15 Aralık 2008 Pazartesi

Benim Dilim Çok Vukela

[Daha önce bir alt-zine sayısında yayımlanmıştı.]

Benim bu dilim çok vukela, bir kullanmaya göreyim, bitmiyor söyleyecekleri. Benim bu dilim çok vukela.

Küçük parçalarıyla yazmaya başladım. Sonra tekrar ederek, katışıksız hale getirmek istedim. Sağaltmaya, daha mükemmel hale getirmeye çalıştım. Ne kadar tekrar etsem de bir fazlalık kalıyormuş gibiydi. Bir sarkıklık vardı bende, bir sakarlık. Sarkaklık. Sürçüyordum durmadan, sokaklarda sürçüyordum. Hep unuttuğum bir harf vardı, geri gidip yapıştırdığım bir re harfi, müzikli bir re harfi. Günün koyulduğunu bilmediğimden olsa gerek, ayaklarımın asfalta yapışmasına gözlerim açılıyordu, fal taşlarından okuyordum bir sonraki adımımı nereye atmam gerektiğini. Kağıdın beyazlığında karınca adımları bırakarak, arada bir iki tanesi düşerek, yokuş aşağı ilerlemeyi sağladım, tekrar yokuş yukarı çıkarak. Bir aşağı bir yukarı, başaşağı bir cümle geliverdi elime, nereye koyacağımı, nereyle bağlayacağımı bilemediğim. Bir ip alıverdim elime, ince belli çantamdan çıkarıverdiğim, verdim eline cümlenin bağlasın diye. Gündüzün koyu vaktine açık çay yakışır edasıyla, giriverdim gözüme ilk batan kahveden içeri, gözüm çok içerlemişti, kuytuda bir masayı beğenmiş olmalı, gittim oturdum. Kalın bellisi yok mu dedim çaycıya, mümkünse açık kumral olsun, kalçaları da çıkık olabilir, gençliğimde kırık çıkıkçılık yapmıştım. Siz hâla gençsiniz, siz daha nice fındıklar kırarsınız demesiyle bir bardak dolusu taze Değirmendere fındığını masaya bırakışı bir oldu. İki olsaydı eğer, yan masadaki genç adamın gelip yardım etmesi gerekirdi, ama artık tek başıma hallederdim, bir bardak dolusu fındığı yuvarlamayı becerebilirdim. Yuvarlanan fındıkların kabuklarının aşınmasını bekleyene kadar akşam oluverdi, başıma çöküp gözlerimi karartan. Dilime pelesenk ettiğim cümleleri ezberime unutmasını söylüyordum bir yandan da, kalk gidelim dedi çırak, daha oynayacak oyunlarımız, boğulacak bir kaşık sularımız var. Sek sek sekerek bir yudumda içiverdim son anda elime tutuşturduğu viskiyi ve adımlarımı bir tango dersi olarak geride bıraktım. Yıllar sonra ücra kasabadan yokuş aşağı yuvarlanan bir mektupta teşekkür ediyordu genç kadın, kahvenin tabanında gördüğü adımlara aşık olma fırsatını veren babasıyla bana. Dans tutkunu olup çıkmıştı, günde üç vakit dans etmese rahat batar, çıkarması için nice doktorlar, nice mühendisler talip olurdu. Geçmiş zamanın masalını anlatmalıydım belki diye düşündüm son cümleden sonra, Kuzguncuk'a ilerleyen vapurda, satıcı olmaz hiç, bilirler Kuzguncuk'luların plastikten hoşlanmadığını. Bu nedenle bakir kalmıştır Kuzguncuk, eli elime değmemiştir. Sadece söz yuvarlanmıştır, yuvarlana yuvarlana bir tekir kedinin sayıkladığı bir dizgeye dönüşmüş, ne idüğünü bilmiş, ne de büdü ediyi bulabilmiş. Aklına gelen bir sokak lambasını terbiye etmeye çalışmış, ne zaman yanıp ne zaman söneceğini öğretmeye çalışmış boş yere öğretmen hanımı görünce, vilayette bir işi olduğu aklına gelen yaşlı Dede Efendi, neyini siyah saksofon kutusunun içine koyup, bu zamanda doğaç ancak bu kadar evladır, mefta diyerek, kalbini sıkı sıkı kapatmış da, anahtarı masalın içinde kalan ev sahibi, kiracısını uyandırmadan evine nasıl girebilmişse girmiş, masanın üstündeki dantelli örtünün altından görünen altın anahtarın fotoğrafını çekerek, fazla olmaya başladın sen ey yazman, nasıl olur da bu kadar geveze olabilirsin sen demiş. Silgiye bu kadar ihtiyacı olan, aptal çocuklar doğurur diyerek, geçip gitmiş karayel, güney sahillerinde turist kızlarla aşı pişirmeye, aç kalan lodos ile poyraz ise, zihniyle balık avlayan delikanlıya, git bir an evvel alıver bir Sait Faik veya Halikarnas Balıkçısı da, yap tatilini demiş. Böylece boş yere gitmezsin iki günlüğüne Kelebekler Vadisi'ne.

Hiç yorum yok: