Uğur Uluocak
Huzursuz dünyamızda, kendimize mutluluk getiren bir kişi ya da bir yer bulamadığımız vakit, bunca şiddet ve keder dalgasının arasında boğuluyormuş gibi hissettiğimiz bir hayat sürdürüyoruz. Issızlığa, insansız doğaya, daha basit yaşam koşullarına duyduğumuz ihtiyaç ya da bunca hayhuyun arasında elde edemeyeceğimizi düşündüğümüz abidevi bir zafer hayali, bu dünyanın bakir yerlerini aramaya yöneltiyor aramızdan bazılarını; uygarlığından çıkıp bir kaşif olarak dünyanın uçsuz bucaksız bilinmeyenlerine yöneliyorlar. Hangilerinin aradığını gerçekten bulduğunu bilemeyiz, ama bugünün dopdolu dünyasında biz okurlar, kaşiflerin yolculuklarını okuyarak kendi hayallerimize, imgelerimize, ıssızlığımıza kaçmaya çalışabiliriz. Oturduğumuz yerden buzullara, kutuplara, Alaska’ya, Norveç’e, Kanada’ya en kısa yol, kapağını açtığımız bir kitap olabilir.
On yıl önce, editörü olduğum yayınevinde Edinburghlu genç bir yazarın, Stef Penney’nin Costa Ödülünü kazanmış romanını incelemiştik: Kanada’da, koyu kış koşullarının, kar esaretinin hâkim olduğu daha bakir bir dönemde, 1867’de yaşanan bir cinayette odaklanmış, ıssızlığa kaçan bir oğlanın arandığı bir romandı; daha sonra Bilge Kültür Sanat tarafından Füsun Talay çevirisiyle yayımlandı Issızlığın Ortasında. O zaman neden bizim yayınevinden yayımlanması için karar alamadığımızı hatırlamıyorum, ama romanı okurken içinde dolaştığım hem tarihi hem de tehlikeli yaban coğrafyanın beni alışık olmadığım bir huzurla doldurduğunu hatırlıyorum.
Tıpkı çocukken evimizdeki bir “kaşifler ansiklopedisi”nden Evliya Çelebi’nin, İbni Batuta’nın, Marco Polo’nun, daha da çağdaşlardan Everest’e tırmanan Edmund Hillary’nin ve Güney Kutbu’na ilk seyahati gerçekleştiren Roald Amundsen’in hayat hikayelerini ve seyahatlerini büyük bir merakla okuduğum gibi. Büyüyünce doğaya en fazla yaklaştığım zaman üniversitede arkadaşlarımla gittiğim dağcılık kursuydu. Uğur Uluocak’tan teorik dersleri alıyorduk, ama pratiğe çıktığımız gezilerden birinde, Bolu otogarından arkadaşlarıma el sallayıp kente hüsranla geri dönmek durumunda kaldığımda, kar ve keşif merakıma da son vermiştim. Penney’nin gençliğinde mustarip olduğu açık havaya çıkamama korkusundan (agorafobi) dolayı neredeyse tamamı yabani doğada geçen romanı aslında kütüphanelerde yaptığı araştırmalara dayanarak yazmış olması, sanırım benim de doğaya oturduğum kahve koltuklarından okuyarak gidebilmemi cesaretlendirdi.
Zahmetli yürüyüşler, kamp hayatı, ölüm-kalım mücadeleleri...
Yakınlarda Stef Penney, üçüncü romanı Under a Pole Star’ı yayımladı ve bu sefer tam teşekküllü bir Kuzey Kutbu’na yolculuk macerası kurgulamış: Çocukluğunda denizci babasıyla Grönland’a seyahat eden Flora adındaki İskoç doğa bilimci kadının, kendi kutup yolculuğundan sonra, romanın geçtiği 1948 yılında tecrübeli bir seyyah ve bilimkadını olarak Kuzey Kutbu’na ulaşacak ilk ekibin arasına seçildiği ve ekipte yer alan Amerikalı bir jeologla girdiği tutku dolu bir aşkın da dahil olduğu, ıssızlıkta yaşanabilecek pek çok tehlikeli maceradan geçtiği bir keşif turunu anlatıyor. Kuzey Kutbu’na yönelen pek çok geminin ve kaşifin başına gelenlere de atıfta bulunulan romanda, beyazların ancak keşfettiği yerlerde yaşayan Inuit yerlilerinden de bahsediliyor.
Keşif yolculukları üzerine bu dönemde yayımlanmış başka yapıtlar da gözüme ilişti: Toronto doğumlu, İrlanda’da büyümüş, ilk romanı Not Untrue and Not Unkind ile 2009’da Man Booker adaylarından olabilen Ed O’Loughlin’in yeni romanı Minds of Winter mesela. Tarihi gerçeklere de dayanan sırlarla dolu (HMS Terror gemisine kadar gerilere uzanan) bir roman olarak, Kanadalı bir adamla İngiliz bir kadının, Kuzey topraklarının farklı dönemlerindeki hallerine uğrayan araştırmalarını kurguluyor.
Alaskalı yazar Eowyn Ivey, Pulitzer Ödülü'ne de aday gösterilen ve bizde de Feniks Kitap’tan yayımlanan Kardan Kız ile Alaska’nın soğuk ve karlı coğrafyasında etkileyici bir anlatı kurgulamıştı zamanında. Geçtiğimiz ağustosta yayımlanan To The Edge of the Bright World romanındaysa, 19. yüzyılın sonlarında Alaska’ya yapılan ve yeni evli bir subayın hamile eşinden ayrılmasının getirdiği özlemleri, gerilimleri ve düşünceleri de içeren askeri bir keşif gezisini anlatıyor. (Yabana yol almak, uygarlığın en önemli boyutlarından aşkı ve aileyi terk etmeyi gerektirir mi gerçekten?)
İngiliz doğumlu, Kanada’da büyümüş, arkeoloji eğitimi görmüş, ilk romanı The House Between Tides adını taşıyan Sarah Maine’in ikinci romanı Beyond The Wild River bu sene yayımlanacak ve İskoçların Kanada’nın kuzeyine yaptıkları bir keşif gezisini merkezine alıyor. Viktorya çağında toplumun önyargılarıyla birlikte dünyayı keşfetme ve yayılma hırsları taşıyan insanların kesiştiği bir aşkı da barındırıyor roman.
Yeni yayımlanan ve yayımlanacak bunca keşif romanlarına bakınırken, birkaç yıl önce aldığım ve kütüphanemde hâlâ okunmak için bekleyen, Hollanda’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde en önemli yazarlarından kabul edilen Willem Frederik Hermans’ın Beyond Sleep’ini (Uykunun Ötesinde) çekip okumaya başladım. Uykunun Ötesinde genç bir jeolog, memleketi Hollanda’dan kalkıp Norveç’in ıssız kuzeyinde akademik kariyerinde yardımcı olacak bir keşif yapabilmek için bir seyahate çıkar. Ancak Hermans’ın kurgusu, Joseph Heller, Kurt Vonnegut ve hatta Kafka’yı andırır oranda, şapşallıklar, ters-mantıklar, acizliklerle doludur: Çocukken kaybettiği jeolog babasının etkisiyle flütçü olmak yerine jeolog olmayı seçen Alfred Issendorf, memleketinin en önemli edebiyat eleştirmeni annesinin üzerindeki etkisinden de kaçamayarak, Norveçli meslektaşlarının kendisini dolandırdığı paranoyası ve kendi beceriksizliğini örtmek adına büyük bir nam getirecek bir keşif yapabilme hırsıyla ıssızlığa yönelirken umulmadık bir felakete varacaktır.
Zahmetli yürüyüşler, yabancı diyarlarda hazırlıklar, keşfedilmemiş bir yerin kalmadığının idraki, kamp hayatı, en ufak bir hatada amansızca içine düşülen ölüm-kalım mücadeleleri, çadır arkadaşlarıyla yapılan sohbetlerde kişisel sırların ortaya çıkması, birtakım psikanalitik aydınlanmalar, farklı kültürlerin birbirleriyle karşılaştırılması, modern kaşifin bile keşfedeceği çok fazla şeyin bulunduğunu gösteren detaylar. Bu keşif romanlarını okurken yaşadığım en önemli sıkıntıysa, kitaplara gömüldüğüm koltukta kafamı kaldırdığımda, aynı uygarlığın, kentin, memleketin insanlarının hiç bitmeyen acı-tatlı kavgalarına yeniden dönüyor olmam oluyor.
[Ocak 2017]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder