24 Mart 2009 Salı

So Say We All...


Televizyon kendi efsanelerini yaratıyor... Edebiyat ve diğer sanatlar da efsaneler yaratır, ama televizyon dizileri apayrı bir fenomendir. ABD kültürünün en önemli kaynaklarından biri olarak televizyonu ve dizilerini kabul edebiliriz; diğer ülkeler de televizyona yatırım yapsa da, hem teknik hem de içerik açısından ABD en güçlü, köklü ve etkili olanlarından biri.

Biz Türkiye'de uzun yıllar TRT-1 tarafından dünyadan çeşitli dizilerle tanıştırıldık. 1980'lerden öncesini şahsen bilmiyorum, ama 80'lerin efsaneleri Dallas, Hanedan gibi pembe dizi kıvamındaki aile dramları, Cosby Ailesi, Muhteşem İkili, Charles İş Başında gibi durum komedileri, Kara Şimşek, Uzay Yolu, Ziyaretçiler gibi aksiyon ya da bilim-kurgu dizileriydi. Özallı yıllarda kültürümüzün Ceyar tarafından da şekillendirildiğini söyleyebiliriz...

Zamanla televizyon dünyası çok değişti, yayıldı, özelleşti, çeşitlendi. Ama yine de bazı diziler efsane olmaya devam ediyor. Bugün Lost, Heroes, Sarah Connor Cronicles gibi aksiyon/bilim-kurgu/dram dizileri milyonlarca izleyiciye ulaşıyor. Üstelik sadece televizyon kanallarında yayımlanarak değil, dvd'ler, internet yayımları, kitaplar, her türlü yan ürün kullanılarak da. Artık bir diziyi izlemek için TRT-1'in yayın saatini beklemiyoruz, her birimiz kendi zamanında ve kendi koşullarında izliyor. Bu ilginç durumlar yaratabiliyor tabii: İzlediğimiz dizi hakkında dedikodu yapamıyoruz gönül rahatlığıyla. Benim izlediğimi bir başkası henüz izlememiş olabilir, ben de onun geldiği yerde olmayabilirim. Dolayısıyla yeni zamanda efsaneleri bambaşka kat ediyoruz.

Bu nedenle içeriğinden, olup bitenlerden, detaylarından bahsedemeyeceğim bir efsaneyi kat etmiş olduğumu tarihe not düşmek istiyorum: Battlestar Galactica (Reimagined). Kesinlikle televizyon tarihinde yerini alacak bir dizi oldu; uzantıları devam edecek: The Plan, Caprica. 1970'lerin sonlarında çekilmiş olan ilk Battlestar Galactica'yı hatırlamasam da, 2000'lere damgasını vurmuş olan bu diziyi hep hatırlayacağım. Bu nedenle şanına yakışır bir şekilde BSG'ye veda etmek istedim: So say we all...

17 Mart 2009 Salı

Bir Kahve Salonunda


Kimsenin ilgilenmeyeceğini bilerek geldim. Caz müziği, rahat koltuk ve kahve eşliğinde okuyup yazmak için. Şehrin sunduğu imkanlardan biri de bu tarz mekanlar. İnsanların gözü size dikilmeden istediğiniz kadar vakit geçirebilirsiniz.

Yayıldığı için şeytanlaştırma eğilimi gösteririz bu tarz yerlere... Kötü gözlerle bakanlar, bu mekânların varlığından hoşnut olmayanlar, bu tarz yerlerin kendi kültürlerine tehdit oluşturduğunu düşünenler az değildir. Peki tam olarak nedir şu anda bu mekânın oluşturduğu tehdit?

Konforlu bir mekânda, özellikle dikkat çekmeye çalışmayan bir müzik çalarken farklı tatlarda kahve ve diğer içecekleri tüketebilir, farklı yiyecekleri yiyebilirsiniz. Kimse sizi taciz etmez, rahat edersiniz. Gündelik hayatın farklı konularında ahkâmlarını size sunmaz, garsonlar, başınızda taciz yürüyüşleri yapmazlar. Yiyecekleri ve içecekleri standarttır, beğenir ya da beğenmezsiniz, ama sizi hayal kırıklığına uğratmazlar. Bir zincir mağazadır elbette, ama gerek diğer zincirler gerekse de lokal mekanlar aynı ya da benzer hizmeti sunabilir. Yerel mekânları ortadan kaldırmaları riski elbette vardır, ama insanlar yerel mekânları gerçekten severlerse zaten onları boşlamazlar ve onlar batmazlar. Bazı lokal işletmelerin kapanma sebebi hizmet atmosferinde yaşadıkları sorunlardır, yoksa daha güçlü ve daha çekici birinin mahalleye gelmesi değil.

[Yukarıda yazdıklarımı bir Starbucks'ta yazdım. Meselenin 'kapitalist' yanına girmedim, sadece orada bulunma anında edindiğim izlenimlerden hareket ettim. Bir deftere yazdım onları, şimdiyse yeniden yazıyorum bloga. Zihnimde sanırım geleneksel mekânlarla modern mekânlar arasındaki karşılaştırmalar, bir de yerel işletmeler ile küresel işletmeler arasındaki karşılaştırmalar dönüp dolaşıyor olmalı. Emek sömürüsü ya da çevre meseleleri açısından bakmadım, bakacak malzemem de yoktu elimde. Müşteri konumunda içeri girdiğinizde elbette size kahve tarlalarındaki koşulları ya da başka tatsız durumları anıştıracak herhangi bir görüntünün esamesini sunmazlar. Bunların varlığını da ya gidip görenlerden dinlersiniz ya da hikâye olarak yazanlardan, belki en fazla filmini izlersiniz. Ama şu kahve denen meretin, Sumatra'da, Kenya'da ya da Brezilya'da gerçekten hangi koşullarda üretildiğini hangimiz kendi gözlerimizle gördük? Eminim köşebaşındaki Kurukahveci Efendi'nin kahvesi de Starbucks'ın kahvesinin arkasında yatan sömürü koşullarına benzer koşullarda üretilmiştir. Bu hayatın acı gerçeklerinden biri, gündelik hayatta tükettiğimiz malların çok ama çok büyük bir bölümünün üretim koşullarına bakmaya dayanamazsınız, ama onları üreten birileri var, yoksa biz onları tüketemezdik. Yoksa siz kot giymiyor musunuz?]

14 Mart 2009 Cumartesi

Panik Yok! Herşey Kontrol Altında! Önce Kadınlar ve Çocuklar!

Sanat hayatın içine karışınca tabii işler zor oluyor. Sanatçı ne diyorsa onu tam da dediği gibi anlamaya çalışanlar ile bambaşka anlayanlar birbirlerine karışıyorlar. Yanlış anlamalar ortaya çıkıyor. İnsanlar tam olarak birbirlerini anlamazlar zaten, çoğu zaman ya anladıkları kadarını kabullenirler, yaklaşık sonuçlarda kalırlar, ya da anladıklarını sanarlar, yaklaşık sonuçlarda yanılırlar.

Ama yine de kimi zaman gereksiz paniklere yol açabiliyor bazı sanat yapıtları. Tecrübeyle sabit oldu: Bir önceki metin, Kanyaşları, bir-iki ufak yanlış anlaşılmaya yol açtı. Bunlar da yuvarlanıp çığ haline gelmeden düzeltildi, sanırım. Ama yine de hatırlatıcı bir uyarıya gerek var:

Buradan özellikle ailelere sesleniyorum, çocuklarınızın sanat eserlerine bakarken lütfen onları hayatları sanma yanılgısına düşmeyin! Biliyorum, gizli gizli çocuklarınızın günlüklerini okumaya, arkadaşlarıyla tanışmaya, izledikleri filmleri izlemeye, oturdukları yemekleri yemeye alıştırılmışsınız; sevgiyle karışık kontrol zihniyetiyle onlardan sorumlu olduğunuzu sanıyor, sansüre boğuyorsunuz; biliyorum iyi niyetlisiniz, ama kazların ayakları hiç de sandığınız gibi olmayabiliyor.

Sanatın en güzel işlevi, gerçekleştiğinde oldukça yıkıcı sonuçlar yaratacak bazı durumları simüle ederek kişinin deşarj olmasını, tatmin olmasını, denemiş olmasını sağlamasıdır. Depresif olmaya eğilimli kişiler, sanatla uğraşsın uğraşmasın, depresif olmaya eğilimlidir; ama sanatla uğraşanları, en azından sanatın dönüştürücü gücünü kullanarak, düşünüyor, sorunlarla başa çıkabiliyor, kendilerini kontrol altında tutabiliyorlar.

Kanyaşları
gibi bir metinde kişi metaforik olarak duvara yumruk attığını hissediyor olabilir, ama bu onun illaki duvara yumruk attığı anlamına gelmez, ha atmışlığı vardır zamanında, gerçi bu da bambaşka bir hikaye. Diyeceğim odur ki, aman ha sanatı gerçek, gerçeği sanat sanmayın; her okuduğunuza inanmayın; bazen de koyverin gitsin yahu, çünkü güneş her gün yeniden doğuyor hâlâ ve bir gün yağmur varken ertesi gün olmayabiliyor, yeteri kadar beklerseniz her ikisini de görebilirsiniz.

10 Mart 2009 Salı

Kanyaşları

Öfke katılaşıyor, yumruklarından akan kanyaşlarına dönüşüyor... Tekrar sükutuhayal... İçine doğru bir katman daha sarıyorsun... Her gün tekrar ettiğin hata: yaşam! Boşluğu neyle dolduracağını bulamadığın zaman, kendini yakıyor, küllerini dolduruyorsun... İlaçlar, eşyalar, boşa akan sözler... Hiçbiri kurtarmayacak... Sonunda kıracaksın içindeki acil durum camını, yaracaksın acını, akacak zehri... Damarlarında kaldıkça tıkayacak seni yalnızlığın... Vitrinden gözucuyla bakan ahali, almak ister misiniz gerçekten terk ettiklerinizi geri? Sosyal ağlar sonsuza kadar... Ben de...

7 Mart 2009 Cumartesi

Güzel Bir Gün... dü...


Beklenmedik bir hava, hareket özgürlüğü, dostluğunu esirgemeyen yaratıcı insanlar ve havada uçuşan fikirler, açılımlar, deneyimler... Bazı günler güzel geçiyor, kabul ederim. Onlardan bir gün oldu, eve döndüm ve durulmak istemiyorum... Uykuya yatıp yaratıcı kanalımdan akanları rüyaya ve kabusa dönüştürmek yerine kayda geçmek istiyorum...

Dans videosu izledim bugün, facebook denen sosyal ağın bir nimeti oldu. Eskiden nasıldı enformasyon dolaşımı, bugün nasıl, karşılaştırma yapmaya hala gerek var mı, bilmiyorum, ama her gün internete girdiğimde, sosyal ağa bağlandığımda, ilham verici pekçok görüntüyle ve yazıyla karşılaşabiliyorum. İşte bugüne düşen La La La Human Steps adlı dans grubunun bir performansıydı. Amelia adlı bir performanslarından altı-yedi dakikalık bir kesit. Etkileyici geldi, etkilendim ve hem etkilenme olgusu üzerine hem de genel olarak performans sanatlarıyla yaratı sanatları arasındaki farklar üzerine düşünmeye başladım.

Bir süredir bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum. Günde dört saatimi yazmaya ayırmayı başarmak istiyorum. Defterler aldım kendime, onlara her türlü düşünceyi, fikri, anlatıyı yazıyor ve birikmelerini izliyorum. Henüz yazdıklarım arasında bir bağ yok, bir süre sonra onların arasındaki bağı görürüm ya da oluştururum diye düşünüyorum. Ama elimde bunu yapabileceğim bir yekün olmalı. Yazmayıp sadece aklıma gelen fikirleri not aldığımda, olmadığını biliyorum artık. Bir de bunu deniyorum.

Bu süreçte yazarken bilgisayar kullanmıyorum, bilerek. Çünkü bilgisayara yazmak, artık doğrudan yayımlanabilir metinler oluşturmak anlamına geldi benim için. Bir performans oldu. Mesela bu blog, anında yazılıyor, nadiren yazılmış olan değiştiriliyor, bu da ancak daha iyi bir ifade için yapılıyor. Tabii ki eskiden yazdığım yazıları koyduğum da oluyor, ama o yazıların da çoğunlukla bilgisayarda tek seferde yazıldıklarını belirteyim hemen. Kısacası benim için bilgisayarla yazmak, hemen yayımlamak anlamına geliyor şu aralar, yani yazıyı performe ediyorum aslında. Ama yazının kareografisi (kompozisyonu) oldukça kötü olabiliyor bu durumda.

Bu çalışma temposunu yeni yeni oturtuyorum. Deftere yazdıklarım ilerde başka bir süreçten daha geçecek, onları başka bağlamlarda tekrar teğelleyeceğim, kayıtları istediğim şekilde yeniden montajlayacağım ya da yazdıklarımı yeniden yazacağım. Böylece daha çapraşık, daha incelikli bir yapıt oluşturma şansım var.

[Azımsanmayacak önemde bir fark da şu, bilgisayarla yazmanın ve yazmamanın: Bilgisayarda yazılanlar hemen dolaşıma çıkabiliyor, ama deftere yazılanlar bir kasaya emanet edilmiş gibiler, dolaşıma çıkarılmaları için başka bir işlemden geçirilmeleri gerekiyor.]

Yazı çok nadiren bir performans sanatı olabilir, daha çok bir yapıt sanatıdır. [Performans sanatı, bana göre, ön-prodüksiyon aşaması ne olursa olsun, "sahnede" (tiyatro salonu, gösteri merkezi, derslik, dans salonu, konser alanı, bar sahnesi, vb.) seyirciye karşı yaratma anlamına gelir; yapıt sanatı ise, yine bana göre, sanatçının yapıtını, yarattıktan sonra, seyircinin (okurun, izleyicinin, dinleyicinin, vb.) ulaşabileceği bir yere bırakması anlamına gelir.] Ama yapıt sanatı olmakla birlikte, canlı da kaydedilebilir.

Zor olduğunu kabul etmeliyim; daha doğrusu benim zorlandığımı kabul etmeliyim. Mesela, tam da şu anda, şu yazmakta olduğum metinden sıkılıverdim. Neyi niye anlatmak istediğimi unutmaya başladım. İlk paragrafta zihnim neyi arzuluyordu, şimdi ne halde, fark oluştu. İfadem zorlanmaya başladı, kısacası saçmalıyorum sanırım. Ama blog metinlerinin, şu "canlı" metinlerin güzelliği bu: Keyfimin başka bir kahyası yok, sizin de yok; ben istediğimi yazıyorum, siz katlanabildiğinizi okuyorsunuz. Asri zamanlar üretiminin temel noktalarından biri bunun altında yatıyor: Keyfimizin kahyası kendimiziz işte!

Oraya buraya dağıldım, ama geride kalan, bende, daha fazla sanata yer ayırma arzusu. Sanatı takip etmeye, sanat üzerine düşünmeye ve sanat icra etmeye (daha fazla yapıt, daha iyi tasarlanmış performans) daha fazla zaman ayırma. Böylece ekonomik üretim kısırlığımı estetik yaratım çabamla kapatacağımı düşünerek kendimi avutabilirim belki de. (Laf aramızda, herkes ekonomik üretim yapmak zorunda değil; daha iyi bir paylaşım sistemi içinde olsaydık zaten, ekonomik üretim yapanlar ile estetik yaratım yapanlar arasındaki roller daha adaletli/hakkaniyetli dağıtılabilirdi.)

Hamiş: La La La Human Steps'e geri dönülecek; muhtemelen Beslenme Kılavuzu'nda olacak; endişelenmeye gerek yok; tabii isteyen kendi izini sürer, ama üç vakte kadar daha tembeller ve hazırbeklerler için ayrıntılı bilgi ve link akışı sağlanacaktır. La La La Human Steps'le beni dolaylı yoldan tanıştırmış olan Pelin' teşekkürlerimi sunarım.

6 Mart 2009 Cuma

Bir Sevişme Edimi Olarak Okumak


"Gelelim iyi okura, o da kendi payına, tanımlanamaz derecede dehşet bir alandan çıkagelenlerle, bir métier ürününden başka bir şey olmayanları ayırt edebilecektir. Bir bakıma, en önemli ayrım -buna daha önce de değinmiştim- öykünün iç gerilimidir. İçerdeki yaratığın takınaklarının yoğunlaştığı büyük öykü üretmeye ya da öğretmeye yalnızca beceriler yetmez. Daha ilk tümceden varlığını sezdiren o sanrısallıktır okuru büyüleyen, ayaklarını yerden kesip çevresindeki kuru gerçeklikle bağını koparan ve çok daha yoğun ve çekici bir derinliğe çekip batıran. Bu tür bir öyküden bir sevişme ediminden çıkar gibi çıkagelir okur, çözülmüş, şaşkın, çevresindekileri zar zor anlayan, çoğun sırtından bir yük kalkmışçasına, kimi kez boyun eğen bir bakışla geri döndüğü dış dünyadan kopuk."

[Julio Cortázar'ın Son Raunt olarak Türkçeye Ayşe Nihal Akbulut tarafından çevrilen Último Round adlı yapıtında yer alan "Öykü ile Yakın Çevresi Üzerine" adlı metinden. Kitap 2009 başında YKY tarafından ilk defa yayımlanmıştır.]