4 Ağustos 2019 Pazar

Köstebekler Döneminde Bir İstihbaratçı-Romancı


John Le Carré

Gündelik hayatımızı sürdürürken karşılaştığımız insanlar, şahit olduğumuz olaylar bize gayet olağan, sıradan gelir. Halbuki günün birinde bir olay olur ya da bir durum ortaya çıkar ve bir anda olağan sandıklarımızın çok farklı olduğunu ya da algılandığını, meğer ne kadar da tehlikeli kişilerle tanışmış olduğumuzu anlarız birdenbire. Böylesi durumlardan toplumca geçtiğimiz, gördüklerimizin durmadan biçim değiştirdiği, hafızalarımıza bile güvenmekte zorlandığımız bir dönemde uzun sürece ve aheste adımlarla ilerliyoruz sanki. Tam da bu döneme uygun bir okumaya kendimi vermek istediğimden dolayı, son iki senedir arka arkaya çıkan John Le Carré biyografilerine sığınmayı tercih ettim: Geçen sene, aslında Robert Harris’in yıllardır yazmayı düşündüğü, ama Adam Sisman’a nasip olan resmi Le Carré biyografisiyle başladım; ardından da, geçtiğimiz ay yayımlanan Pigeon Tunnel: Stories from My Life (Güvercin Tüneli: Hayatımdan Öyküler) isimli otobiyografiye geçmeye niyetliyim. Böylece casus edebiyatında “köstebek” ve “hain” kavramları üzerine bir hayli kalem oynatmış bir kurgu yazarının ve aynı zamanda eski bir istihbarat servisi çalışanının hayatına bakıp devletlerin ve dünya kazanını kaynatanların, biz sıradan insanların sandığının ötesinde neler yapabileceklerini bir nebze olsun anlarım diye düşünüyorum.

Asıl adı David Cornwell olan Britanya’nın yaşayan en önemli casus romanları yazarı John Le Carré, her sene ya sinemaya (bu sene, zamanında dilimizde Hain adıyla Altın Kitaplar’dan yayımlanmış olan Our Kind of Traitor vizyona girdi) veya televizyona uyarlanan (yine bu sene BBC ve AMC ortak yapım olarak, bizde Alfa Yayıncılık tarafından Gece Müdürü adıyla yayımlanan The Night Manager’ı altı bölümlük bir dizi haline getirdi) yapıtlarıyla ya da yayımladığı yeni bir romanla veya son iki senede Kırmızı Kedi Yayınevi ve Alfa Yayıncılık tarafından yapıtlarının yeni çevirilerinin ve baskılarının yapılmasıyla hep gündemde kalıyor. Soğuk Savaş atmosferinde küçülen Britanya İmparatorluğu’nun gizli servislerinde önce geçici ve sonrasında düpedüz servisin memuru olarak çalışan Cornwell, son yapıtına adı veren “Güvercin Tüneli” örneğiyle kendisini özdeşleştiriyor: Monte Carlo’daki bir gazinonun çatısına kurulmuş bir düzenek sayesinde avlanmak isteyen misafirler için güvercinler uçurulurmuş ve vurulmayan güvercinler yeniden çatıya döner, gerektiğinde tekrar uçurulacakları zamana kadar yine tünele girerlermiş. Bu dramatik sahne, vatansever hislerle memuru olduğu devletin yıllar içinde eleştirilecek pek çok yanı olduğunu fark eden ve sürdürdükleri politikalar nedeniyle pek çok sefer sadece memurlarında ve yurttaşlarında değil, tüm dünyada kaos yaratabildiklerini sezen bir zekanın, her şeye rağmen görev bilinciyle faaliyetlerine nasıl devam edebildiğine işaret ediyor bir bakıma.

Dolandırıcılıkla casusluk arasında

  
Le Carré’nin otobiyografisinde en çok dikkatimi çeken, babasının katıksız bir dolandırıcı olması oldu. Burjuva bir aileden gelen Ronnie Cornwell, iki savaş arası dönemde kalburüstü bir hayat sürdürmek için akla hayale gelmez yöntemlerle bir sürü numara çeken, Batılıların con-man adı verdikleri, hem güven uyandıran hem de tatlı tatlı üçkağıt yapan bir baba figürü. Zaman zaman kurduğu şirketlerle zirveye çıkan, ama hemen arkasından karşılıksız çekler, iflaslar, fiyaskolarla kendisine güvenen herkesi hayal kırıklığına uğratan, yeri geldiğinde milletvekili adayı olan, yeri geldiğinde de hapsi boylayan bir kişi. Babalarının bu bata çıka yönlendirdiği hayatın dengesizliklerine, yalanlarına ve gerilimlerine oldukça alışmış olan David ve ağabeyi, onları terk eden annelerinin de etkisiyle güven meselesinde zedelenmiş karakterlere sahip olmuşlar.
Çocukluğundaki duygusallığını ağabeyinin desteğiyle atan David, Britanya sisteminin nadide okullarında ve kolejlerinde, babasının ekonomik akışının dalgalanmaları sayesinde, paradan ve statüden çok başarıdan yararlanarak okumuş ve dört dörtlük bir Oxford insanı olmuş: Yeri geldiğinde öğretmenlik yapmış, yeri geldiğinde resim yapmış, yeri geldiğinde taşrada yaşamış, yeri geldiğinde banliyödeki eviyle iş yeri arasında günde üç saat yolculuk yapmış.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında çocukluğunu yaşamış olmasına rağmen, Alman kültürüne duyduğu hayranlık ve İsviçre’deki öğrencilik zamanlarının etkisiyle, bir İsviçreliden ayırt edilmeyecek Almancasıyla ve diğer dillere yatkınlığıyla, gerek askerliğini yaptığı on sekiz yirmi yaş arası dönemde, gerekse de sonraki memuriyet hayatında başarılı bir sorgucu olmuş: İlk görevleri genellikle komünist ülkelerden Batı’ya kaçanların göçmenlik kabul incelemelerini yapmakmış; bu konuda eğitim aldığı ve birlikte çalıştığı isimler, İngiliz gizli servislerini kuran ve savaş yılları boyunca sayısız sorgu yapan, kullanabilecekleri insanları kendi servislerine alan insan sarrafı ajanlarmış. Dolayısıyla, geliştirdiği meşin karakteri daha lise yıllarından itibaren istihbarat servislerindeki kelle avcılarının dikkatini çektiğinden, David, çok erken yaşta arkadaşları arasında muhbirlik yapmaya başlamış, herkesin herkes hakkında rapor verdiği, herkesin herkesi dinlediği bir dünya olan istihbarat dünyasına adeta mükemmelen yetişmiş bir kişi olarak girmiş.

Elbette tüm hayatı bu amaçla kurgulanmamış David Cornwell’in, bir sürü sıcak ve entelektüel detayla dolu otobiyografisinden, günün anlam ve önemine uygun olarak benim çektiğim detaylar bunlar. Böylece romancının romanlarında kurguladığı her detayın aslında istihbarat dünyasındaki ve Britanya bürokrasisindeki bir realiteden çıktığını hep hissettiğimiz Le Carré’nin, özü olan David Cornwell’in nasıl bir adam olduğunu görüp -Britanya’dan ve Soğuk Savaş döneminden fersah fersah uzakta olmamıza rağmen- bizim çevremizde de benzer durumların nasıl peyda olduğuna dair fikir oluşturabiliriz diye düşündüm.

Pek çok yapıtında, mesela en meşhur yapıtı Köstebek adıyla dilimize aktarılmış Tinker, Tailor, Soldier, Spy’da olduğu gibi, devlet kurumlarında bir köstebek ya da hain çetesi aratan John Le Carré, memurlar arası gerilimleri, bakanlar arası kavgaları, ülkenin çıkarının kişisel çıkarlarla nasıl yönlendiğini ve tüm bu köşekapmaca oyunlarında biz dünyanın sıradan insanlarının nasıl heba olduğunu gösterip duruyor bize. Bana kalırsa David Cornwell’in erdemi, kendisini Le Carré’ye dönüştürerek, şahit olduğu tüm pis numaraları anlatabilmesinde yatıyor; dolayısıyla biz de yapıtlarını ve biyografilerini okuyarak, çevremizdeki pis numaraları anlayabilmek için hayal gücümüzü geliştirebiliriz.

[Ekim 2016]

Hiç yorum yok: