Kazuo Ishiguro
Nobel Edebiyat Ödülü’nün biz okurlar için en güzel yanlarından biri –mekanizmasını çok anlamasak da– her yıl dünyanın bir ülkesinden, toplumundan, kültüründen, dilinden bir kişiyi “işaret etmesi”; öncesinde ve sonrasında sosyal medyada ve diğer yayınlarda koparılan gürültü ne olursa olsun, İsveç’teki komite, o yıl kimi layık gördüyse ödüle –sadece kendisi değil, kategorisindeki benzerleri de– gündemimize yerleşiyor. Bazen Türkçeye de çevrilmiş, dolayısıyla zaten bilinen biri Nobelliler kulübüne giriyor, bazen de herkes çok şaşırıyor, hiç duymadığı, dilinde görmediği ya da bir biçimde yakıştıramadığı birine ödül verildiğinden, kısa ya da uzun süre radarına alamıyor bu ismi – belki de almayı reddediyor. Bu sene ödülün Kazuo Ishiguro’ya verilmesiyle rahat bir “gündem” olacağı anlaşıldı: Tüm kitapları dilimize aktarılmış, Yapı Kredi Yayınları gibi geniş dağıtım olanağına sahip bir yayınevi tarafından temsil edilen, okurların ve eleştirmenlerin sevdiği bir isim Ishiguro; dolayısıyla tüm kitaplarının kapağına Nobel ibaresi kondurularak hemen dolaşıma sokuldu.
Bu senenin tartışma hararetini ise, daha çok, yazarın hangi dil ve edebiyatın kapsamına sokulacağı, Japon kabul edilip edilmeyeceği konusunda yaşadık: Her ne kadar Japon anne ve babadan doğmuş olsa da babasının işi nedeniyle tüm ailesiyle birlikte altı yaşından beri İngiltere’de yaşayan, tüm resmi eğitimini –Kent Üniversitesi’nde felsefe ve İngilizce lisansı ve East Anglia Üniversitesi’nde Ray Bradbury ve Angela Carter gibi isimlerin eğitmenliğinde yaratıcı yazarlık yüksek lisansı da dahil olmak üzere– Britanya’da alan bir isim Ishiguro. Üstelik, 1982 tarihli ilk romanının yayımlanmasından sonra Britanya vatandaşlığına geçen, kendi tabiriyle ismini ve görüntüsünü farklı sunsak, yaptığı edebiyatın kesinlikle İngiliz edebiyatı kapsamında görüleceği, sadece İngilizce yazmış Ishiguro, Japon edebiyatının temsilcisi sayılabilir mi? Bir taraftan da Japonca konuşulan bir ev ve Japon gelenekleriyle büyümüş bir anne baba yer alıyor. Hayal edilen ve muhtemelen mitik ve yitik hissedildiği için sıkıca araştırılan Japonya’yı ilk romanlarında anlatısına zemin seçen Ishiguro’nun, karakterinde de yer alan Japon hassasiyeti, zarafeti, bastırılmış şiddeti ve farklı bakış açısının tüm yapıtlarına sızdığını göz ardı edemiyoruz kendi beyanlarından yola çıkarak. Kimi yapıtlarındaki gergin nezaket, belirgin sınıf ayrımı, romanı değerli yapan kilit öğenin anlatının umulmadık yerlerine yerleştirilmesi, ancak sabırlı okurun bu mücevheri bulabilecek olması da bana Ishiguro’nun Japon karakterine bağlı özellikler gibi geliyor. Yine de, bu seneki Nobel Edebiyat Ödülü nevişahsına münhasır birine, bir “melez”e, bir bakıma bir dünya insanına verilmiş oldu.
Ustaların Japon edebiyatı
Japon edebiyatı, bizim dilimize de her sene yeni örnekleri aktarılan, gittikçe nüfuzunu artıran bir edebiyat. Buna, yine nevişahsına münhasır, ama tamamen Japonca yazan (Ishiguro Japon mantığıyla İngilizceyi kullanırken, o da İngilizce mantığıyla Japoncayı kullanıyor), artık dünyanın en popüler Japon yazarı haline geldiği için Nobel Ödülü’yle taçlandırılmasına gerek olmadığını düşündüğüm, herkesin sevgilisi Haruki Murakami’nin yol açtığını söylemek gerekir. Doğan Kitap’tan yayımlanan irili ufaklı kitapları defalarca baskı yapan Murakami’nin yanında; artık kitaplarının baskısı bulunmayan, 1968’de Japonya adına ilk Nobel’i alan Yasunari Kavabata ya da aynı ödüle 1994’te layık bulunan ve Kurbanı Beslemek ya da Kişisel Bir Sorun romanlarının Can baskıları dışında yine pek yapıtı dolaşımda bulunmayan Kenzaburo Oe veya son basılan Altın Köşk Tapınağı dahil pek çok yapıtı Can Yayınları tarafından dolaşımda tutulan Yukio Mişima, yine Can Yayınları’ndan yayımlanan Anahtar, Nazlı Kar gibi başyapıtları ve son olarak Jaguar Kitap’tan çıkan Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın ile Naomi’si bulunabilen Junichiro Tanizaki ve uzun zaman sonra Kumların Kadını’nın yeni çevirisiyle, ardından da ilk defa yayımlanacak olan Kanguru Defteri ile Monokl’un yeniden canlandırdığı Kobo Abe gibi ustaların kitapları basılsa ve okurlar tarafından ilgi çekse de, ne yazık ki çok satabilmeleri ya da sıklıkla tekrar baskı yapabilmeleri mümkün olmuyor. Bunda belki dil meselesi önemli bir etkendir: Hakkıyla çeviri yapabilecek çevirmenler ancak yetiştirilebildiği ve ayrıca yoğun kültürel değişimler yaşayan Japon toplumunun kültürüne Batılıların köprüsü dışında doğrudan ulaşmanın zorluğu düşünüldüğünde, zorlanmadan, bunalmadan ve en önemlisi yanlış yorumlara sapmadan seri halde Japoncadan bırakalım çevirmeyi, okumak bile çok nadir kişiye nasip olacaktır, henüz. (Yanlışlara sapmak derken; bunun en yakın örneği Koreli yazar Han Kang’ın Uluslararası Man Booker Ödülü’nü kazanan Vejetaryen romanının Deborah Smith çevirisinde yaşandı. Koreli okurlar tarafından İngilizcesi okunurken fark edilen pek çok kritik hatayla dolu çeviri nedeniyle çeviri faaliyetinin yeniden yazımla ne kadar karışmış olduğu sorgulandı geçtiğimiz haftalarda; Türkçeye Göksel Türközü tarafından doğrudan Koreceden aktarıldığı için muhtemelen bahsi geçen hataları bizim okuduğumuz baskısında göremeyiz, ya da görsek de ayırt edemeyiz.)
Son dönemde yeni tanıştıklarımız
Yine de bazı yayınevleri, kimi zaman İngilizce ya da Fransızcadan geçerek, ama giderek artan oranda da doğrudan Japoncadan çevirilerle çok sayıda Japon yazarın yapıtını dilimize aktarıp yayın piyasasının çeşitli noktalarına dağıtıyor. Örneğin son dönemde Doğan Kitap Hırsız’la genç kuşaktan Fominori Nakamura’yı, Japonya’nın prestijli ödüllerinden kabul edilen Naoki ödülünü zamanında kazanmış Natsua Kirino’nun Tanrıça Günlüğü’nü ve Mitsuyo Kakuta’nın Ağustosböceğinin Sekizinci Günü’nü, polisiye yazarı Kanae Minato’nun İtiraflar’ını da yayımlayarak Japon edebiyatının dilimize aktarılmasına önemli bir destekte bulunuyor. Ayrıca son dönemde Dedalus Kitap’tan Yuichi Seirai’nin Nagazaki’si, Zeplin Kitap’tan Shusaku Endo’nun (Martin Scorsese tarafından sinemaya da aktarılan) Sessizlik kitabı, bir zamanlar Doğan Kitap’tanMercen Kemikler İnci Gözler kitabı çevrilmiş olan İkezava Natsuki’nin bir başka yapıtı Ayrıntı Yayınları’ndan yayımlanan Ağabeyine Çiçek Taşıyan Kız romanı, Yoko Ogawa’nın dünyada ses getirmiş ve bizde Pegasus Yayınları’ndan çıkan Profesör ve Hizmetçi‘si, Portakal Yayınları’ndan Kazuaki Tanako’nun Bir Aklın Savaşı romanı gibi kitaplar rafları doldurdu ve okurlarını bekliyor.
Türkçede gittikçe genişleyen Japon edebiyatına yeniden yoğunlaşmak için bugünlerde ben de Metis Yayınları için Tuncay Birkan tarafından yayına hazırlanmış, çok çevirmenli Sei Şonagon’un Yastıkname adlı klasik yapıtını seçtim: 10. yüzyıldan kalan bu yapıt, Japon sarayının nedimelerinden biri tarafından yazılmış bir günlükle adabımuaşeret rehberi arasında gidip gelen, Japon zarafetinin ne kadar derinlere indiğini gösteren çok güzel bir eser. Yastıkname ile Kazu Ishiguro romanları arasında on yüzyıllık bir zaman dilimi olmasına rağmen, zarafetin ve estetiğin nasıl kuşaklar boyunca aktarılabildiğini görünce, Japon kültürüne duyduğum hayranlık daha da arttı.
[Kasım 2017]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder