11 Ağustos 2019 Pazar

Diyelim Bir Roman Yazmaya Niyetlisiniz...


José Saramago

Biz günümüz okurları açısından kitaplarla ilişkiler büyüdüğümüz ortamda gördüğümüz kitaplarla başlıyor, aile kitaplığında, kurum kütüphanesinde, hiç olmadı küçük sınıfımızın camlı dolabında kütüphane kolundaki öğrencilerin her sabah tozunu aldığı ve kime verileceğini bir deftere not ettikleri kitaplarla. Risaleler, incelemeler, romanlar, denemeler, öykü ve şiir kitapları şeklinde türlerine ayrılmış, klasikleri, çocuklar için kısaltılmış versiyonları, farklı çevirileri, modern klasikleri, çoksatarları ile farklı versiyonlarda baskıları bulunabilen milyonlarca kitabın söz konusu olduğunu kısa zamanda öğreniyoruz. Hatta bugün dijital imkânları da göz önünde bulundurunca, çocuklarımızın bizim tanıdığımız formatta bir kitapla hiç tanışmasa da her türlü metni okuyacağı bir cihaza sahip olacaklarını tahmin edebiliyoruz, kitap okumasa bile her gün onlarca kitaba denk metnin arasından geçeceğini biliyoruz. Ama aramızdan sadece bazılarının aklına, belli bir türde, mesela roman türünde, bir kitap yazma fikri düşüyor ve çok azımız gereken sebatı göstererek bir roman taslağına ulaşıyor, bir yayıncıya ulaştırma imkânı buluyor ve öyle ya da böyle ilk romanını yayımlatabiliyor. Her geçen gün artan sayıda romancının yeni yapıtıyla karşılaşsak da, bir zamanlar romanın başat olmadığını, hatta ortada bile olmadığını biliyoruz. 

Dünyadaki ilk romanın 11. yüzyılda Japonya’da, Murasaki Şikibu tarafından yazılan Genji Monogatari olduğu bilgisine ulaşabiliyoruz mesela araştırdığımızda. Bir saray kadını olan Leydi Murasaki şiirler ve günlüğünü yazmanın dışında Genji’nin hikâyesini yazdığında muhtemelen bir roman yazdığını bilmiyordu. Eski Yunan illerindeki trajedilerden Latince satirlere, kutsal kitaplardan epik şiirlere, Sanskritçe metinlerden Hay bin Yakzan’a, Gılgamış’tan Beowulf’a okurların ve dinlerlerin ilgisini bugünkü romanlar ve hatta filmler ya da televizyon dizileri gibi çeken, ama roman kategorisine sokamayacağımız pek çok atası olan romanın, Ortaçağ’daki romans ve novella yazarlarından geçip Rabelais, Honore d’Urfe, Cervantes, Madame de La Fayette gibi isimler tarafından erken örnekleri veriliyor, 18. yüzyıldan itibaren—Ian Watt’ın önemli çalışması Romanın Yükselişi’nde belirttiği gibi—kabullenilmiş bir tür olarak salonlarda edebiyatın belirdiği görülüyordu. İngilizce ilk romanın ne olduğuna dair tartışmalarda Daniel Dafoe’nun Robinson Crusoe’sunu ayrıcalıklı bir yere yerleştiriyorlar, dolayısıyla ilk biz de ilk romanı modern yayıncılık açısından 1719’a tarihleyebiliriz. (Tüm bu ilk metinlerin yazarlarının primitif koşullarda aklına nasıl düştüğü, nasıl yazdıkları ve nasıl yayımlattıkları merak uyandıran bir fikir jimnastiği olarak görülebilir, her okura kendi fantezilerini yaratma fırsatı bırakarak günümüze geçiyorum.)

Kişisel olarak, ilk defa üniversiteye başladığım yıl, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ını okurken, önceden ürkekçe denemelerle başladığım yazabilme halini bir roman yazma hayaline dönüştürmüştüm. Bir üniversite öğrencisinin okuduğu bir kitabın ve âşık olduğu bir kızın peşinden maceradan maceraya sürüklendiği Pamuk’un romanında muhtemelen kendimi bulmuş, benzer bir metni benim de yazabileceğime inanmıştım. O dönemden beri Orhan Pamuk’u ilgi odağımda tutarım ve her metnini okuyarak, bulabildiğim bilgileri toplayarak, hatta tanışma ve birlikte çalışma fırsatı bularak da ideal romancı konumunda incelerim; açıkçası talihliyim ki benim dilimde, benim çağımda, benim kentimde yaşayan ve şahsen tanıştığım biri edebiyat dünyasının yıldızları arasına çıkıp kabul gördü, dolayısıyla kendimi ücra bir coğrafyanın küçük bir dilinin yalnız okurları ve yazarları arasında görmenin ötesine geçip, meraklarımı ve hayallerimi dünyanın her tarafına ulaştırabilme imkânına sahip hissediyorum. 

On sekiz yaşındaki gençten kırk yaşındaki adama gelene kadar henüz bir roman tamamlayamamış ve yayımlatamamış olmam, kişisel bir hüzün vermekle birlikte, ilk Sineklerin Tanrısı’yla sevdiğim romancılardan William Golding’in 43 yaşında bu ilk romanını yayımlatmış olması, (her ne kadar ilk roman olmasa da) Marcel Proust’un Yitik Zamanın İzinde’ye 39, Robert Musil’in Niteliksiz Adam’a 40 yaşında saplanmış olmaları, José Saramago’nun bildiğimiz haliyle yazmaya 55 yaşında başlamış olması bana hâlâ ümit veren örneklerden. Gençliğimde henüz elektronik iletişim, yaratıcı yazarlık kursları, okur oluşumları, bilgisayarla gündelik yazma pratiği, cebe girmiş cihazlarda anında metin üretmek gibi durumlar yokken heveslendiğim roman yazma çabasını hâlâ dolmakalem ve defterle sürdürüyorum, ama bu yazılar da dahil ben de herkes gibi işe yarar metinlerimi dijitalde oluşturup yayıncıma gönderiyorum. Üniversiteyi bitirmeme yakın, belki ileride işime yarar diye yöneldiğim yayıncılık faaliyeti bana mesleğim olan editörlüğü kazandırdı, yayıncılık dünyasından çok sayıda tanıdığım, arkadaşım oldu ve hatta kimi zaman çalıştığım yayınevlerinin dosya değerlendirme kurullarında görev de yaptım, ama söküğünü dikemeyen terziye dönüştüğümden nihayetinde bu kurullardan uzaklaşmam gerektiğine karar verdim birkaç sene önce. Yine de Sabitfikiriçin dünyadaki yayımlanan yapıtlara bakmaya devam ediyorum, ilk roman deneyimlerini de bu sayıda incelemeye çalışıyorum.

Yazar için ilk roman ilk metin olmayabilir. Pek çok kişi kalemini önce şiirde, denemede, öyküde kullanıyor. Oldukça iyi eğitimli artık günümüz yazarı, üniversitenin genelde dil ve edebiyat bölümlerinde genel lisans eğitimi almakla kalmıyor, doktoraya kadar uzanarak uzmanlaşıyor. (En serseri yazarlardan biri olan Edinburgh’tan “punk” Irvine Welsh bile, seksenlerde üniversitede MBA yapıyor ve tezini yazarken kütüphanede bir de ilk romanı Trainspotting’i tamamlıyor, 1993’te yayımlandıktan sonra sinemaya da aktarılınca külte dönüşüyor ve 30’undan sonra Welsh büyük bir yazara dönüşüyor.) Hiç olmadı yaratıcı yazarlık kursları var, okuma kulüpleri var, yazar rezidansları ve bursları var. Dolayısıyla hem dünyayı etraflıca öğreniyor günümüz yazarı, hem de yazabilmenin ne demek olduğunu, önceden yazılmış olanları, böylece tıpkı bilim gibi edebiyat da üst üste yığılan yapıtlarla gelişiyor, roman önceki romancıların yaptıklarından da süzülerek bugün ortaya çıkıyor. Yabani şekilde hiç roman okumadan veya kalemini önceden bilemeden roman yazmaya niyetlenenler olabilir elbette, ama gelişmiş bir yayın piyasasında kendisine yer bulmaları oldukça güç olacaktır. (Günümüzde özellikle Wattpad gibi uygulamalar vasıtasıyla çok sayıda genç ya da ilk yazarın ortaya çıktığı gibi bir fenomeni nasıl yorumlamalı peki? Eşzamanlı olarak popüler yapıtları ve bu yapıtlara nazire yazılmış arkadaş metinlerini okumaya başlayan, aslında birbirinin yazdıklarında çoğalan gençlerin kendilerinden menkul sayılabilecek bir cesaretle yazarlaşmaları, birtakım yayınevlerinin de bu “pazardan” pay almaya heveslenerek bu gençlerin romanlarını yayımlayarak özellikle fuarlarda birer gösteri insanıymış gibi dolaştırmaları, edebiyatın poplaması olarak değerlendirilebilir. Her dönem farklı pop biçimleri kültür alanını kaplamıştır zaten, önemli olan sular çekildiğinde kimlerin gerçekten kalacağıdır; pop maceralarında kazandıkları her ne olacaksa, olgunlaştıkları zaman nitelikli olmalarını sağlar bu gençlerin umarım, yoksa doksanların pop yıldızları gibi bugünlere geldiklerinde roman yazarak ikinci bir kariyer bulmaları pek mümkün olmayabilir.) 

Bir yazarın ilk yapıtının okura ulaştırılırken nereden geçeceği oldukça önemli. Doğrudan okura ulaştırmak adına kendi basımını yapan bir yazar, ki bugünün teknolojisi ve piyasasında çok kolay bir hamle olacaktır, bir ölçüde riskli bir hamle yapmış olacaktır. (Bu yolu seçenlere ünlü bir örnek: Farklı işlerde çalıştıktan sonra—tiyatro oyunculuğu, mağazacılık, gazetecilik, tavuk yetiştiriciliği, vs.—1899’da yayımcılığa başlar Lyman Frank Baum. Bir sene sonra da 44 yaşında yazdığı ilk çocuk romanıyla turnayı gözünden vurur, daha sonra devam romanı olarak 13 tane daha yazacağı Oz Büyücüsü’nüyayımlar, 1919’da öldüğünde ardında bu Oz kitaplarının yanı sıra 41 roman kalacaktır. Oz Büyücüsü efsanesini kendi elleriyle Broadway’de müzikal olarak uyarlayacak, ölümünden sonra da efsane 1939’da sinemaya aktarılacak, Kansas’tan Dorothy’nin Oz Diyarı’nda büyücüyü aramasını her kuşaktan çocuk bilecektir.) Yaygın yayıncılık mekanizmaları tarafından ciddiye alınmayabilir, ayrıca metni yayınevi personelleri tarafından ince ayarlardan geçirilmeyecektir bu süreçte. Editörler, metnin kaba yönlerini almakla kalmaz, metnin nereye yönleneceğini ve kimlerle buluşacağını da belirler. Bir romanın hangi yayınevinden, hangi diziden, hangi editörün tornasından çıkacağı bile milimetrik oynamalar yaratacak, yapıtın ve yazarının kaderini değiştirecektir. Yanlış konumlanan bir romanın kaderi yanlış yönde bir otobüse binen bir yolcunun kaderi gibi, gereğinden çok fazla zaman kaybı ve büyük moral bozukluğuyla gelişebilir. Halbuki deneyimlilerin ellerinden geçebilen bir roman, nadiren büyük patlama yapabilse de, yazarının ciddiye alınmasını ve hatta taltif edilmesini sağlayabilir. 

Bugün pek çok araçla ilk romanlar değerlendiriliyor, yazarları parlatılıyor ve mümkün olduğunca iyi bir yere konumlanmaya çalışıyor okurların zihinsel haritalarında. Kitap yayınlarında özel dosyalar yapılıyor, yılın ilk romanlarına vurgu yapılıyor, kitabevlerinde özel vitrinler, raflar ayrılıyor. Artık her sene bir yayın piyasasında kimlerin ilk romanının basılacağı sene başında belirli oluyor, kimin hangi aya düşeceği saptanıyor, basın tanıtımları ona göre ayarlanıyor (mesela bu sene Elif Batuman The Idiot romanıyla yılın ilk romanları listesinde önem taşıyan bir isimdi ve Mart ayında kitabı yayımlanmıştı, dolayısıyla New Yorker için yazmış olduğu yazıların New Yorker abonelerine gönderilen haftalık epostalarda tam da kitabın çıkışına yakın Elif Batuman’ın tüm yazılarını almak bile tasarlanmış bir manevra olsa gerek). En önemlisi gerek yazılmadan önce burs mantığında ya da yayın sözleşmesi sağlayarak, gerekse de maddi pay da vererek, ama her durumda birtakım yazarları ve yapıtları vurgulayarak, işaret ederek okurların haritasına yerleştirilen ödüller dağıtılıyor. Ödüllerin ne kadar adil oldukları, adil olup olmamalırının ne önemi olduğu, temsilciler veya yayıncılar tarafından manipüle edilip edilmedikleri apayrı tartışmalar, ama uzaktan bakmak durumunda kalanlara işe yarar, başlangıç doneleri veriyorlar. Yüzlerce yeni roman basılırken, birkaç okuma hakkı olan bir okurun ödüllerin peşine düşmesinin mantıklı olacağını kabul etmek gerekir. 

Fransa’da Prix du Premier Roman kapsamında henüz basılmamış romanı için 18-30 yaş arasındaki genç romancıya 3.000 avro veriliyor, 1990’dan beri de Paris belediyesi bütçesinden de bir Goncourt ödülü veriliyor ilk basılan bir romana (bu sene Maryam Madjidi’nin Marx et la poupée romanına verilmiş). Prêmio São Paulo de Literatura Brezilya’da basılan Portekizce romanlara veriliyor ve ilk romanını yazanlara özel bir ödül veriyorlar, hatta 2013’ten itibaren bu alanı da ikiye bölmüşler, 40 yaş altı en iyi ilk roman ile 40 yaş üstü en iyi ilk roman ayrı ayrı veriliyor (ben artık ikinci kategoride yer alabilirim ne yazık ki, genç romancı olma hakkımı kaybettim sanırım.) Amerika’da bu alanda verilen en önemli ödül Hemingway Vakfı’yla PEN yazarlar birliğinin ortak verdiği ödül ve son yıllarda kitabevlerinin raflarına ulaşan en önemli yeni yazarlar ilk yapıtlarıyla bu ödülü almışlar. 1976’da verilmeye başlanan ödülü alanlar arasında son yıllarda 1997’de Ha Jin, 2000’de Jhumpa Lahiri, 2001’de Akhil Sharma, 2008’de Joshua Ferris, 2012’de Teju Cole, 2013’te Kevin Powers, 2014’te NoViolet Bulawayo, 2015’te Ama Bontemps Hemenway, 2016’da Ottessa Moshfegh ve bu sene Yaa Gyasi bulunuyor. Bir başka Amerikan ödülü de Virginia Commonweatlth University’nin yaratıcı yazarlık programı tarafından verilen İlk Romancı Ödülü. Britanya’da en önemli ödüllerden biri olan Whitbread bir süreden beri Costa olarak biliniyor ve ilk roman kategorisinde 1981’den beri ödül dağıtıyor. William Boyd, Bruce Chatwin, Jeanette Winterson, Jim Crace, Hanif Kureishi, Rachel Cusk, Kate Atkinson, John Lanchester, Pauline Melville, Zadie Smith, DBC Pierre, Tash Aw, Stef Penney bugüne kadar bu ödülün tanıttığı yeni romancılar olmuştu. Bu ödüle katılım için yayınevleri başvuruyor ve katılım için 5.000 pound ödemeleri gerekiyor, kazanan ise 5.000 poundu almakla kalmıyor diğer kategorilerle birlikte gerçekleştirilen değerlendirmede Costa Yılın Kitabı ödülüne layık görülürse 25.000 pounda daha kazanıyor. Sadece ödül açısından bile cazip olan bu seçimin genç bir yazarı daha ilk kitabından nasıl yücelteceğini tahmin edebilirsiniz herhalde (Zadie Smith’e ya da Kate Atkinson’a bakmak yeterli olabilir). Almanya’da ilk romana verilen ödül 10.000 avro ve ZDF televizyon kanalının Aspekte sanat progaramı tarafından belirleniyor, Aspekte-Literaturpreis’i alanlar arasında Herta Müller, Zoë Jenny gibi isimler bulunuyor (Alman yayıncılığına ve edebiyatına diğerlerine oranla daha uzaktan baktığımı fark ettim, sanırım aktüel olarak oradan buraya yazar tanıtan bir kanalım yok, güncel Alman yazarlarını bize aktaran kişiler mi eksik, yoksa ben mi onlara ulaşamıyorum, emin değilim). Edgar Allan Poe’dan Bram Stroker’a hem yazar adına hem de belli bir türde verilen ödüller de, bilimkurgu için verilen Locus’tan LGBT mensupları için özel olarak verilen Lambda’ya spesifik kültürlerde verilen ödüller de söz konusu ayrıca. 

Yeni bir yazarın okurlar nezdinde kabul görmesinin en kritik aşamalarından biri yapıtının önemli bir eleştirmen tarafından ele alınmasıdır ve yayınevinden ya da temsilcisinden bağımsız olarak bir eleştirmene ulaşabilmek hiç de kolay olmayacaktır. Her dilin, çevrenin, piyasanın kendi önemli eleştirmenleri vardır ve bu eleştirmenler yapıtı ve dolayısıyla yazarı rezil de edebilir vezir de. Geçtiğimiz ay emekli olan Michiko Kakutani, kırk yıla yakın bir süre boyunca ABD’nin en önemli gazetelerinden birinin, The New York Times’ın baş kitap eleştirmeni olarak her hafta kitapların gidişatına yaptığı yorumlarla yön vermişti. Bayan Kakutani’nin kimi zaman pozitif, kimi zaman negatif nazarına henüz ilk romanıyla yakalanan yazarlar arasında Bret Easton Ellis (henüz 19 yaşında yayımladığı ilk romanı Sıfırdan da Az belki de bu türden eleştirilerle rüzgârı arkasına aldı ve daha ilk senesinden 50.000 kopya satar, ilerde yazarına Amerikan Sapığı’nı yazdıracak özgüveni sağlar), Zadie Smith (24 yaşındaki yazarı müjdelerken “hem içgüdüsel öykü anlatıcısı yeteneğine sahip hem de sokak zekâsını ve aynı anda eğitimli, canlı ve felsefi olabilen olabildiğine moda bir sesi var” diye bahsederse elbette baştacı edilir okurlar tarafından), Dave Eggers bulunurken, David Foster Wallace, Jonathan Franzen, Marlon James gibi isimlerin okurun geniş ilgisiyle ve ödüllerle taçlanan asıl yapıtlarını yükselten dalgayı da sunuyordu Kakutani. Böylesi etkili ve tutturan eleştirmenlerin gözüne girmek hiç de kolay olmasa gerek.

Okurun ilgisi yazarın ilk yapıtının ötesine geçmesine yardımcı olacaktır. Hem kabul gördüğünü hissedecek, hem de satış rakamlarına dayanarak yapılan analizler neticesinde başka mecralara geçme imkânı bulabilecektir. Bir temsilciye sahip olmak burada kritik bir önem taşıyor. Chuck Palahniuk’un durumuna bakarak bu konuda bir örnek bulabiliriz: Üniversitede gazetecilik okuduktan sonra bağımsız basında mesleğini icra etmenin yanı sıra bir tır şirketinde dizel motorlar hakkında kullanım kılavuzları yaptığı ikinci bir işi varken otuzlarına geldiğinde ilk roman taslağı Görünmez Canavarlar’ı yazar Palahniuk. Henüz temsilcisi bulunmadığından gönderdiği tüm yayınevleri kitabı iğrenç bulup basmak istemez, bu duruma sinirlenerek daha da iğrenç bir roman yazmak için önceden kaleme aldığı bir öyküyü büyüterek Dövüş Kulübü romanı haline getirir. Bu ikinci roman taslağının reddedileceğini de düşünürken bir edebiyat temsilcisiyle anlaşılır, romanı kabul görür, 1996’da basılır, okurlar tarafından özel bir ilgiyle karşılanarak kült bir takipçi kitlesi oluşur, romanın film hakları satılır, David Fincher tarafından filme çekilir ve Chuck Palahniuk daha sonra Görünmez Canavarlar’ı da yayımlatma fırsatı bulur. Başyapıtının devamını Amerikan çizgi roman piyasasında getirmesinin de anahtarı temsilcisinin cin fikrinde yatmaktadır muhtemelen. İyi bir kalemse, iyi bir temsilciyle çalışıyorsa yazarın ilk romanı yayımlandıktan sonra yolu açılır ve yüksek akçeli televizyon ya da sinema uyarlamalarına, farklı versiyonlara geçilebilir.

Ama bir zamanlar tersten akıyormuş sular ve zamanının televizyon kanalı olan kurgu dergilerinde ilk yapıtlarını veriyormuş yazarlar. Genç bir gazeteci, ilüstrasyonlarla birlikte öykülerin basılacağı bir yayında yazma fırsatını bulduğunda 24 yaşındadır ve yıl 1836’dır; Londra hayatından manzaralar olarak okunabilecek önceki çalışmalarından hareketle Mister Pickwick’in Serüvenleri adındaki ilk romanını on dokuz ay boyunca parça parça yayımlattıktan sonra ancak 1837 sonunda bir ciltte bastıran Charles Dickens, bu pikaresk yapıttan sonra sadece İngiltere’nin değil tüm dünyanın en ünlü romancılarından biri olarak 58 yıllık hayatında roman sayılabilecek yirmi metin yazacaktır. Mister Pickwick’in Serüvenleriyayınıcılık açısından ilk fenomenlerden biri olacak, o zamana kadar çizerlerin hâkimiyetinde olduğu gazetecilikte metnin çizimin önüne geçmesini sağlayacak, korsan kopyaları çıkarılacak, sahneye uyarlanacak, parodi metinleri yazılacak ve pek çok türev ürünle tanıtılacaktı. Muayenehanesinde hastalarını beklerken sıkıntıdan patlamamak için yazmaya başlayan bir göz doktoru ise bir başka örnektir: 1886 yılının Kasım ayında Ward Lock ve Kumpanyası yayıncılık şirketine teslim ettiği roman dosyası, ertesi yılın ilk günlerinde şirketin yayımladığı Beaton’s Christmas Annual dergisinde olduğu gibi yayımlanır ve biz okurlar yıllar içinde en çok tanınan kurgu karakterlerden olan Sherlock Holmes ve Doktor Watson’la tanışırız: Kızıl Dosya Arthur Conan Doyle’un yazarlık kariyerinin başlangıcını muştulayacaktır; aynı şirketin 1891’de genişletilmiş baskısını yapacağı bir başka ilk roman ise, bir sene önce Lippincott’s Monthly Magazinedergisinde sansürden kaçınmak için kesintili bir versiyonu yayımlanmış olan, daha önceden denemeleri, şiirleri ve öyküleriyle popülerleşmiş Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi olacaktır.

Türkiye’de yayıncılık yapıp başka yayın çevrelerinde yayımlanmış kitapları seçerek dilimize kazandırmaya çalışanlar için en zor durumlardan biri, adı sanı pek duyulmamış bir ismi, ilk romanının cazibesine kapılarak seçmektir. Edebiyat temsilcilerinin, yayınevlerinin kataloglarında ya da edebiyat mecralarında tanıtımını gördüğümüz, ustalar tarafından övülmüş, muhtemelen ödül de kazanmış, dolayısıyla sıradan bir okurun peşine rahatlıkla düşebileceği bir yazarın bu ilk yapıtını yayımlamayı seçen yayınevi, çok sağlam bir dayanak bulamadığı takdirde üç rakamlı baskısını bile yıllar içinde zar zor bitirir bir baskı macerasına girişmek durumunda kalabilir ve böylesi deneyimler sinir bozucudur. Sadece ilk romanlar değil, kendi piyasamızda hiç bilinmeyen usta bir yazarı bile yayımlamak açıkça cesaret ister. Büyük yayınevlerinin seçmiş olması bir parça ibreyi yukarı doğru kaldırırken, genç bir yayınevinin yeni yazarlar sunması bir tür Donkişotça harekettir. Keşke yeni yazarların peşine düşebilecek meraklı okur sayısını artıracak yeni dalgalar bulsak ve büyük bir şevkle başladığımız yayıncılık faaliyetlerinde kısa sürede yılgınlığa kapılıp işi ticarete çevirmek zorunda kalmasak.

Burada önemli bir ara kademe oluşturmamız gerekiyor. Neyin kimler tarafından ilgi görebileceğini kestirmeye çalışan türden birtakım periskop isimlere ihtiyacımız var. Bir zamanlar yayın yönetmenleri veya birtakım yazarlar bize uzak diyarların göze batan isimlerini gösteriyorlardı, ama şimdi hem yoğunlaşan yayıncılık faaliyetleri hem de seyrelen kişiliklerimiz nedeniyle başkalarına özel olarak bakabilen isimler pek kolay çıkmaz oldu. Doğrudan bildiğimiz dil söz konusuysa buradaki yayın faaliyetini pas geçip o dilin piyasasına yönelebiliriz, ama ya üçüncü veya dördüncü diller söz konusuysa… Biz okurları ve hatta yayın bileşenlerini rahatlatacak birtakım “trendsetter” ya da “forecaster”, modaları belirleyen ve geleceği okuyan okuryazarlara ihtiyacımız var. Daha ilk romanından bir yazarı yakalayıp okuma serüvenimiz boyunca birlikte büyüyebilmek için…

[Eylül 2017]

Hiç yorum yok: