6 Ağustos 2019 Salı

Zamanımızın Bir Kumarbazı: Tavla Ustasının Açıkları


Jonathan Lethem

Kitap Berlin’de açılıyor, Wansee’yi aşıp Kladow’a giden bir feribotta. Üzerinde smokini, elinde evrak çantasını andıran tavlası, gözlerinde görüşünü bulandıran tavla taşını andıran bir leke... Roman boyunca odağımızda olacak kumarbazımız zengin bir iş adamının malikanesine tavla oynamaya gidiyor. Sanki Stefan Zweig’ın ya da Vladimir Nabokov’un satranççıları gibi “Mitteleuropa”nın savaş öncesi yıllarındayız. Veya Monte Carlo ya da İsviçre casinolarındaki James Bond gibi rulet ya da bakara oynayacak bir casus önümüzde. Ya da biz en iyisi Paul Auster’ın Şans Müziği’ndeki poker oyuncuları gibi birini bekleyelim; zengin adamların malikanesinde kaderin nasıl işlediğine dair bir metafor, kuklalarla karşımıza çıkabilir. Ama Jonathan Lethem’ın son romanında (Amerikan baskısında A Gambler’s Anatomy / “Bir Kumarbazın Anatomisi”; İngiliz baskısındaysa The Blot / “Leke” – bu kelimenin aynı zamanda tavlada bizim “açık” dediğimiz bir sırada kalan tek pula dendiğini akılda tutmalı) Alexander Bruno adındaki tavla kumarbazı, 21. yüzyılda Pulp Fiction türünden bir atmosferde bizi Berlin’den Singapur’a ve Kaliforniya’ya kendisiyle ve lekesiyle birlikte sürükleyecek. Hakikaten Şans Müziği’ni hatırlatır bir kader değişimi hemen ilk başlarda gerçekleşecek ve maskelerle, tümörlerle, sağlık sistemleriyle, hippi kılıklı cerrahlarla, Berkeley kampüs bölgesinin The Sims oyununda görebileceğimiz türden absürd gençlik mekanlarıyla, William Gibson ya da Philip K. Dick’in yazdıklarını hatırlatan, bilgisayardaki bir oyunda ilerliyormuş izlenimi veren maceralarla 1940’ların kumarbazını kah metaforik kah bugünün dünyasının meseleleriyle ilgilenmek durumunda göreceğiz ve gözümüzün önünde smokinli, parlak ayakkabılı bu salon beyefendisi neredeyse “Dude”a (Big Lebowski) ve hatta “Jason”a (13. Cuma) dönüşecek fiziksel olarak.

Jonathan Lethem’ı zaten hep merak etmişimdir. Zamanında Plan B Yayınları’ndan çıkan Sabri Gürses çevirisi Öksüz Brooklyn ve Belma Baş çevirisi Yok, zaman zaman elime alıp incelediğim ama bir türlü edinmeye fırsat bulamadığım kitaplardı. Amerikalı Lethem, New York ve Kaliforniya yakalarında da yaşamış, bugün televizyon dizilerinden en çok aşina olduğumuz kültürel detayları edebiyata taşıyan, bilimkurgu ve dedektiflik türüne otobiyografik detaylar ve metaforik sorgulamalar sokan bir yazar. 1964 doğumlu. Annesi aktivist, babası avangart ressam. Brooklyn’de bir komünde büyümüş, on üç yaşındayken annesini beyin tümöründen kaybetmiş. Babasının da etkisiyle güzel sanatlar okullarında okumuş, hem grafik hem de edebiyat açısından avangart Amerikan popüler kültürünün göbeğinde şekillenmiş. 1980’lerin sonlarında Kaliforniya’da bir kitapçıda çalışırken yazdıklarını yayımlatmaya başlamış. Bu ilk romanları ve öyküleri, bilimkurguyla –nasıl aktaracağımı bilemediğim ama Raymond Chandler gibi polisiyecilerden başlayıp Murakami’nin Haşlanmış Harikalar Diyarı’na kadar yayılan, şapşal ama çaktırmayan karakterlerin güzel ve hüzünlü ya da entrikacı kadınların peşinden koşturmalarının asıl niteliğini oluşturduğunu sandığım “hard-boiled” tarzı– dedektif romanlarını harmanlayan bir tarzla kendisine özgü bir yere yerleşmiş yayın dünyasında. 1999 tarihli beşinci romanı Öksüz Brooklyn ile New York’u ve otobiyografisini merkeze alan bir edebiyat sahasına sapan Lethem, peşi sıra gelen 2003 tarihli The Fortress of Solitude (Yalnızlığın Kalesi) ile popülerliğinin zirvesine tırmanmış, benim de dikkatimi çekmeye başlamıştı. Yine 2009’daki Chronic City (Kronik Kent) romanıyla da Saul Bellow’dan Philip K. Dick’e kadar pek çok benzerlikle okur olarak merakımı cezbetmişti, ama bir Lethem romanını alıp etraflıca okuyamamıştım bugüne kadar.

Büyüdüm mü acaba?


Bugün The Blot’u okuduğumda, Alexander Bruno’yla daha gençken karşılaşsaydık çok daha fazla etkileneceğimi itiraf etmek durumundayım. Yıllar boyunca Amerikan dizilerini, filmlerini, bilgisayar oyunlarını, edebiyatını sıkı takip etmiş zamane insanlarından biriydim ve günlerimi en ücradaki komedi dizilerini, bilimkurgu filmlerini araştırıp bularak geçirdiğim yıllarım olmuştu. Kaliforniya’daki hippilerin, radikallerin, hedonistlerin, terapistlerin, sanatçıların, estetik takıntılıların, Kerouac’tan ve Burroughs’tan yolu geçenlerin, spiritüel merakları olanların karakterleştirildiği yapıtları çok daha hayranlıkla izler, okur, hatta oynardım. (The Sims gibi oyunlarda aslında ister istemez Kaliforniya’daki mahalli yaşantıları simüle ederdik; çok net hatırladığım Apartment Life eklentisinde geçirdiğim vakitlerde, izlediğim dizilerdeki oyuncuları andıran karakterlerle havuzlu, barbekülü, dev ekran televizyonlu dairelerde maceralar yaşıyordum ve tavla yerine satranç oynuyorduk.) Ama sonradan ne oldu tam bilemiyorum, gittikçe mesafelendim televizyona; dizileri pek takip etmez oldum, The Sims’i tamamen bıraktım, tavla da dahil oyunlardan uzaklaştım. Kitaplarda –Gibson ya da Dick gibi bilimkurgucuları sevmeye devam etsem de– dünyanın daha başka yörelerine ve daha çok Avrupa kültürüne bakmaya yöneldim sanırım. Bir de New York yakası, Kaliforniya’ya oranla daha ilgi çekiyor hâlâ; otomobilleriyle güneş batışında yoga yapacakları tepelere gittiklerini sandığım eski sinema oyuncularının, televizyon yıldızlarının, şarkıcıların hikayeleri sanırım yok oldu gitti kafamdan. Büyüdüm mü acaba?

En azından The Blot’tan umduğum kadar çok etkilenmemiş olmamın bir sebebi de, oyunlarla eşleştirilen kumar meselesi galiba. Bir utancımı açıklıyorum, hâlâ Dostoyevski’nin Kumarbaz’ını okumadım; ama talih oyunlarının müptelalık yaratan ve zamanla insanların hayatlarını tepetaklak eden, kimi zaman mars etmesine ama çoğu zaman da kırılıp aylarca, yıllarca doğru zarların gelip tekrar tablaya dönmeyi beklemesine sebep olan hastalıklı yanını başka biçimlerde, şahsen olmasa da etrafımda gördüm. Yaygın ahlak açısından değil, ama belki gizli bir püritenlikle talihin bir anda sinekten yağ çıkartırcasına sömürülmesinden ve insanların hayallerini günün birinde gelecek düşeşe bağlamalarından iyice rahatsız olmaya başladım. Bu oyunların ve talihle ilişkilerin insanları musibetlerle olgunlaştırmaları ve gündelik hayatlarını zamanla çok daha iyi idare edebilmeyi öğrenmeleri de mümkün elbette. Hatta herkesin belli ölçüde talihe bağlı oyunlar oynamasının gündelik hayatta hangi riskleri alıp almayacaklarını anlamaları açısından zorunlu olması da pedagojik açıdan faydalı olabilir. Ama yine de siz siz olun, The Blot gibi romanlarda anlatılanları kendi hayatınızda denemeyin; anlatıda eğlenceli, hayatta örseleyici oluyorlar.

[Mart 2017]

Hiç yorum yok: