22 Aralık 2008 Pazartesi

[How to disappear completely (Radyokafa)]

Her birimiz elimize verilen oyuncağı kendisine göre kullanmaya çalışıyor. Bu nedenle her birimiz her birimizde kalıyor. Artık oyun sahaları genişledi, genişlerken de oyunlar yalnızlaştı. Büyürken küçülmeye başladık, çoğalırken yalnızlaşmaya. Hem global hem de tekbaşına olmayı beceriyoruz, hem mikro hem de makro kozmopolit oluyoruz.

Kelime oyunlarının arkasına sığınarak, yuvarlak laflar ederek, metnimizde metnimizi, yaşantımızda yaşantımızı anlatarak nereye kadar gidebileceğiz bakalım. Küçük İskender'di galiba, nereye kadar yüzüp de aslında yüzme bilmediğini ilk fark eden, başkası da varsa olsun, ben onu zikrettim.

Söz söylemeye kalkınca nedense sözden bahsediyoruz. Asıl söylememiz gerekenin söyleme eyleminden bahsetmemiz olduğunu giderek daha fazla sanmaya başladık. Ama biz suçlu değiliz, biz masum da değiliz, ama yine de kendimizi asmayı daha çok ister olduk, asmak ister olduk, asmanın da kesmenin de normalleşmesinden biz bu hale geldik zaten, şiddet bizi beyinlerimizin içine gömdü, bedenin şiddetinden görünmez hale geldik zaten.

Sokağa çıktığımızda attığımız adımlarda, evlere kapanıp dostlarımızla konuşmalarımızda, işe gidip masalarımızın başına oturduğumuzda, yenilgi temalı davranıyoruz hep, yenik biri gibi göstermeye çalışıyoruz kendimizi, yenildiğimiz gücün bizi oluşturduğunu unutarak. Yenmek ve yenilmek değil varolmak gerektiğini hatırlatanlara da, şöyle garipçe bir bakıyoruz. Artık sadece bakıyoruz zaten, ağzımızı açtığımız yok, bakıyoruz, kaydediyoruz, geri odamıza gidiyoruz, işte orada gözümüzü yumup ağzımızı açıyoruz, neler çıkıyor ağzımızdan farkında bile olamıyoruz o zaman.

Ne anlattığımızı bilmeden anlatmak çok da hoşumuza gidiyor olmalı, çünkü hep bunu yapıyoruz. Yeldeğirmenleriyle mi savaşıyoruz, kendimizle mi? Yoksa gerçekten bizi rahatsız eden, tehdit eden bir şeyler var ama, yok işte gücüm yetmez ona diye sustuğumuzdan mı, kendimize yeni canavarlar yaratıyoruz. Hep de soru soruyoruz zaten, hep de emin olmadan, yok olarak konuşmaya çabalıyoruz.

Neden çoğul olduk gene, bizi bir araya getiren ne var? Biz bir araya gelebiliyor muyuz ki? Yoksa ruhumuzun içindeki çoğulluktan mı bahsetmek gerekir? Kendimizle konuştuğumuzun farkındayız değil mi? Sesli düşünceler üretiyoruz sadece, ama işin en komik yanı da, kendimizle konuşurken bile cesur olamıyoruz. Odamızda şirin kilitler altında sakladığımız güncelerimize bile ölçülü yazıyoruz, belki bir gün sınavdan geçer düşüncelerim korkusuyla mı acaba?

Sözden bahsetmek uğruna sözü çoğaltıp duruyoruz da bu söz ne oluyor bilmiyoruz. Sözü de hunharca kullanıyoruz. Ama özgürüz biz, sözden bahsederek istediğimiz kadar söz üretme özgürlüğümüz var, ancak sadece sözde kalalım, derdimiz başka bir şey olmasın. Sözde kalalım, söz olalım hatta. Herkes kulaklarını tıkayınca söz bile duyulmaz zaten.

Biz çoktan kaybolmuşuz ki, daha nasıl kaybolmaya çalışalım radyokafa. Ama senin dediğin de doğru. Kaybolduğumuz halde bu yaşamı çekmek zorundayız. Çoktan kaybolduğumuz halde hala var olmak zorundayız. Ve işin en ama en kötü yanı, kaybolmak bile bizim elimizde değil, varolmak da...

[Yazıda sızlanılanlar yazıda aynen korunduğundan dolayı, yazı kendisini imha etmiştir. Artık her davranış kendisini imha eder duruma gelmiştir. Henüz bu tarzda yeni bir çıkış yazıyı yazan tarafından bulunamamıştır. Ancak yazıyı yazan imha ettiği yazılar olsa da, denemeye devam edecek, imha edilmemiş bir yazı yaratabileceği umudunu taşımaya devam edecektir. Sizi tanık bırakmak zorunda kaldığı için, geç kalmış bir özür diler bu iki köşeli parantez arası.]

Hiç yorum yok: