan CBS Televizyon Şebekesi'nin internet için hazırlattığı bir şıklık... Elbette işin arka planında bir sürü "ürün yerleştirme" söz konusudur (Saturn Hybrid arabaların doğrudan reklamını peşinen kabul ediyoruz zaten), ama biz tüketici/izleyici için çok da fark eder mi? Mesajları alalım, kendi keyfimize bakalım...

Los Angeles'a yeni taşınmış genç bir kadın (Huff ve How I Met Your Mother dizilerinden hatırlayabileceğimiz Ashley Williams) arkadaş edinmek için bir kitap kulübüne katılır; kitap kulübünün ciddiyetinden bunaldığı için, kulüp içi kulübe dahil olur: Sorumluluklarından bir süreliğine ayrılmak isteyen üç kadınla arkadaşlık kurmaya başlar ve kulüp saatlerinde keyif çatarlar. Üç kitapsız kitap okuru bayanı ise en çok Melrose Place'in Jo'su olarak hatırlayacağımız, son zamanlarda One Tree Hill'de de arzı endam etmiş Daphne Zuniga, Türkiye'deki kanallarda pek alışık olmadığımız Jolie Jenkins ve Kolombiyalı oyuncu Paola Turbay canlandırıyor.

2008 yılında beşer dakikalık sekiz bölümü yayımlanmış webdizisinden bahsediyorum aslında. Who Killed Kate Modern'den beri bildiğimiz, Türkiye'de ilk örneğinin -söylendiğine göre- Fox sponsorluğunda yayımlanan Proje 13 olan webdizilerden biri. Yeni bir medya alanı olan internet üzerine 20. yüzyılın en önemli medya biçimlerinden biri olan televizyon dizilerinin sıçraması, hiç de şaşırtıcı değil. Zaten son yıllarda pek çoğumuz asıl dizileri bile televizyondan değil de internet üzerinden bilgisayarlarımızda izliyorduk. Ama bugüne kadar bu kadar profesyonel olarak hazırlanmış salt bir webdiziye rastlamamıştım. Konusu bir yandan da Kitap Kulüpleri olunca elbette bu karşılaşmamı buraya aktarmak için koşturdum blogun başına.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Fran Kubelik

C.C. Baxter: Ayna...kırılmış.
Fran Kubelik: Evet, biliyorum. Böylesini seviyorum. Hissettiğim gibi gösteriyor beni.

Pazartesi sabahı, sabah sabah Fran Kubelik... Çocukluğumda bir huyum vardı: Evdeki video kasetlerinde yer alan filmleri defalarca izlerdim, en çok izlediğim filmlerden biri de Irma La Douce -Sokak Kızı İrma- idi. Yeşil çorapları ve kuçu kuçusuyla Shirley MacLaine ve sersem acemi polis Jack Lemmon'un aşkına bayılırdım. O zamanlar The Apartment'ın video kasedi yoktu evde, ama ne zaman televizyonda bu filme denk gelsem izlerdim. Sevdiğim bir ikilidir MacLaine ve Lemmon. Billy Wilder senaryosunu da yazıp yönettiği bu filmle 1960 yılında Oscar alırken, başrol oyuncuları ne yazık ki o senenin BAFTA ve Altın Küre ödülleriyle yetinmek zorunda kalmışlar. Hikâye aslında çok basittir: Devasa bir sigorta şirketinde alt kademe bekar bir çalışan olan C. C. Baxter (Lemmon) orta düzey yöneticilerden bazılarına apartman dairesinin anahtarını vermektedir, çapkınlıkta kullansınlar diye. Kendisi ofis binasının asansörcü kızlarından Fran Kubelik'ten (MacLaine) hoşlanmaktadır. Bir gün şirketin patronu Bay Sheldrake gariban sigortacımızı terfi ettirir, tabii ki meşum anahtarın kendisine geçmesi şartıyla. Üstelik apartmanımızın yeni müşterisinin damı, Fran Kubelik'in ta kendisidir. Evli patronun çapkınlığı müthiş bir kargaşaya yol açacaktır. Fran Kubelik hiç de alışıldık "aptal kız" portresi çizmez, akıllı gözükür, ama o da "kandırılmaktan" kendini alıkoyamayacaktır. Bir de, son zamanlarda Mad Men dizisiyle takip ettiğimiz 1960'lar New York iş ortamı atmosferinin orijinal hali bu filmde yer almaktadır.

10 Şubat 2009 Salı

Ivan 'Gattuso' Karamazov


Radikal gazetesinden öğrendim, Banu K. Yelkovan buradaki yaygın medyanın nasıl spor denince ağırlıklı olarak üç büyük İstanbul takımından bahsettiğini, ancak dünyanın farklı ülkelerinde sporun çok daha geniş mercekli haberlendirildiğini gösterdiği bir yazı yazmış, oradan. Simon Kuper'in bir yazısından öğrenmiş o da, nette araştırma yapınca El Pais gazetesinde yayımlanmış bir röportajda kendi ağzından da okumak mümkün.

AC Milan'ın hırçın olarak bilinen orta saha oyuncusu Gennaro 'Ivan' Gattuso maçlardan önce kendisini tuvalete kapayıp Dostoyevski okuyormuş.

3 Şubat 2009 Salı

Dönüşüm

Bu hayatta sınırlı zamanımız olduğunu ilk ne zaman fark etmiştik? Her kriz bize limitlerimizi öğretiyor. Normal zamanlarda su gibi geçen zamanın kriz anında nasıl genleştiğini, hiç bitmeyecekmiş gibi uzadığını krizin, tekrar ayağa kalkacak hale belki de hiç gelemeyeceğimizi ve o anda yok olabileceğimizi ya da aksak yaşama geçmiş olduğumuzu hiç fark etmemiş olamazsınız. İşte o anda tövbekarlık başlıyor, o güne kadar hunharca yaşamış olduğunuzdan dolayı bunların başınıza geldiğini düşünmeye koyuluyorsunuz ve hayatınızda değişiklik yapmaya kendinize (ya da kutsalınıza) söz veriyorsunuz. (Normal şartlarda, bir sonraki krize kadar da bu sözünüzü yavaşça unutuyorsunuz, eğer iradenizi kuvvetlendirmezseniz.)

Fark ettiğiniz anda değişimin artık dönüşüm olması gerektiğini, zahmetli bir sürece girmişsiniz demektir. Zahmet ne kadar büyük olursa olsun, yaşama arzusu ondan da yüksek olduğu sürece, katlanacaksınızdır. Haruki Murakami'nin uygun bir lafını eklemek istiyorum buraya: Maraton koşarken acı kaçınılmazdır, ama onu çekip çekmemek kişiye kalmıştır. Eylemleriniz ne kadar yorucu, yıpratıcı ve zor gözükürse gözüksün, onları yaparken yorulduktan sonra dinlenmek, yıpranmanın yanında onarımı da hayata dahil edebilmek ve zorluğunu hafifletmek size düşüyor yine. Umarım sevdikleriniz vardır ve yanınızdadır bu süreçte, aksi taktirde tekbaşınayken düştüğünüz umutsuzluk çok derin olabilir ve ancak sürünerek gün ışığına ilerleyen bir hayvana dönüşebilirsiniz.

Bir süre yazmadıktan sonra muhtemelen sıkıcı bir ahkamla tekrar yazmaya başlamak, uygunsuz gözükebilir. Ama kendi krizim ve kendi dönüşüm sürecim koskocaman bir dünya krizi ve dünya dönüşümüyle eşzamanlı oluyor. Bugüne kadar kanıksadığı yaşamı tek dönüştürmeye çalışanın ben olmadığını sanıyorum, bu nedenle bu süreçte üreteceğim ahkam belki birilerine de küpe olabilir.

Seri halinde değişiklikler yapsak da, bu değişikliklerin yerleşmesi ve sonuç vermesi zaman alacaktır. Bir zamanlar bir öğretmenim "her gün bir değişiklik" yapmaktan bahsetmişti, yeri geldiğinde bu kullandığınız çorabı değiştirmek olabilir, yeri geldiğinde mobilyalarınızın yerini değiştirmek. Böylece dinamik bir hayat alışkanlığı oluşturmak mümkün olabilir. Ancak değişikliklerin dönüşüm haline gelmesi çok daha uzun bir süreç. Başlattığınız yeni bir inisiyatif, diyelim ki sigarayı bıraktınız birdenbire, bir mücadele anlamına gelir ve hiç de kolay değildir istediğiniz gibi sonuçlanması. Sigaranın bedeninizde, zihninizde ve alışkanlıklarınızda oluşturduğu yapıyı bir anda yıkıp, onun yerine başka bir yapı inşa etmeniz için bir şeylere katlanmanız, bir şeylere sarılmanız, alternatifler üretmeniz gerekir. Eski yapının sağladığı keyifler ve görece güvenceler de sizi kendisine çağıracaktır durmadan, ayartmaya kapılmamak için gerekeni yapmak hiç de kolay olmayacaktır.

Ama eğer gerçeğin farkına varırsanız, tüm zorluklarına rağmen değişimi dönüşüme çevirebilirsiniz. İradenizin herşeyden üstün olabileceğini gördükçe, gerekenlerin boyutları ne olursa olsun, eylemeye devam edip, dönüşüme ulaşabilirsiniz. Gerçek elbette sizsiniz, ama bu dünyanın içindeki sizsiniz. Hem eşsizsiniz hem de herhangi birisiniz. Dünya sizin etrafında dönmüyor, ama bir tek kendi gözlerinizden görürsünüz dünyayı. Dünyanın içinde, kendi hayatınızın aktörü sizsiniz ve diğer senaryo yazarlarının siz biçtiği rollerin yerine kendi rollerinizi yazabilirsiniz, ne kadar zor olursa olsun.

Ahkamın "self-help" türünü hiç sevmesem de, pozitif bir dalgaya kapıldığımda ister istemez bu tarz notlar döküldü parmaklarımdan. Ama böyle işte...