5 Ağustos 2019 Pazartesi

Nergisin Ekosu: Paul Auster ve Siri Hustvedt Çifti Hakkında Bir Spekülasyon


Siri Hustvedt

Haruki Murakami’nin son dev yapıtı 1Q84’ü beklerken gündelik hayatıma soğukkanlılıkla devam ediyordum, ama ne zaman kitabın İngilizce bir nüshasının ulaşabildiğim kitabevlerinden birine vardığını internet üzerinden öğrendim, o anda bilgisayarı açık bırakarak ve her ne çalışıyorsam onu yarıda kesip yola koyuldum. Bir koşu gidip kalın ciltli kitabı alıp eve dönmem üç saati bulmuştu. Romanı okurken özellikle matematik öğretmeni ve yazar Tengo’nun, bir nevi Faust anlaşması yaparak hayalet yazar olmayı kabul ettiği Fuko-Eri’yle arasında geçenleri okurken, aklımda şöyle bir şeytani spekülasyonun canlanmasını engelleyememiştim: Güzel ve genç bir kadın yazarın yayın sahnesinde metnin sahibi görüneceği kitabı, pek de çarpıcı bir fiziksel görünüş sergilemeyen ve sıkılgan bir karakter olan erkek yazarın yazması örneklendiğine göre, romanın asıl yazarı da benzeri bir durumu yaşamış olamaz mı? Belki de Haruki Murakami de benzeri bir teklif almıştı zamanında ve bir başka yazar için hayalet yazarlık yapmıştı, hiçbir okurun ruhu duymadan. Zihnimde en çok, bir zamanlar Mutfak dahil pek çok kitabını okuduğum Banana Yoshimoto’yu yakıştırdım bu spekülatif senaryoya ve sapkınca alternatif bir evrende Banana’nın kitaplarını Murakami yazmış gibi o güne kadar okuduğum tüm kitaplarını birbirine karıştırdım. Aklı başında hiç kimseye tavsiye etmeyeceğim bu spekülatif yorum beni hem eğlendirmiş hem de mutlu etmişti. Önümüzdeki yazarları ve metinlerini nasıl okuyup yorumlayacağımız biz okurlara kaldığına göre, gerçekliğini bilmesek de böylesi spekülatif bağlantılarla bakabilme özgürlüğüne sahibiz. Elbette bunları mesnetsiz ortaya koyarak gerçekmiş gibi gösterirsek hiç de hayırlı sonuçlar ortaya çıkmayabilir. Yine de bizzat yazarlar böylesi kimlik oyunlarına sık sık kalkışıyorsa, biz okurlarının da yapması garip karşılanmamalı.
Yıllar sonra Paul Auster’ın son dev yapıtı 4321’i bekliyorum yine, ama soğukkanlılığımı korumak yerine, yukarıda anlattığım fantezinin bir benzerini daha roman dijital raflarda gözükmeden önce kurmaya başladım. Üstelik kimin neyi yazdığının karıştığına dair spekülasyonu Auster ve eşi Siri Hustvedt üzerinden kuracağım. Felsefi olarak hafıza ve kimlik, edebi olarak da gerçekler ve sanrılar üzerinden çok fazla oynayan iki edebiyatçının/akademisyenin evliliği, pek çok farklı yapıtlarını okumuş bir okurları olarak böylesi bir fantezi kurmama zemin sağlıyor. Elbette bu sürecin -kendi adıma- bir tür okur psikanalizi olacağının da farkındayım. Bir nevi yazar babalarımdan birini ve sonradan tanışmış olsam da kendimi okumaktan alıkoyamadığım eşini, okur ve hatta yazar olarak uzandığım divanda, bir bakıma analitik olarak parçalamış olacağım.
Kahramanları hızlıca tanıtmak gerekir: Paul Auster daha çok biliniyor. 1947 doğumlu Auster, ilk eşi şair ve öykücü Lydia Davis’le 1974’te evlenip 1977’de boşandığı sıralarda, daha çok varoluşçuluk akımının etkisinde şiirler yazan entelektüel bir bohemdi. 1981’de Siri Hustvedt’le ikinci evliliğini yapmadan hemen önce yazmaya başladığı Yalnızlığın Keşfiadlı otobiyografik kurguyla ve müstear adla yayımlanacak olan başka bir dedektiflik romanıyla 1982’de kendi karakterini bulmuştu. Otobiyografik kurgu ve dedektiflik türünün yöntemleri, varoluşu sorgulayan düşünce biçimiyle birleşince, ilk başyapıtı New York Üçlemesi’ni oluşturan üç metin -Cam Kent, Hayaletler ve Kilitli Oda- arka arkaya geldi. Anne Frank’tan esinle yazılan distopik Son Şeyler Ülkesinde, en sevdiğim Auster romanı Ay Sarayı, metaforik yönleri çok fazla olan Şans Müziği seksenler boyunca yazdığı diğer romanlardı ve Auster’ı bildiğim, sevdiğim yazar haline getirdi. Bu süreçte eşi Siri Hustvedt daha çok akademik yaşamdaydı: 1986’ya kadar Columbia Üniversitesi’nde varoluşçu felsefe boyutu yüksek olan okkalı bir edebiyat doktorası üzerinde çalışıyordu. Doktorasını verince kendi edebiyatıyla ilgilenmeye başlayan Hustvedt’in ilk kurgu yapıtı Gözbağının Ardında’ydı. 1992’de yayımlanan Siri’nin bu kitabının anlatıcısı Iris’in, Auster’ın aynı yıl yayımlanan -ve bana göre bir başka başyapıtı olan- Leviathan’ın anlatıcısı Peter Aaron’un da eşinin adı olması, bugün kurguladığım spekülasyonun ilk delili. Ayrıca bu romanın Don DeLillo’ya ithaf edildiğini fark ettiğimden beri Leviathan’daki -gerçek hayattaki Ted Kaczynski’nin yansıması olan- Benjamin Sachs karakterini Don DeLillo olarak tahayyül ederim. 
Doksanlardan itibaren Auster’ın edebiyatı inişli çıkışlı bir çizgi izlemeye, sinema hayatında fazla yer kaplamaya başlar. Yine de -benim de dahil olduğum- geniş bir takipçi kitlesini, Wayne Wang’la çektiği Duman veSurat Mosmor filmleriyle toplar. Kendisi de birkaç film yöneten Auster, sinemada aradığı tatmini bulamaz, ama bu süreçte romanlarında sinema referansları çok fazlalaşır. Kimi zaman adeta film analizlerinden oluşan geniş bölümler yazar, 2002’deki Yanılsamalar Kitabı ya da 2010’daki Sunset Park’taolduğu gibi. 2003’teki Kehanet Gecesi romanındaysa, anlatıcının Kâğıt Sarayı adlı kırtasiyenin sahibi Bay Chang’la kitapta kurduğu ilişkiyi, Auster’ın Wayne Wang’la kurduğu ilişkinin yansıması olarak algılamak mümkün. (Zaten aynı romanda kurulmuş aşk üçgenini de -aşırı bir yorumla- Paul-Siri-Don üçgeni olarak da okumuşluğum olmuştur.) 
Siri Hustvedt’in de, özellikle 2003’te yayımlanmış Sevdiklerim romanında sanat tarihçisi bir adam ile şeytani yetenekleri olan bir ressam adamın, eşleri ve çocukları üzerinden kurguladığı ilişkilerini de, haddimi aşarak benzer spekülatif gerçek yaşam bağları arayarak okumuşumdur. Hustvedt neredeyse tüm yapıtlarında kurgusunu sanat teması üzerine oturtur. Karakterleri durmadan kendilerini analiz eder. Metinlerinde felsefeyi ve sanat öncelikli olmak üzere her türden  yaratıcılığı birleştirir. Sanatsal yapıtları üç boyutlu betimleyerek bir bakıma pek çok kukla tiyatrosu yaratır. Bu kukla tiyatroları bana hep Auster’la bir yankılanma hissettirmiştir. 2014’te yayımlanan son romanı The Blazing World’de Hustdvedt bugüne kadar yarattığı en kapsamlı meta anlatıyı oluşturur. Çok yoğun olarak fragmanlaşma ve kimlik oyunları içeren bu romanının ana teması, sanat dünyasında erkek egemenliğidir. Bir sanat simsarının karısının, ancak kocası öldükten sonra, seçtiği üç erkek sanatçının kimliği altında kendi eserlerini sergileyerek kabul görmesi söz konusudur. Romandaki kimlik değişmeceleri, alternatif kurguların sanatçı tarafından tasarlanması, kimin kim olduğunun karışması belki de Auster’ın 4321’de aynı kişinin dört farklı yaşam olasılığını yazmasını önceliyordur. Bir bakıma nergis-eko ilişkisi kurulmuş olabilir Auster-Hustvedt evinde. Yıllardır aynı evde yaşayan iki sevgili yazarın hemhal olmaları belki de yapıtlarında da gerçekleşiyordur, kimin kim olduğunun pek önemi kalmıyordur. Hatta Frankenstein’ı Mary Shelley’ye yazdıran, eşi Percy Shelley ve Lord Byron’la girdikleri iddialaşma gibi pek çok oyun oynanıyor olabilir. Ne olursa olsun en önemlisi biz okurlarına bu çiftin merakla beklenen okkalı yapıtlar gönderiyor olmaları.  
[Şubat 2017]

Hiç yorum yok: