[Daha önce Yapı Kredi Sermet Çifter Kütüphanesi bünyesinde çıkartılan 4. Kat dergisinin 6. sayısında yayımlanmıştır.]
Buraya mı uzanacağım? Hep farklı hayal ederdim bu divanı, herhalde herkes farklı hayal ediyordur, herkese ayrı divan, ne de olsa herkesin öyküsü ayrı değil mi? Benimki çokça ihmal, biraz düzensizlik ve bir tutam özensizlikten ibaret. Aslında durum gayet normal sayılır, hiçbir ayrıcalığı olmayan bir yaşamın bu ülkede karşılaştığı pek çok durumdan biri en nihayetinde.
Ülkenin en büyük sanayi komplekslerinin yer aldığı ve bu nedenle her geçen gün kalabalıklaşan bir deniz kentinde –inanın benim çocukluğumda oraya deniz kenti demek mümkün değildi, denizle en yaygın ilişkiniz trenle ya da otobüsle yanından geçerken burnunuzu kapatmaktan ibaretti– işte bu kentte sıradan bir devlet okulunda okumaya başladım. Kalabalık sınıflar, haylaz öğrenciler, bırakın öğrencilerle başa çıkmayı, kendilerini bile idare etmekte zorlandıklarını hissettiğiniz öğretmenlerle tıka basa doludur bizim kentlerimiz, benimki neden farklı olsun ki? Herhalde zeki sayılırdım, fazla değil, yeterince. Başım pek ağrımadan, üstelik fazladan bir çaba sarf etmeme gerek kalmadan ilkokulu halledip, kitlesel sınav çılgınlığının ilkinde kent çapında bir başarı yakalayıp, güzelim Anadolu’muzun adını taşıyan “nispeten daha ayrıcalıklı” lisemize girebildim. Kentte bu liseden bir tane vardı ben girmeden önce, benimle birlikte bir tane daha açılmıştı, şimdi kaç tane vardır bilmem, üç beşe ulaşmıştır herhalde. İşte her şey bu prestijli ve imkânları olduğu söylenen devlet okulunda başladı.
Ortaokulu bitirdikten sonra, bina değiştirdik. Standart bir mimariyle üretilmiş, dört katlı koca bir yığının içinde okumaya başladık. Her şey standarttı, tüm sınıfların boyutları birdi. Okulun kütüphanesi de herhangi bir sınıf boyutundaydı ve korkarım eğer biraz daha kalabalık bir okul olsaydık, orayı da sınıf yaparlardı. Eğitim kurumlarının içindeyken hiçbir zaman gereğinden fazla çaba göstermeye gerek duymadığımdan bol boş vaktim vardı. Anlatılanları ilk duyuşta anlama gibi bir yeteneğe sahiptim ve tekrar okuma yaptığımda, canım feci sıkılıyordu. Kendime düstur belirleye belirleye şunu belirledim: asla iki kez aynı şeyi okuma. İyi mi yaptım, elbette hayır. Elimdeki okunacak malzeme çok kısıtlıydı. Evden bahsediyorum canım, şöyle iki yüz kitaplık popüler romanlar ve bir kaç ciltlik ansiklopedi setleri. Bunlar evde okuma yapmama imkân veriyordu ama yetmiyordu. Bu sebeple okul kütüphanesini kullanmaya karar vermiştim, ancak henüz inşaatın içinde okul kütüphanesinin nerede olduğu belli değildi.
İlk defa o odaya girebilmem için, haşarılık yapmam gerekmişti. İkinci katta, kapısında kütüphane olduğu yazılı olmayan bu odaya, sınıfta gürültü yaptığımız için bir arkadaşımla gönderilmiştik. İçerde bizim gibi birkaç haşarı daha vardı. Anlaşılan kütüphane denilen yer, ceza odasıydı. Yaramazlık yaptığına inanılan öğrenciler, ceza olarak okusun diye bu odaya tıkılıyor ve bir saat boyunca orada kalmak durumunda bırakılıyorlardı. Odanın sadece iki duvarı kitaplarla doluydu, ortada da iki masa vardı. Bu masa etrafında biz haşarılarla, her ne sebeple gelmiş olduğunu bilmediğim, ancak haşarıların gazabına uğramakta olan çalışkan bir velet vardı. Bilirsiniz, o zamanlar çalışkanlara hiç hoş gözle bakılmazdı, hatta inek diye adlandırılırlardı. Okuma tutkusu, sıkıntımı gidermek için tutunduğum bir dal olduğundan, ben kitap koleksiyonunu incelemeyi tercih etmiştim, ancak diğer arkadaşlarım zavallı çocuğun çalışmaması için ellerinden geleni yaptılar: defterlerini alıp sakladılar, başında vıdı vıdı konuştular, bahçedeki kızlara laf atıp çocuğu şimdi tekrarlamak istemediğim bir biçimde anlattılar. İnanın, içimde çalışma isteği olsa bile o günden sonra, insanların çalışanlara nasıl davrandıklarını gördükten sonra, kaçar giderdi.
Ne zamanımız dolmak üzere mi, bu divanda ne kadar çabuk zaman geçiyormuş. Genelde daha mı zor olur buraya uzanan hastaların konuşması, neyse benim çenem biraz düşük galiba. Her neyse, işte o günden beri kütüphanelere girerken büyük bir acı çekiyorum, hem okuduğum okulda bir ceza odası olarak kullanılması, hem de gönüllü okurlara karşı cezaya dönüşüyor olması, bu ülkedeki tüm kütüphanelerden soğutacaktı beni az kalsın. Şimdi biraz iyiyim, ama yine de ne zaman zoraki kütüphanelere gitsem, başım dönecek gibi oluyor, hemen girdiğim kapıdan geri kaçıyorum. Allahtan, gerçek kütüphanelere de gittim zamanla, insanların çalıştıkları, araştırma yaptıkları ve hatta içlerinde yaşadıkları kütüphanelere. Onları da başka bir seansta anlatırım. Umarım durumum o kadar kritik değildir, travmatik kütüphane deneyimlerimi tamamen unutabilir ve rahatlıkla beni bekleyen kitaplara kavuşabilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder