24 Ağustos 2019 Cumartesi

Güzün Dökülen Yapraklarına Eşlik Edenler


Karl Ove Knausgaard

Sonbahar her nedense pek çok açıdan yeni başlangıçların mevsimi oluyor. Belki de okul çağından kalan bir alışkanlıkla, eylül ayı, hayatımızdaki çarkların yeniden dönmeye başlaması anlamına geliyor. Uzun ya da kısa bir yaz tatilin sonunda, belki yeni kurumlarda belki eski kurumlarda eğitim, iş yeniden yoğunlaşıyor. Yayıncılık için de geçerli bu elbette, bir bakıma “sezon başlangıcı” gerçekleşiyor ve yayınevleri, okurlarına büyük ümitlerle okuyacakları yeni kitaplar sunuyor. Her yıl kimileri için okunacaklar tükenmiş gibi gözüküyor, kimileri için okunacaklar asla bitmiyor ama mutlaka bir-iki heves edilecek, önceden beklemeye geçilecek, yayımlanacağı tarih ajandalara not edilecek kitap bulunuyor. 2018 sonbaharının başında ben de Anglosakson yayın piyasasında yayımlanacağı şimdiden müjdelenmiş yapıtları not etmek istedim.

Geçtiğimiz yıllarda büyük bir hevesle okuduğumuz Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam serisi kitapları İngilizcede, eylül başladığında, nihayet tamamlanmış olacak. 1200 sayfaya yakın The Endadındaki bu son ciltte Hitler’in Mein Kampf’ı üzerine de bir bölüm yer alacakmış. Bakalım Knausgaard’ın kendisini ortaya koyarak edebiyat tarihine geçtiği bu dizi nasıl sonlanacak. Gerçi ben Monokl çevirisini bekleyeceğim, ama pek çok Knausgaard hayranı son kitaba gelmeden çoktan yazarın bir diğer serisini, “mevsimler dörtlemesi”ni İngilizce çevirilerinden okumaya başladı.

Uzun zamandır yeni bir kitabı yayımlanmayan ama çoksatarlar listesinde her kitabıyla kendine yer bulmuş, özellikle Uçurtma Avcısı’yla fenomenleşmiş Khaled Hosseini, eylül ayında yine bir mülteci öyküsüyle ama bu sefer çizimlerini Dan Williams’ın gerçekleştirdiği bir çocuk kitabıyla okurlarına ulaşacak. Hosseini, Suriye’nin Humus bölgesinden kaçmaya çalışan bir aileyi anlatısının odağına yerleştirmiş Sea Prayer kitabında.

Popüler ve başarılı İngiliz romancı Kate Atkinson’dan eylül ayında İkinci Dünya Savaşı döneminde geçen bir casusluk romanı geliyor. Transcription adlı romanda, savaş süresince casus olarak görev yapmış ama savaş sonrasında radyoda “normal” olarak çalışan bir kadının gizemli ve tedirgin edici geçmişinin hatırlatılmasını kaleme almış Atkinson. Bakalım hemen hemen her kitabıyla ödüllere aday olan yazar, bu son romanıyla ne kadar ses getirecek?

Vladimir Nabokov’un ardından Amerika’ya göç etmiş ve İngilizce yazan en matrak Rus olan Gary Shteyngart’ın yeni romanı Lake Success de eylülün merak uyandıran yapıtlarından. Bankada fon yöneticisi olan başkahramanının, zamane Amerika’sında Kerouacvari bir yol macerasına çıkmasını kaleme alan Shteyngart, tüm dünyayı etkileyen bu kültüre Putin Rusya’sından çok daha farklı yaklaşarak olsa da, yine de matrak bir ayna tutacak muhtemelen, daha önceden pek çok kez yaptığı gibi.

Güz Murakami’yle başlar


Ekim ayını iple çekmemin en önemli nedeni ise, Haruki Murakami’nin Killing Commendatore adlı son romanının Philip Gabriel ve Ted Goossen tarafından yapılan İngilizce çevirisinin ulaşılabilir hale gelecek olması... Türkçesinin ne zaman çıkacağını bilemiyorum, ama 21. yüzyıl boyunca yayımlanmış tüm Murakami romanlarında olduğu gibi, ülkemizdeki raflara ilk düştüğünde almaya koşturacağımı biliyorum. Şimdiden sansasyonel haberlerle biz Murakamiseverleri de ısındırıyorlar zaten; yok Hong Kong kitap festivaline kabul edilmemiş, yok Muhteşem Gatsby’ye nazireymiş... Nihayetinde tonu oldukça olgunlaşmış Murakami’den kocaman bir roman geliyor.

Ekimi bekleyen bir başka okur kitlesi de, Jodi Picoult severler. Kişisel olarak henüz hiç uğramamış olmama rağmen Picoult’nun çağdaş okurlar tarafından çok sevildiği sık yayımlanan ve ilgi duyulan romanlarından anlaşılıyor. Yeni romanı A Spark of Light’da Picoult, günümüzde kanıksanmış bir kriz durumunda neler olduğunu kurgulamış: Silahlı bir saldırgan her an herhangi bir mekanı basabilir ve kurşun yağdırıp insanları rehin alabilir. Picoult’nun yeni romanında bu mekan, bir kadın sağlığı kliniği. Üstelik rehine krizinde arabuluculuk yapacak deneyimli polis memurunun kızı da o gün klinikte... Yazarın bu cesur temasının tansiyon kadar dayanışma da içerdiğini belirtiyorlar.

Yıldızı kuvvetli parlamaya başlamış çoksatar romancılardan biri de Barbara Kingsolver. Aynı zamanda çok ödüllü bu yazarın dilimize daha önceden Hayvan, Sebze, Mucize: Bir Yılın Yemek Güncesi adlı kurmaca dışı sayılabilecek, neler yediğimizin üzerine eğildiği yapıtı Seda Çıngay çevirisiyle Bilge Kültür Sanat’tan ve 2010’da Orange Ödülü kazanmış, 1950’lerin Meksika’sında Diego Rivera, Frida Kahlo ve Lev Troçki aşk üçgenini de kapsayan Boşluk adlı romanı Çela Saranga çevirisiyle Pegasus’tan yayımlanmıştı. Önümüzdeki ekim ayında da Unsheltered adlı son romanı çıkacak. Günün koşullarında kendi hayatı tüm çabalarına rağmen dağılan orta yaşlı, çalışkan ve azimli bir kadının, kendisine miras kalan tarihi ama metruk evin geçmişini araştırdığında rastladığı iki ailenin hikayesini kaleme almış Kingsolver.

Ekimin bir diğer sürprizi de, bir önceki romanı bizde Doğan Kitap’tan Omca Korugan çevirisiyle yayımlanmış Z: Zelda Fitzgerald’ın Romanı’yla Büyük Buhran öncesi Altın Çağ’a denk gelen Yitik Kuşak Amerikalıların yükselişlerini ve düşüşlerini maharetle yazabileceğini gösteren Therese Anne Fowler’dan gelecek: A Well-Behaved Woman. New York‘un en zengin ailelerinden Vanderbilt ailesinin romanını kurgulayarak buhran yıllarının yükseklerde nasıl yaşandığını kaleme almaya devam ediyor anlaşılan Fowler.

Kişisel olarak ekim ayında yayımlanacak kitaplar arasından merak ettiğim son kitap, İrlanda edebiyatının çağdaş yıldızı Colm Tóibin’in İrlanda edebiyatının ustalarının babaları hakkında yazdığı incelemeleri barındıran Mad, Bad, Dangerous to Know: The Fathers of Wilde, Yeats and Joyce adlı çalışması olacak. Babalarının bu ünlü İrlandalı yazarları nasıl “delirttiğine” bir bakmalı!

Kasım ayına müjdelenmiş kitaplardan dikkatimi çekenler ise, çarpıcı kitabı A Manual for Cleaning Women’in ardından gelen yeni öykü kitabı Evening in Paradise: More Stories ile Lucia Berlin; dilimize hiç çevrilmemiş Meksikalı yazar Amparo Dávila’nın (Brezilyalı Clarice Lispector gibi) Kafka ya da Poe öykülerini andıran tutku, takıntı, yalnızlık ve korkularla dolu metinlerinden oluşan The Houseguest And Other Stories’i; uzun zaman sonra tekrar bir dedektiflik romanı yazan matrak Jonathan Lethem’in The Feral Detective’i; Ian Flemming’in ardından son yıllarda James Bond efsanesinin yaratıcılığını yapan Anthony Horowitz’in Bond’un 007 olmadan önceki maceralarını anlattığı Forever and a Day’i ve bizim hâlâ Sel’den Emrah Serdan çevirisiyle yayımlanan Saflıkromanını okuduğumuz Jonathan Franzen’ın yeni düzyazı kitabı The End of the End of the Earth. Sonbaharın düşen yapraklarının okurlar için yeni kitapların yaprakları olması dileğiyle.

[Eylül 2018]

23 Ağustos 2019 Cuma

Yolcular ve Sığınmacılar


Jenny Erpenbeck

20. yüzyılın en önemli eleştirmenlerinden Walter Benjamin, ömrü boyunca çok çeşitli seyahatler yaptıktan (İtalya, İspanya, Almanya, Fransa, Danimarka gibi pek çok Avrupa kentinde bulunduktan) sonra, Avrupa’nın karabasan yıllarında mülteciye dönüşür ve kendisini Amerika’ya atmaya çalışırken, idari kovalamacaların ve izin prosedürlerinin saçmalıkları esnasında kapıldığı bunaltıdan çıkamaz ve Fransa-İspanya sınırındaki Portbou’da kaldığı otelde hayatını sonlandırır. 20. yüzyılın en önemli romancılarından Vladimir Nabokov, Petersburglu burjuva ailesiyle Rusya’daki devrim sürecinde Yalta üzerinden kaçar ve Avrupa’dan Amerika’ya ömrü boyunca pek çok ülkede, farklı dillerde romanlar yazar, dersler verir, sakin bir hayat kurmaya çalışır ve en sonunda İsviçre’de eşi Vera’yla birlikte yaşadığı otel odasında yaşlılığın getirdiği rahatsızlıklar nedeniyle bu hayattan göçer. Dünyanın küçüldüğü 20. yüzyıl, insanlara muazzam hareket imkanları tanırken bir de siyasi ve ekonomik kavgalar nedeniyle insanların köklerinden sökülmesini, yersiz yurtsuz kalarak sürgün vermelerini ve durmadan sınır geçmek için izin almaya çalışıp yalvarıp yakarmalarını sağlamıştır. Dünyanın göbeği niteliğindeki Avrupa’nın eski ülkelerinde başlayan çalkalanma bugün o ülkelerde nispeten azalmışken dünyanın çeperindeki pek çok ülkede insanlar birbirleriyle dalaşmaya ve birbirlerini kovalamaya devam ediyorlar. Bir zamanlar kendileri kavgalara kapılmış veya yurtlarından sürgüne çıkmış ya da yurtlarındaki insanların sürgüne çıkmalarını izlemiş Avrupalılar, şimdi kendi ülkelerine gelenleri, sınırı turist ya da imkanlı olarak aşanların yanı sıra sınırı mülteci olarak ya da imkansız koşullarla aşabilmeye çalışanların hikayelerini izlemek, anlamaya çalışmak durumunda kaldılar. 

İnsan hareketliliği ve bu hareketleri düzene sokma çabaları, 21. yüzyılın belki de en önemli edebiyat temalarından biri. Geçtiğimiz aylarda Uluslararası Man Booker Ödülü’nü kazanan Polonyalı Olga Tokarczuk’un 2007 tarihli romanı Bieguni (Türkçede 2016’da Alabanda tarafından Neşe Taluy Yüce çevirisiyle Koşucular adıyla yayımlandı), bu insan hareketliliği üzerine inşa edilmiş. Zygmunt Bauman’la Italo Calvino’nun bir araya gelip yazabileceği türden çok veçheli bu yapıt düşündürüyor, bilgilendiriyor ve hem yakın coğrafyanın hem de yakın tarihin pek çok küçük noktasına dokunup geçiyor. Uçaklarla, gemilerle, trenlerle yasal yollardan, ister turist, ister seyyah, ister akademisyen, ister yazar gezinenlerin psikolojisi ve halleri üzerine kurgulanmış. Tokarczuk, Polonya’nın çağdaş zamanda yetiştirdiği en önemli yazarlardan biri, ama aslında Jung’un anlayışında bir psikanalist. (Son zamanlarda Doğu Avrupa kökenli psikanalist kadın yazarlar okurların kıyılarına daha fazla yanaşıp sağlam metinler bırakıyorlar, bir tür Julia Kristeva şablonu söz konusu galiba...) Michel Houellebecq’in başrolünde oynadığı 2014 yapımı “Kaçırılma” filminde, yazarın matrak biçimde iddia ettiği gibi, aslında Polonya diye bir ülkenin 1772’den 1918’e kadar mevcut olmadığı bir dünyada milyonlarca Polonyalı ve Polonyalılık varlığını dillerinde ve hayallerinde sürdürmüştü. Dünyanın 20. yüzyıl konjonktüründe dünya savaşı sonrası yeniden kurulan Polonya, 20. yüzyıl boyunca da trajik kaderinden kaçamaz ve önce Hitler, sonra da Stalin politikaları altında katı idareler ve toleranssız cezalandırmalar yaşar, nihayetinde Lech Walesa ve arkadaşlarının “Dayanışma” hareketiyle 1980’lerden itibaren daha stabil vaatler içeren bir idareye yönelir; aslında Varşova’da kurulmuş Doğu Bloğunun dağılmasının ardından NATO ve Avrupa Birliği’ne yanaştıktan sonra, son 15 yıldır da Avrupa Birliği’nin yeni ama istikrarlı bir ülkesi haline dönüşür. Böyle bir Polonya’da 1961’de doğmuş Tokarczuk, ülkesiyle birlikte komünist demokrasiden kapitalist demokrasiye şahit olarak büyüyen, psikolojiyi, edebiyatı ve de siyaseti karakterinde birleştiren, şimdiye kadar 15 yapıtıyla iki kez ülkesinin en önemli edebiyat ödülünü kazanan, övgüye ve dikkate değer bir isim. Yol ve dünya hallerine merak duyanlar için Koşucular, biçilmiş kaftan bir yapıt.

Bugün bir limanda gemimizin hareketini beklerken...


Bir başka Doğu Bloğu doğumlu kadın yazarın son romanı da geçtiğimiz ay Can Yayınları tarafından İlknur İgan çevirisiyle dilimizde yayımlandı: Gidiyor, Gitti, Gitmiş. Tokarczuk’tan altı yaş küçük olan Jenny Erpenbeck, 1967 Doğu Berlin doğumlu. 1990’a kadar Alman Demokratik Cumhuriyeti olarak anılan Almanya’da tiyatro eğitimi gören, sonrasında birleşmiş Almanya’da müzik eğitimi de alan Erpenbeck, günümüz Alman edebiyatının iyi yazarlarından biri olmakla kalmıyor, aynı zamanda opera yönetmeni. Dokuz yapıtından dilimize daha önceden sadece Gölün Sırrı (Helikopter, 2010) aktarılmıştı, ama son yılların parlayan yıldızı olduğundan diğer yapıtlarının da geleceğini umuyorum. Gidiyor, Gitti, Gitmiş romanında yeni emekli olmuş, eşini yakınlarda kaybetmiş Doğu Alman kökenli bir edebiyat profesörü Richard karakteri üzerinden Almanya’ya sığınmaya çalışan Afrikalı göçmenlerin yaşadıklarına yaklaşmaya çalışmış Erpenbeck. Kendi ömründe hiç göçmemesine rağmen ülkesinin idare değiştirmesiyle hayatı çeşitli kereler değişmiş Richard, arkadaşlarıyla beraber iyi niyetli çabalarla Afrikalı göçmenlere yaklaşıp bu göçmenlerin Almanya ve Avrupa Birliği idareleri tarafından kabullenilip kabullenmeyeceklerinin incelendiği bir araf/soruşturma sürecinde yaşam öykülerini dinleyerek dertlerini bir nebze dindirmeye çalışıyorlar roman boyunca. Biz okurlara da sınırı aşmak için hakları olmayanların dramlarını, sınırın içinde yaşayan ama sınırı aşanlar hakkında pek de söz hakkına sahip olamayanların reaksiyonlarıyla birlikte ne hale geldiklerini okumak düşüyor. Avrupalıların seyahat imkanları ve haklarıyla Afrikalıların (ve Ortadoğuluların ve belki de tüm üçüncü dünya ülkeleri yurttaşlarının) seyahat zorunlulukları karşılığında imkansızlıkları ve haksızlıklarını gergin, net ve soruşturan bir romanda okuyoruz. Erpenbeck’in üslubu ve Richard karakteri bana Coetzee’yi ve Coetzee’nin entelektüel ama şaşkın akademik karakterlerini fazlasıyla hatırlattı; belki de bilinçli bir şekilde beyaz adamla siyah adamın karşılaşmasının Avrupa versiyonunu Coetzee’den hareketle dile getirmiştir. 

Bu iki Doğu Avrupa doğumlu ama bugünün Avrupa Birliği vatandaşı olan yazarının yapıtlarını arka arkaya okuyunca, ne kadar çok aynı noktadan geçtikleri anlaşılıyor... Üstelik zamanında Benjamin ve Nabokov gibi isimler de aynı noktalardan geçmişlerdi. Bugün bir limanda gemimizin hareketini beklerken yakınımızdaki seyyahlardan ya da sığınmacılardan hangisinin Benjamin olacağını ve bir biçimde yeteneklerine rağmen hayatının sonlanacağını, hangisinin bir Nabokov’a ya da Tokarczuk veya Erpenbeck’e dönüşeceğini bilebilir miyiz?

[Ağustos 2018]

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Ağlara Yakalanan İnsanların Draması: Sınır


Kapka Kassabova

Aslında hepimiz göçmen olabiliriz. Kendi adıma, kısa bir yol kat etmişimdir; 100 kilometre ötedeki endüstri kentinden kalkıp metropole üniversite okumaya geldim, kalış o kalış... Yaptığımın aslında göç değil taşınma olduğunu söyleyebilirsiniz tabii ki, ama kimi zaman bırakalım 100 kilometreyi 30 kilometre bile çok şeyi değiştirebiliyor; mesela Edirne ile Svilengrad arasında yol alacaksanız. Sınır boyundasınız ve sadece farklı bir idareye geçmiyorsunuz, aynı zamanda Avrupa’ya adım atıyorsunuz: Kendisini göçmenlerden uzak tutmaya çalışan ve insanların her şeye rağmen akmaya çalıştığı o hayaller diyarına. Bir zamanlar farklı dinden, dilden, etnik kökenden insanların sınır nedir bilmeden yaşadıkları Trakya’da, şimdi (100 yıl boyunca dökülen kan ve gözyaşlarıyla çizilmiş) katmerli çizgilerle ayrışıyor idareler ve insanlar bu çizgileri geçmek için her yerden akıyor: Afganistan’dan, Irak’tan, Suriye’den... Tarih boyunca insan akışları hiç bitmemiş, insanlar birbirleriyle kısıtlı zamanlarda anlaşmış, er ya da geç birbirleriyle dalaşıp kovalamaya başlamış, kurdukları idareler tarafından sıkıştırılmış, yaşayabilmek için durmadan yer değiştirmişler. Kimi zaman buradan oraya, kimi zaman oradan buraya, şimdi yine buradan oraya gidip gelmişiz. Dün gelenlerin çocuğuyuz, yarın gidenler de çocuğumuz olabilir.

Trakya’nın ortasındaki yarık sınır etrafında


Bulgaristan’da doğmuş Kapka Kassabova, 1973’te; komünizmin sıkı idaresi ve Doğu Bloğu ortamı doğrultusunda pek çok Doğu Avrupalı gibi idaresi dağılırken ailesi daha iyi şartlarda yaşayabilmek için Batı’ya göçmüş. Kassabova da Yeni Zelanda’da toprağından, kültüründen, ülkesinden uzakta kaybolmuşluk hissiyle büyümüş. Ailesi aslında Balkan Savaşları döneminde Makedonya‘dan, Ohrid’den gelmiş Bulgaristan’a. Herkesin gelip geçtiği bir coğrafyada doğmuş olmak belki de ebedi bir seyyah gözü ve kalbi vermiş Kassabova’ya ki sadece şiirleri ve romanlarıyla değil, gezi kitaplarıyla da okurlara ulaşıyor. Geçen yıl yayımlanan Border: A Journey to the Edge of Europe ile Britanya’da verilen önemli gezi kitabı ödüllerinden Stanfords Dolman En İyi Gezi Edebiyatı Ödülü’nü kazanan Kassabova, yolculuğun sadece tabiata değil tarihe ve insanların hayat öykülerine doğru olduğunu da gösteren çok yönlü bir metin ortaya koymuş.

Üç ülkenin -Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye- sınırlarının kesiştiği Trakya’da dolaşarak sadece gözlemlediklerini değil, kimi zaman hayaletimsi uzamda tarih meleğinin hissettirdiklerini de kitaptaki öyküyü andıran metinlerine katmış. Istrancalar ve Rodoplar, ormanlar, dağlar ve kıyılar Kassabova’nın dolaştığı yerler, ama en çok da doğanın ve toprağın mitleriyle insan hikayeleri: Bulunduğu her yerde sıradan insanlarla tanışıp sohbet ediyor ve ister Bulgar olsun ister Avrupalı, ister Yunan olsun ister Türk ya da Pomak, idaresinden kaçan ya da köyünden kovulan olsun, sınır boyunda nöbet tutan veya kaçakçılık yapan olsun, herkesin bir diğerinden şikayet ederken nasıl da birbirlerine benzediklerini gösteriyor. Bir zamanlar tüm Doğu Bloğu ülkelerinden Batı’ya kaçmak için Berlin’den daha iyi bir yolmuş gibi gösterilen Bulgaristan ile Yunanistan veya Türkiye sınırını korumak için nasıl çaba gösterildiğini, sonradan Avrupa Birliği kapsamında Yunanistan’la sınır savunması gevşese de Türkiye sınırının yine nasıl sıkılaştırıldığını anlıyoruz Kassabova’nın yazdıklarından. Ayrıca her tarafta boşalan köyler ve yeni bir kalkınma hamlesiyle yüzyıllardır az sayıda insanı içine almış yaban ve pagan bir coğrafyanın altını üstüne getirecek projeler söz konusu. 
Gizemli ayazmalar, çetin dağlar ve koyu ormanlarla dolu Trakya doğası, antik çağdan Osmanlı çözülmesine kadar insanlarına ipeği, gülü, tütünü sunmuş ve farklı dillerde ve inanışlarda da olsa nazarı, büyüyü, mitleri vermiş. Ama ulusalcılık hevesiyle kendisine sıkı idareler kurmak isteyen insanlar, geçen yüzyıl başında Balkan Savaşları’yla ortalığı alt üst edince, o verimli coğrafyada yüzyıllardır kendi köylerinde yaşayan insanlar -Makedonlar, Bulgarlar, Yunanlar, Müslümanlar- farklı idareler arasında köşe kapmaca oynamaya başlamış. Bir cemaatin boşalttığı köye başka bir cemaat yerleşmiş, bir ailenin terk ettiği eve bir başka aile, bir kişinin gömdüğü değerli eşyayı bir başkası çıkarıp kullanmış. 

Şimdi, bir ölçüde atalarının evlerine, köylerine, topraklarına gidip gelebiliyor insanlar, ama çok yakın dönemde bile idarecilerin sivri zekalı politikaları nedeniyle yine yerlerini ya da hareket imkanlarını kaybedebilirler. Kassabova da hüzünlü kitabını bitirirken er ya da geç hepimizin birer göçmen olacağını öngörüyor; ama bu sefer ekonomik sebeplerle (kitapta anlattığı bazı Yunan ve Bulgar karakterler, yakın zamanda refah içinde yaşamalarına rağmen ekonomik dönüşümler nedeniyle işlerini ve ilişkilerini kaybettiklerini, hatta doğanın derinliklerine çekilip yeniden basit bir yaşam sürmeye başladıklarına örnek oluyor). Yine de ümidi kesmemek, belki de basit yaşama tutunmak, doğaya teslim olmak ve suni kategorik ayrımların ardındakini görmek gerekir; sınırı koruyan da sınırdan geçen de aynı işte...

Bulgaristan ve sınır hikayeleri etrafında kurgulanmış, son dönemde dilimizde de yayımlanmış çok güzel kitaplar var: Yüz Kitap tarafından Kübra Kelebekoğlu çevirisiyle yayımlanan Miroslav Penkov’un Batının Doğusu: Öykülerde Bir Ülke adlı kitap ve Metis tarafından Hasine Şen Karadeniz çevirisiyle yayımlanan Georgi Gospodinov’un romanları (Hüznün Fiziği ve Doğal Roman) Bulgar insanının çağdaş zamanda neler yaşadığına örnek olabilir metinler. Ayrıca Can Yayınları tarafından Melike Öztürk çevirisiyle yayımlanmış Bulgar asıllı Alman Ilija Trojanow’un İktidar ve Direniş’inde de Bulgaristan’da eski düzeninin varlığında ve yokluğunda muktedirlerin ve sıradan insanın neler yaptığını okumak mümkün. Bir de aklıma -Bulgar olmasa da- hafif büyülü gerçekçi romanı Solo’yu (çev. Beril Eyüboğlu, Metis) Bulgaristan üzerine kuran Rana Dasgupta geliyor; sıkıyönetimlere örneklik edecek bir ülke olarak başka diyarların yazarları da Bulgaristan’ı mitleştirebiliyor anlaşılan.

[Temmuz 2018]

Dağılmış Yugoslavya Edebiyatı

Yazının yayımlandığı günlerde Belladonna'nın yazarı akciğer kanserinden aramızdan ayrılmıştı.

Daša Drndić

Bakir kalmış coğrafyasına, elverişli fiyatlarına, ortaçağ kasabalarını hatırlatan dokunulmamış mimarisine, havasının ve suyunun kattığı lezzetli yiyeceklerine kapılan turistler, zamanında yaşanmış sert idari dönemlerin ve kıyasıya savaşların sonuçları için şöyle bir ahlanıp vahlanırlar, ama sonrasında gidecekleri başka bir yere geçerler. Halbuki orada doğmuş, büyümüş, idarelerin baskısıyla bunalmış, savaşların gazabıyla çok şey yitirmiş insanlar, dünyaya dağıldıkları yerlerde hayatlarının parçalarını toplamaya çalışırlar durmadan, bunu da en çok sanat yoluyla, mesela yazarak yaparlar. İşte Balkan gerçeği, mesela Yugoslav olmak, budur sanki.

Rahmetli babaannem Novi Pazarlıydı. Annesiyle beraber iki kardeş, dayılarını ziyarete gelmişler, geliş o geliş; 1930’larda Türk vatandaşlığına geçmişler, sonraki tüm ömürleri burada geçmiş. Yine de Novi Pazar’da su kenarında yeşillikler içinde babasıyla birlikte elleriyle beslediği geyikleri her zaman anlatmıştır babaannem; sıla hasretinin, memleket özleminin, nostaljinin nispeten iyi yaşamış bir insanda bile ne kadar yoğun olduğunu öğrenmişimdir bu masalsı anlatılarından, bir de Balkan topraklarının ne kadar bereketli olduğunu, yeşil olduğunu. Yakın dönemde kısa bir Karadağ-Kotor tatili sonrasında, hakiki yeşili, dağı ve boyumun uzunluğunun nereden geldiğini anlamış oldum! Dağılan bir ülkenin nispeten hiç yıkım görmemiş (1991-1992 arasında komşu Dubrovnik kuşatmasına katılmış Karadağ askerleri, ama kendi topraklarına kimse girememiş o süreçte) kentlerindeki insanların bile ne kadar sert durdukları dikkat çekerken, coğrafyanın Osmanlı-Habsburg-Romanov imparatorlukları altında, onlarca farklı etnik ve dini farklılıklarla ayrışan milletler arasında yaşanan savaşlardan, idari çekişmelerden, sonrasında gerek Nazilerin gerekse de Tito sonrası basiretsiz sosyalist idarelerin kök söktürücü tavırlarından mustarip insanların ne halde olduğunu daha da merak ettim. Bu nedenle bir zamanlar Yugoslavya’yı oluşturmuş ama şimdi bağımsız devletler haline gelmiş ülkelerden insanların yazdıkları romanlara bakınmaya başladım.


Dağılmanın metaforu bedensel hastalıklar


Tesadüfen ilk elime aldığım, Karadağ’ın başkenti, bir zamanların Burguriçe’si, Yugoslavya’nın Titograd’ı Podgorica’da benim doğduğum yıl doğmuş Ognjen Spahić’in –Tugay Kaban çevirisiyle dilimize aktarılmış– sert romanı Hansen’in Evlatları’nın Dedalus baskısı oldu. Bir ülkenin dağılmasının adeta metaforu olarak, insanın dağılmasını ve lanetlenmiş gibi gözükmesini sağlayan cüzzam hastalığını merkezine alan romanında Spahić, Çavuşesku Romanya’sına yerleştirdiği çöküş esnasında Avrupa’nın son cüzzam hastanesinde geçebilecekleri kurgulamış. Zaten hastalıkları nedeniyle toplumdan dışlanmış insanların, hastanenin kıyısında olup biten tüm gösterilere, çatışmalara, devrilen idarelere bulaşamadan, kendi içlerinde mücadelelerini nasıl verdiğini okurken, her şeyi kenardan ve ortaçağ mimarisinden izleyen bir Karadağlının nasıl hissettiğini düşünmeye çalıştım.

Yugoslavya dağılmasını kısmen içinden izlemiş, Bosna-Hersekli, Saraybosna doğumlu, ama aslen Ukrayna kökenli bir ailenin haşarı çocuğu Aleksandar Hemon, Everest Yayınları tarafından Seda Çıngay Mellor çevirisiyle yakınlarda yayımlanan otobiyografik yapıtı Hayatlarımın Kitabı'nda, Tito’nun ölümü sonrasında (1980’ler biter 1990’lar başlarken) ülkesinde yaşanan tüm çalkantılar esnasında, gençlerin asıl dertlerinin dünya gençleriyle hemen hemen aynı olduğunu ama buna rağmen nasıl ülkenin parça parça söküldüğünü, daha da kötüsü insanların, -üstelik kendi Shakespeare uzmanı edebiyat profesörü de dahil- eğitimli insanların fırsatını bulduğunda Nazileri aratmayacak kötülükleri büyük bir soğukkanlılıkla işlediklerini yazdığından, bir Bosnalının nasıl hissedebileceğini anlamaya çalıştım. Elbette savaşın hararetli döneminde, soykırım boyutunda katliamların karşılıklı yaşandığı zamanda çoktan Amerika’ya geçmiş Hemon’un yanı sıra, kuşatma altında kalmış, belki de savaşmış bir yazarın yapıtını da okumam, Yugoslavya’nın dağılması trajedisini daha iyi anlamama yardımcı olacaktır.

Bir sonraki okuduğum roman, Burhan Sönmez’e İstanbul İstanbul kitabı için verilen 2018 EBRD Edebiyat Ödülü’nün adayları arasındaki Hırvat yazar Daša Drndić’in Belladonna’sı oldu ve böylece bir Hırvatın, sadece dağılma savaşı döneminde değil, sonrasında da Yugoslavlıktan nasıl men edildiğini, elindeki imkanları nasıl kaybettiğini ve aslında bu yaşananların çok önceden, yüzyılın başından beri Balkan insanlarının zaman zaman izlediği “köksökme” politikalarına ne kadar benzediğini okumuş oldum. Drndić’in dopdolu, yoğun romanı tek bir adamın, Andreas Ban adlı bir Hırvat aile babası, yazar, psikanalist, akademisyen, entelektüelin tarihin çarkları dönerken idarelerle insanların parçalanmasının arasından nasıl geçtiğini anlatıyor. İlginç olan, Drndić’in kahramanına tıpkı Spahić’in cüzzamı benzeri bir dağıtıcı hastalık kondurması: Romanın çok büyük bir kısmı, nadir görülse de bir erkeğin de başına gelebilen meme kanserine yakalanmış Andreas Ban’ın tedavisi ve bu esnada şahit oldukları üzerine kurulmuş. Sanırım ülkelerinin dağılmasını düşünürken, bir de bu dağılmaya ivme kazandıran 1986’nın büyük nükleer felaketi Çernobil’den etkilenen tüm Doğu Avrupa ülkelerinin (bizim ülkemiz de dahil olmak üzere) insanlarının başına sık gelen kanser hastalığını, eşleştirebilecekleri bir metafor olarak bulabiliyor eski Yugoslavya’nın çağdaş yazarları. (Hemon’un kitabında da, sonlara doğru çok gergin ve sert bir kanser mücadelesi epizodu var, üstelik yeni kuşağın başına gelen bir hastalık söz konusu; belki de yaşananların tahribatının, gelecek kuşakları da etkileyeceğini anlamamızı istiyordur yazar.)

Bizim şimdi turist ya da okur olarak ziyaret ettiğimiz, ama milyonlarca insanın sayısız talihsiz durumdan geçtiği, idarelerinin çöküşünün altında kalırken birbirleriyle kıyasıya savaştığı, bambaşka ülkelerde kendilerine yeni hayatlar bulmaya çalıştıkları, sonrasında kendi ülkelerini yeniden inşa etmeye çalışırken yer yer akıllanıp duruldukları, yer yer de tekrar patlayan bir volkan gibi anlık şiddetlerin insanları her daim alıp götürebileceğinin hissedildiği bir yer olduğunu unutmamalı Avrupa’nın en güzel toprakları Balkanlar’daki eski Yugoslav ülkelerinin. Ben eski Yugoslavların neler hissettiğini anlamaya devam etmek üzere Sloven Drago Jančar’ın yine Dedalus tarafından yayımlanan –Sina Baydur çevirisi– yapıtlarını okumaya koyulurken, bir de zamanında Pupa Yayınları tarafından yayımlanmış ama baskısı bitmiş Semezdin Mehmetinoviç’in Saraybosna Blues’unun da (yine Sina Baydur’un Ay Başman’la çevirisi) peşine düşeceğim; peki siz nereye gitmek ve neresinden yaklaşmak istersiniz bu trajik coğrafyaya, edebiyata?

[Haziran 2018]

20 Ağustos 2019 Salı

Çağdaş İngiliz Edebiyatı Kanonu: Altın Booker Jenerasyonu


Michael Ondaatje

Her nedense en rahat ve yaygın olarak takip ettiğimiz edebiyat dili İngilizce gibi geliyor bana. Bir zamanlar Fransızcanın belirgin bir ağırlığı varmış, hatta yazarlarımız Fransızca okudukları romanlardan ve şiirlerden hareketle modern edebiyatımızı oluşturmaya başlamışlar. Sonra her ne olduysa, Britanya’nın ve Amerika’nın diliyle yazılmış yapıtlar yaygınlaşmış, bu yapıtları çevirirken geliştirilmiş dil çözümleri de günümüz kuşaklarının diline farkında olmadan ya da kimi zaman özgün çakışmalarıyla sızıvermiş. Herhalde eğitim ve kültür politikalarında yön, ağırlıklı olarak İngilizceye dönünce, ilk dalgası 1950’lerden itibaren ama asıl olarak 1980 sonrasında kitleselleşerek İngilizce diğer rakiplerini (başta Fransızcayı, ama ülkede köklü eğitim kurumları olan Almanca ve İtalyancayı da, ne yazık ki milli eğitim düzeyinde yer almayan ama dünyanın en yaygın Latin dili olan İspanyolcayı da; Rusça ve Arapça dahil farklı alfabeleri olan dilleri de) geride bırakarak kültürümüzün başat yabancı dili haline gelmiş durumda. Küreselleşme paradigması doğrultusunda tüm dünyanın küresel dili olabildiği için de pek çok farklı dilde yazılan metinler açısından bir köprü dil olabiliyor İngilizce (bir zamanlar bu konumda yine Fransızca vardı, unutmamalı).

İngilizce edebiyatın önemli ödüllerinden Man Booker, bu yıl 50. yılını 6-8 Temmuz günlerinde Londra’da Southbank Centre’da gerçekleşecek özel bir festivalle kutlayacak ve yıllar boyunca (her ne kadar son yıllarda Amerikalılara da ödül verseler ve bu konuda protestolar yaygınlaşsa da) Britanyalı yazarlara verdikleri ödülleri kazananlar arasından bir kişiye Altın Man Booker ödülünü verecek (daha önceki, 25. ve 40. yıldönümlerinde olduğu gibi Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocuklarıseçilmez umarım yine). Seçim iki aşamalı gerçekleşecek. Jüri olarak seçilen beş isim, her biri kendisine önerilen dönemin ödül kazanan yapıtlarını okuyacak ve seçtiği bir yapıtı önerecek, ardından bir ay boyunca beş altın aday halk oylamasına açılacak ve sonunda 50 yılın altın yapıtı seçilecek. Yazar ve editör Robert McCrum 1970’leri, şair Lemn Sissay 1980’leri, romancı Kamila Shamsie 1990’ları, romancı ve radyo programcısı Simon Mayo 2000’leri ve şair Hollie McNish de 2010’ları gözden geçirecek. Böylece elli yıllık bir dönemde, tam da 1969’dan bu yana küreselleşen dünyanın başat dilinin seçkin yapıtlarının okurlar tarafından gözden geçirilebileceği ve nereden nereye geldiğimizi anlayacağımız aylar geçireceğiz. 

Percy Herbert Newby’nin dilimize hiç çevrilmemiş Something to Answer For romanıyla başlayan, Bernice Rubens, V. S. Naipaul, G ile John Berger, J. G. Farrell, Nadine Gordimer, Stanley Middleton, Ruth Prawer, David Storey, Paul Scott, Deniz, Deniz ile Iris Murdoch’tan geçerek Penelope Fitzgerald’a kadarki ilk on ismi McCrum okuyacak. Dilimize daha fazla çevrilmiş yapıtların bulunduğu bir dönemde William Golding’in Geçiş Ayinleri, Salman Rushdie’nin üç “Booker’lısı”, Thomas Keneally, Coetzee’nin Michael K. Yaşamı ve Yaşadığı Dönem, Anita Brookner, Keri Hulme, Kingsley Amis, Penelope Lively, Peter Carey ve son Nobellimiz Kazuo Ishiguro’nun Günden Kalanlar kitapları Sissay tarafından incelenecek. 1990'ları kapsayan bir listedeyse A. S. Byatt, Ben Okri, Michael Ondaatje, Barry Unsworth, Roddy Doyle, James Kelman, Pat Barker, Graham Swift, Arundhati Roy, Ian McEwan ve ikinci bir romanla Coetzee Shamsie’ye düşüyor. 21. yüzyıl başladığında Margaret Atwood, ikinci bir romanıyla Peter Carey, Yann Martel, DBC Pierre, Alan Hollinghurst, John Banville, Kiran Desai, Anne Enright, Aravind Adiga, Hillary Mantel gibi pek çoğu hâlâ yıldız isimler Mayo tarafından okunacak. Ve çağdaş zamanlarda Howard Jacobson, nihayet Julian Barnes, tekrar Hillary Mantel, Eleanor Catton, Richard Flanagan, Marlon James ve Amerikalılar Paul Beatty ve George Saunders McNish’in payına düşenler olacak. Bakalım İngilizcenin yayıldığı ve bir zamanlar Britanya’ya ait olan topraklarda üretilmiş edebiyatın zirvesine kimi yerleştirecek bugünün jürisi. 

“New Elizabethans”


Tam bu dönemde, mart ayı sonunda 6000. sayısını yayımlayan Times Literary Supplement (TLS), bir sonraki hafta da, 200 kişiye gönderdiği bir anket sonucunda hazırladığı, günümüzün en iyi Britanyalı (Britanyalı diye kategorize ettiğimiz tüm bu isimlerin bizde yoğunlaşmış emperyal Britanya’yla ve 20. yüzyıl başından kalmış İngiliz algısıyla hiç alakası olmadığını, post-emperyal ve post-kolonyal dönemin yazarları olduğunu unutmamalı) ve İrlandalı romancıları listesini, yeni İngiliz edebiyatı kanonu önerisi olarak yirmi ismi ortaya koydu. “New Elizabethans” olarak vaftiz ettiği bu listeyi oluştururken her bir katılımcıdan on isim önermelerini isteyen dergiye cevap olarak –tüm liste jürilerinde ve tepkilerinde rastlanabilen– tepkiler de gelmiş: “Hiç kimse hak etmiyor”dan “seçim yapamam”a çeşitli bahaneler kadar, “tek bir isim hak ediyor: Tom McCarthy“ gibi iddialı yanıtlar da söz konusu. Ama büyük çoğunluk düzgün önerilerde bulunmuş olmalı ki, sağlam bir liste elimize geçmiş oldu. En çok aday gösterilen isimlerden oluşan bu yeni Britanyalı ve İrlandalı  romancılar, bizim de bir kısmını dilimizde ya da kendi dillerinde hayranlıkla takip ettiğimiz isimler kadar, bir türlü ya da henüz yeteri kadar ilgi göstermediklerimizden de oluşuyor: İlk onda son romanlarında mevsimlerde odaklanan Ali Smith, üst üste ödüllere boğulan Hillary Mantel, en erken yayımlatmaya başlayanlardan ve hâlâ çok genç Zadie Smith, Nobel’ine rağmen başyapıtını henüz vermediği düşünülen Kazuo Ishiguro, ilk romanı Kız Natamam Bir Şeydir’i kabul ettirmek için çok uğraşsa da sonrasında hızla kabul gören Eimear McBride, İrlanda‘nın yıldızı Colm Tóibín, henüz dilimizde göremediğimiz Nicola Barker, yine neden pek dilimize aktarılmadığını ve bizde tutmadığını hep merak ettiğim Alan Hollinghurst, İrlandalı Anne Enright ve Sebastian Barry, henüz tam olarak keşfedildiğini düşünmediğim Jon McGregor yer alıyor. Sonraki on ismi de verelim: David Szalay, Kevin Barry, Deborah Levy, Tom McCarthy, Sally Rooney, Kamila Shamsie, Claire-Louise Bennett, Rachel Cusk, Gwendoline Riley, Sarah Waters. Londra merkezli yayıncılık dünyasının Britanyalı yıldızları bugün ne ölçüde buradaki okurlar nezdinde kabul görüyor, ne ölçüde kapsam dışında bırakılıyor ve zamanında kapsam dışında bırakılanları tekrar keşfedecek ve dilimize aktaracak yeni yayıncılar ortaya çıkacak mı, zamanla göreceğiz. 

[Mayıs 2018]

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Tuğla Kitapların Dokusuna Saklananlar


Mathias Énard

Yoğun, iddialı, kalın bir kitabı başından sonuna kat ederken bir okur ne hisseder? Kendisinden önce çevirmen ve editör rahat ilerleyebilmesi için elinden geleni yapmıştır muhtemelen. Yazar ve yazarın editörleri de labirenti kurarken tüm maharetlerini göstermiş, kâh okura tuzaklar kâh okurun takip edebileceği iplikler ya da kırıntıları itinayla yerleştirmiştir. Tuğlaların dokusu, tarzı, yoğunluğu birbirine benzemez, ama bazı okurların bu tuğlalara karşı tuhaf bir merakı vardır. Daha önceleri bu tuğlaların dokusunu sökmeye yönelik seferleri yüce dağlara tırmanmaya benzetmiştim, işte önüme bir tanesi daha geldi ve bir süre boyunca, neredeyse soluksuz biçimde her fırsat bulduğumda okuyarak ilk tırmanışımı gerçekleştirdim.

Mathias Énard'ın 2008 tarihli romanı Mıntıka'nın geçtiğimiz yılın sonunda Can Yayınları tarafından -hoş bir tesadüf olarak benim Tarabya'daki güzelim okulumdan mezun- Ebru Erbaş çevirisiyle yayımlandı. Tek bir cümleden ibaret (roman içre bir roman olarak kurgulanmış İntizar'ın hikayesinin anlatıldığı bölümler hariç tutulabilir) devasa bir bilinçakışıyla Énard, Akdeniz havzasının çevresindeki şiddetin, savaşın, anlaşmazlığın yakın tarihini dökercesine dopdolu ve sert bir yapıt ortaya koymuş. Türkiye'de de 2012'de Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara romanıyla Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü'nü kazanacak kadar sevilen, kendi ülkesinde Avusturyalı bir müzik adamı üzerinden oryantalizmin tarihini romanlaştırdığı son yapıtı La Boussole ile 2015'te Goncourt Ödülü'ne layık görülen, aynı yapıtın Compass adlı çevirisiyle geçtiğimiz yıl Man Booker International Ödülü'nün kısa listesinde aday olan Énard, neredeyse tüm yapıtlarında Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrupa arasındaki üçgende dolanıp duran insanları anlatır.

Mıntıka'da da bir tür casus romanı kurgulamış Énard; Hırvat asıllı Fransız bir ajanın bir gece boyunca yaptığı bir tren yolculuğunda zihninde tüm şahit olduklarını ve bildiklerini iç içe geçirerek, kimi zaman alkolün kimi zaman hezeyanların buğusuyla birbirine katarak sayıp dökmesinden bir tür şiddetin kısa tarihine ulaşıyor okur. Yirminci yüzyılın tüm şiddeti, faşizmin perspektifinden, annesi Hırvat bir piyanist ve babası Katolik bir Fransız olan kahramanımızın, önce Yugoslavya'nın dağılma sürecinde neo-Ustaşaların arasında savaşmaya gittiği, sonra Fransa'ya geri dönüp uluslararası ilişkiler eğitimi görmesinin akabinde bir istihbarat teşkilatına girip tüm Ortadoğu'yu alevlendirecek, Arap baharını pişirecek eylemlere kadar Lübnan İç Savaşı'ndan başlayarak en son Suriye'ye kadar nasıl şiddeti körüklediğinin kurgusal bir günah çıkarmasında anlatılıyor. İlginç nokta, bizim bugün romanı Suriye'yi darmaduman eden iç savaşın ortasında okuyor olmamız, ama romanın yazıldığı tarihte henüz Suriye sahnesi hareketlenmemişti; bu açıdan bizim sonradan şahit olduğumuz gelişmelerin aslında birtakım kurumların masalarında hazırlandığını ve hakikaten tek bir yazarın (mesela Énard'ın) bu dökümde kurgulayabildiği gibi, birtakım uzmanlar tarafından şiddetin senkronize edilebileceğini anlayabiliyoruz. Énard'ın seçtiği modernist teknik ve okurun kapılıp gitmesine sebep olan başarılı anlatımı olmasaydı muhtemelen benim gibi pek çok okur böylesi iç kaldırıcı bir dökümü, savaşın tüm vahşetini ve kendisine özgü mantığını izleyerek sıradan insanların nasıl canavarlaştığını okumayı kaldıramayabilir, sürdürmeyebilirdi. Bu açıdan böylesi anlatı oyunları ve tuğlanın karmaşık mimarisinin, aslında okuru anlatılanların şiddetinden bir parça da olsa koruyabildiği, tıpkı Picasso'nun Guernica'sı gibi yıkıma ve insanlığın günahlarına bakabilmeyi kolaylaştırdığı söylenebilir. Kendi kişisel labirentleri içinde okurların başkalarının acılarına bir nebze olsun bakabilmesi için bu türden “numaralara” ihtiyaç var açıkçası; aksi takdirde okur kendini kapatır ve kendisine ters düşen hiçbir bakış açısını bünyesine almayabilir - marazi karakteri yoksa tabii. Ancak böylesi yapıtların bir tehlikesi de, tarihin kavgalarını ortaya sakınımsız olarak tekrar tekrar atarak bir biçimde okurlara bulaştırma riski taşıması. Milyonlarca insanı etkileyen şiddetli kavgaların tarihini barındıran yapıtlara rast gelen pek çok okurun, bünyesi bu türden yapıtlara hazırlıklı değilse, kavganın nüvelerinin yer etmesiyle taraflaşmaya başlama riski bulunuyor. Zorlayıcı tekniğin bir faydası da özdeşleşme imkanını bertaraf ederek böylesi bir bulaşmanın önüne geçebilmesi. Daha karmaşık yapıda metinleri çözüp takip edebilen okurların, basit taraflaşmalara sebep olacak bakış açılarının üstüne çıkacağını tahmin ediyorum; dolayısıyla ne basit kurguların ne de kapsamlı tarih çalışmalarının yönlendirmesinden çok daha farklı biçimde böylesi metinlere bakacaklardır.

Raflarımızda bize meydan okuyan yapıtlar


Kallavi metinler açısından şanslı olduğumuz bir döneme girdiğimizi söyleyebilirim. Son yılların en karmaşık mimarili yapıtlarından biri, Mark Z. Danielewski'nin Yapraklar Evi Monokl'un özenli baskısı ve Gökhan Sarı'nın meşakkatli ve hevesli bir süreç sonucunda ortaya koyduğunu tahmin ettiğim çevirisiyle, okkalı bir yapıt olarak raflara yerleşti: Bu labirent metinde kaybolmadan önce sıkı bir hazırlık yapmak gerekir sanırım. Bu esnada Danielewski'nin tuhaf Familiar projesinin kitapları da memleket sathında bu bahaneyle ulaşılabilir hale gelecektir, Gökhan Sarı'nın bu kitaplarla yola devam etmesini dilemek çok mu ayıp olur acaba?

Yakın zamanda Jonathan Franzen'in son kallavi romanı Saflık'ın da (Purity) Sel Yayıncılık tarafından yayına hazırlandığını işittim. Elbette klasik bir tarzda, Dickensvari yazan Franzen'in metninde bir labirentte kaybolmak ya da tırmanırken oksijensiz kalmak gibi bir durum söz konusu olamaz. Ama Sel'den Will Self'in son modernist üçlemesinin ilk romanı Şemsiye'si de gelmişti zamanında, belki devam kitapları (Shark ve Phone) Sıla Okur'un tezgahında usul usul dilimizde yeniden dökülüyordur. Böylesi iddialı yapıtların yayımlanınca biz okurlar tarafından edinilmesi, illa hemen okumak için değil de, raflarımızda bize meydan okuyan, bizi kaybolmaya çağıran ayartı nesneleri olarak bulundurmak için de tercih edilebilir; aynı zamanda bu türden yayıncılık cüretine kalkışan çevirmeni ve yayıncıyı desteklediğimizi de gösterebiliriz. Son olarak birilerinin de merhum David Foster Wallace'ın ya da Thomas Pynchon'un tuğlalarına ve de Don DeLillo'nun Underworld'üne (belki yayıncısını bekleyen, Sabri Gürses'in The Names çevirisi de gelir bir yerden) cesaret etmesini dileyerek, şimdilik kucağımda yavru kedimle Yapraklar Evi'ni karıştırmaya devam edeceğimi belirteyim.

[Nisan 2018]

Komplo Şebekeler Tarihinden Sadeliğin Dinginliğine


Ernesto Sabato

Kalabalık ve karmaşık bir dünyada olup bitenleri anlamlandırmaya çalışırken, kimi zaman topladığımız verilerin çokluğundan başımız dönüyor ve her şeyi basitleştirecek bazı teorilere teslim olmayı tercih edebiliyoruz: Her şey bir şer kaynağından doğuyor ve gördüklerimizin hepsinin arkasında hep o şer şebekesi bulunuyor! Meşrebinize göre şer şebekenizi seçebilirsiniz, dünyanın çoğulluğunu tekil bir-iki şablonla açıklayabilirsiniz, dünyanın düz olduğunu rahatlıkla iddia edebilirsiniz. Çünkü hayat sizi çok yormuştur, aklınız çok berrak çalışmıyordur, akışa kendinizi bırakmanız rahatlatıcıdır... 

Şer şebekeleriyle ilgili komplo tarihleri ve gerçekten de tarih boyunca faaliyetleriyle tarihin akışını yönlendirmiş hiyerarşilerle işbirliklerinin örnekleriyle dolu bir çalışma -paranın, emperyal ülkelerin, nüfuzlu bankacıların ve bakanların tarihçisi- Niall Ferguson tarafından yakın dönemde yayımlandı: The Square and the Tower (Meydan ve Kule). (Kitabın İngiliz versiyonunda altbaşlığı Networks, Hierarchies and the Struggle for Global Power [Şebekeler, Hiyerarşiler ve Küresel İktidar için Mücadele] iken Amerikan versiyonunda daha örtük bir altbaşlık tercih edilmiş: Networks and Power, from the Freemasons to Facebook [Şebekeler ve İktidar, Masonlardan Facebook’a]. Bu farkı nasıl yorumlamalı acaba?) Kişisel olarak bu tarz teorilerle dolu tarih kitaplarından, edebiyat yapıtları haricinde, pek hoşlanmam. Ülkemizde sayısız örneği yayımlanır; ve pek çok “aklı başında” kişinin bile bu türden komplo teorilerini baz alan düşüncelerini ve söylemlerini görüp bir anlığına üzülürüm. Böylesi yapıtların bizi nereye getirdiğine bir baksanıza hem. Ama nedense Oxford ve Cambridge çıkışlı, popüler olmakla beraber düzgün bir tarih anlayışı olduğu izlenimi edindiğim bir tarihçi olarak Niall Ferguson’un, pek çok tarihçinin kaynak eksikliğinden dolayı tarihin akışını etkileyen şebekeleri tarih yazımına alamadığını, ama insanların yazışmalarından ve aralarında kurdukları ilişkilerin kanıtlarından şebekeleri saptamanın mümkün olduğunu öne sürerek böylesi bir çalışmaya yönelmiş olması, benim bile merakımı cezbetti. Ayrıca belki şu şebeke (ya da ağ ilişkileri, yani “network”) nedir, nasıl işler, nasıl anlaşılır gibi konularda biraz pratik bilgiler edinebilirim diye düşündüm. 

Niall Ferguson’un çalışmasına kadar bu konularla ilgili okuduğum en kapsamlı yapıt, Umberto Eco’nun 1988’de İtalya’da ilk defa yayımlanan Foucault Sarkacı romanıydı (maalesef Dan Brown’ın romanlarını hep Umberto Eco’nunkilerle karşılaştırarak küçümsemişimdir, benim ayıbımdır belki de bu). İnsanlık tarihini birbirinin peşi sıra eklenen şeytani komplo şebekeleri olarak anlatmaya meraklı, ama aynı zamanda ileri derecede üçkağıtçı karakterlerle dolu Eco roman(lar)ının çok zevkli ve güzel olmasından dolayı memleket okurlarımız tarafından çok fazla inanıldığını ve gerçeklikle uydurmanın birbirinden ayırt edilmesi konusunda hiçbir zaman pek başarılı olamadığımızdan da her türlü üfürüğün kolaylıkla fırtınaya dönüşebildiğini düşünmüşümdür. Gerçi sadece biz değil, yakın tarih boyunca pek çok ülke ve toplumda üfürükçü şebeke komplolarının pek çok kanlı sahneye yol açtığı da gözüküyor: Eugène Sue’nun romanlarından Ziyon Bilgelerinin Belgesi’ne sıçranması örneğinde olduğu gibi, pireden deve yapılarak yorgan yakılması her daim insan alışkanlığı galiba.

Bir asırlık bir ustanın bilgelik mirası: Direniş


Geçen ay yayımlanan Arjantinli usta yazar Ernesto Sabato’nun Direniş adlı -yüz yaşında hayatını kaybetmesinden bir süre önce tamamladığı- son yapıtı, tam da tesadüfen daha önceden Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanmış üç romanını (TünelKahramanlar ve MezarlarKaranlıkların Efendisi) arka arkaya okuduğum bir döneme denk geldi. Foucault Sarkacı’ndan çok daha önce, Kahramanlar ve Mezarlar’da körler örgütü ve Karanlıkların Efendisi’nde bugün bildiğimiz tüm gizli örgütler, dünyayı yönetme arzuları, şeytani bağlantılar gibi tam teşekküllü komplo menüsü yer aldığından okurken çok heyecanlanmıştım. Sabato, Eco’dan farklı olarak, çok daha ulvi ve edebi bir kalem olduğundan, insanlığın halleri ve trajedileri hakkında fazlasıyla doyurucu pek çok görüyü de romanlarına serpiştirmiş. Elbette bilimsel formasyonu çok kuvvetli olduğundan (aslında enstitülerde çalışmış bir fizikçi), sosyalist olduğundan (Arjantin’deki kayıpları araştırma komisyonuna başkanlık etmiş) ve de çağının edebiyat ve sanat akımlarına aşırı parodik yaklaşabilecek kadar ilgili olduğundan kaleminden uydurduğu komploları ve şebekeleri okur tarafından gerçeklikle karıştırılmadan büyük bir zevkle okunabiliyor ve tabii Don Quijote sendromundan mustarip okurlar tarafından yine de gerçeklere benzetilebiliyor. (1960’lardan itibaren ve özellikle 1970’lerde dünya çapında bir tür “dünyanın efendileri” sendromu yaşandığı izlenimi veren bir yoğunlaşma var anlaşılan sanatlarda, daha çok da Latin Amerika’da: 1973 yapımı, Şilili matrak kült usta Alejandro Jodorowsky’nin filmi La Montaña Sagrada bir başka örneği bu konunun.) 

Her şeyin her şeyle, her kişinin de her kişiyle bağlantısı bulunduğunu ve bu ağlar arasında biz insanların ne kadar da küçük, Kafkaesk böcek karakterler olduğumuzu romanlarına konu edinmekle beraber Ernesto Sabato son yapıtında müthiş bir olgunlukla, sadeleşmemizi, daha iyi bir yaşam için yavaşlamamızı, eski değerlerimizi sofuca değil de huzur için sürdürmemizi öneriyle ve sadece en yüksek niteliklere sahip olanların değil de herkesin, çocukların, yaşlıların, hayvanların, hastaların, ağaçların, her şeyin rahat edebilecekleri ve dikkate alınacakları bir dünya arzusuyla nasıl davranabileceğimiz üzerine öğütlerde bulunuyor. Çılgınlık kurgularıyla edebiyat tarihine geçmiş bir bilgeden neredeyse her satırına hayran kalınabilecek bir dinginlik ve bilgelik metni kalması, insanoğlunun ne kadar müthiş bir potansiyeli olduğunu gösteriyor kesinlikle. Anlayamadığımız dünyamızı basitleştirici komplolarla açıklamak yerine bizzat kendi hayatımızı basitleştirip sadelikle hareket etmeyi hepimiz başarmalıyız belki de; işte o zaman kucağımızda kedimiz, yolları çatallanan bir suyun kenarına oturup sakin bir hayat sürebiliriz.

[Mart 2018]

17 Ağustos 2019 Cumartesi

2018'in Şimdiden Müjdelenen Yapıtları


Peter Carey

Yeni yıl diye adlandırdığımız takvim dönemine yaklaşırken, yayınevleri, bizi heyecanlı tutmak adına yazarlarının beklenen yapıtlarını müjdelemeye başlar; biz okurlar da, sıkıntılı zamanlarımızda sığınabilmek ve günü geçirebilmek için okunacak yeni kitapların beklentilerine kapılırız. Her ne kadar ardımızda okumadığımız yapıtlardan oluşan koskoca bir kütüphane bulunsa da, sevdiğimiz yazarların yeni kitaplarına ya da ilgimizi çekecek yepyeni yazarlara karşı doyurulamaz bir iştahımız da vardır. İşte “her şeye rağmen” hayatın devam ettiğini hatırlatan, bu türden yeni kitap haberleriyle dolu bir yazı; bu yazıyı yazarken 2018’in ilk ayında oldukça ilerlediğimizden, çıkmış bir iki kitapla başlayalım...

Geçtiğimiz yıl karaciğer kanserinden kaybettiğimiz Amerikalı Denis Johnson, Jonathan Franzen’in akıl hocası olacak kadar yakın arkadaşı ve National Book Award sahibi önemli bir yazardı. (Türkçede Ayrıntı’dan yayımlanmış İsa’nın OğluMeleklerFiskadoro gibi yapıtlarını hatırlayanlar olacaktır. Gönül, dilimize daha yoğun aktarılmasını diliyor elbette!) Öykü türündeki –sadece– ikinci kitabı olan The Largesse of the Sea Maiden, ölümünden ardından yayımlanan ilk yapıtı oldu... Refah toplumuyla çatışmalı diyarların karşılaştırmasını Ne NedirKral İçin Hologram ve Türkçeye henüz aktarılmayan Zeitoun gibi yapıtlarında çokça ele alan Amerikalı Dave Eggers, yine gerçeklerden hareketle kurgu tadında yazdığı The Monk of Mokha ile bu sefer Yemen’de kahve peşinde koşarken Ortadoğu’nun sertliklerini ve kavgalarını okurun önüne seriyor.

Hemen bu ay, Peter Carey’nin Avustralya’daki kimlik siyasetleriyle ilgili romanı A Long Way From HomeHarvest ile çok ses getiren Jim Crace’in yeni tekinsiz romanı The Myth ve her yapıtı çıkar çıkmaz peşine düştüğüm Julian Barnes’ın The Only Story’si yayımlanacak. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda Fransa’da çok ses getiren Leila Slimani’nin Chancon douce adlı Goncourt Ödüllü yapıtı da İngilizcede Lullaby adıyla yayımlanacak; ama ben sanırım Kırmızı Kedi’nin yayımlayacağını umduğum Türkçe çevirisini bekleyeceğim.

Ölene kadar dans


Bizde bir tek İntihar Dükkanı’yla (Sel Yayıncılık) bilinen Jean Teulé’nin yeni kitabı, Fransa’da yayımlanacaklar arasında beni en heyecanlandıranı oldu. Bu sefer, 16. yüzyılın Strasbourg’unda, tüm ahalinin kendilerini ölene kadar dans ettiren bir çılgınlığa kapılmasını ele almış yazar Entrez dans la danse yapıtında. Umarım diğer Teulé’leri de bu romanla birlikte dilimize aktarmaya devam eder yayıncılarımız. Fransız polisiyesinin duayenlerinden, bizde sadece Pegasus’tan 2010 tarihli romanı Karanlık Kadrolar ve Can’dan –aslında Kumandan Camille Verhoaven serisinin ikinci kitabı olan– Alex’in yayımlanmış olduğu Pierre Lemaître’in, geçtiğimiz yıl sonunda vizyona giren Goncourt Ödüllü romanı Au Revoir Là Haut’nun devamı Couleurs de l’incendie, en merakla beklenen yapıtlardan. Polisiye serileri bizim diyarlarda da çok sevilen yapıtlar oluyor genelde; ama yayıncılarımız keşke biraz daha özenle ilgilense bu yazarla. 2017’de Roman Polanski’nin vizyona giren son filmi D’après une histoire vraiDelphine de Vigan’ın ödüllü romanından uyarlanmıştı. Yazarın üç romanı bizde Arunas Yayıncılık tarafından yayımlanmış, ama bu yıl en çok beklenen Fransız romanlarından biri, çocukluğun kötü koşullarda nasıl karartıldığını dört sesli anlattığı romanı Les Loyautés ve bu iki kitabı da okumak isteriz kendi dilimizde.

Hillary Clinton kazansaydı...


En sevdiğim bilimkurgu yazarlarından William Gibson’dan, son ABD seçimlerini Hillary Clinton’ın kazandığı alternatif bir gelecek romanı olan Agency, nisan ayında yayımlanacakmış. Bir önceki romanı The Pheripheral’de farklı zaman katmanları arasında kurulan iletişim ağları en önemli temaydı; anlaşılan yeni romanı da aynı hatta ilerliyor, bu sefer 22. yüzyılın post-apokaliptik koşullarıyla iletişim kuruluyor. İletişim teknolojilerini her daim odağa alan, siber-punk ekolünün gurusu Gibson’ın bu yeni yapıtını beklerken, “oyalanmak” için genç bir yazar olan Chandler Klang-Smith’in yeni yayımlanan ilk romanı The Sky is Yours’u okuyacağım sanırım. Tanıtımlarında David Mitchell, Gary Shteyngart ve Philip K. Dick referansları bolca geçen, büyüme öyküsüyle bilimkurgu ve fantezi öğelerini harmanlayan romanı, ustanın yanında nasıl olacak acaba? Nisan ayında hemen edinebileceğim yapıtlardan biri de, hem futbol hem de Japonya üzerine yazdığı romanlarla popülerleşen, Türkçede de kitaplarından bazılarını Sel Yayıncılık’tan okuduğumuz David Peace’in, Raşomon’un yazarından esinle kaleme aldığı Patient X: The Case-Book of Ryunosuke Akutagawa olacak; Japon edebiyatının tarihine de yoğunlaşma fırsatı bulurum belki yeniden.

Eskiden olsa Chuck Palahniuk’un (1 Mayıs’ta yayımlanacak) Adjustment Day ya da Irvine Welsh’in Trainspotting kadrosuyla devam ettiği Dead Men’s Trousers romanlarını da dört gözle beklerdim, ama bu türden yazarlara karşı garip bir soğumam oldu son yıllarda; sebebi içimin geçmesi mi, yoksa aklımın ermesi mi bilemiyorum. Tarihi romanlarıyla ödüller kazanan ama bir türlü okur nezdinde popülerliği yakalayamayan Andrew Miller’ın, ağustos ayında Now We Shall Be Entirely Free adlı, Napolyon savaşlarını zemin olarak kullandığı yeni romanı yayımlanacakmış. Yakın tarihi, özellikle savaşları romanlarına zemin seçen Michael Ondaatje’nin yeni romanı Warlight ise haziranda yayımlanacakmış. Yine bir tarihi dönemin üstüne çoksatar haline gelmiş The Essex Serpentine kurgusunu yerleştiren Sarah Perry’nin yeni romanı, gotik klasiği Melmoth’un çeşitlemesiyse ekimde geliyormuş...

Knausgaard’ı yargılamayı dört gözle bekliyorum!


Haruki Murakami’nin ne zaman yeni bir kitabı yaklaşsa heyecan duyduğumu saklayamam. Murakami çılgınlığı beni de sarmıştı pek çok okur gibi. Henüz Türkçelerinin yayımlanmadığı zamanlarda bulabildiğim her kitabını İngilizce olarak topluyordum. O zamanlardan kalan alışkanlıkla, eğer yeni kitabı önce İngilizce çıkıyorsa ne yazık ki onu alıp okuyorum. İki yıl önce Japonya’da yayımlanmış son romanının, kasım ayında İngilizce çevirisinin Killing Commendatoreadıyla yayımlanacağını öğrendim; Doğan Kitap da yeni Murakami kitabı müjdesi vermişti; bakalım dört gözle beklediğim Murakami yapıtını ne zaman okuyacağım.

Karl Ove Knausgaard da, Murakami’yi andıran bir çılgınlık yaratan yazarlardan. Kavgam serisinin beşinci kitabı üzerinde Türkiye’deki yayıncısı Monokl’un maharetli kadrosunun çalıştığını biliyorum, serinin altıncı cildi de ağustosta İngilizce olarak yayımlanacak ve kendi ülkesindekiler dışında tüm dünya da Knausgaard’ın kavgasını anlamış olacak! Çok merak ediyorum, tüm ciltler bittiğinde neyle karşılaştığımıza karar kılacağız: Bir Norveçli’nin nasıl yaşadığına ve yazdığına dair kapsamlı bir belgeselle mi, yoksa daha öte bir yapıtla mı? Bazı yapıtlar kendisini merakla okutur, ama sonunda hüsranla kalır okur (Lost gibi desem mi acaba?); bazı yapıtlar ise okurken azap çektirir, ama bittikten yıllar sonra bile tartışmaları okurun zihninde devam eder. Knausgaard’ı bu açıdan yargılamayı dört gözle bekliyorum, son savunmaları da gelsin bakalım(!)

[Şubat 2018]

16 Ağustos 2019 Cuma

Ödüllerin Işık Tuttuklarıyla 2017


Colson Whitehead

Kazananlarıyla ve bazen de kaybedenleriyle ödüllerin ışıklarını takip etmek, sanırım gelenekselleştirdiğim bir yöntem oldu; basit ama pratik, belki de bazıları için çok uysal bir okurluğa götürebilecek bir yöntem. Eskiden bu ödüllü kitapların dilimize aktarılması için yıllarca beklerdik, ama bu yılın pek çok ödüllü kitabı, üzerinden çok da zaman geçmeden taze çevirileriyle kitabevlerimizin raflarında da gözüktü; bu açıdan, öncelikle yayıncılarımızı tebrik etmek gerekir. 

Hemen tüm kitapları YKY’den çıkan Kazuo Ishiguro’ya verilen Nobel Ödülü’nü zikrederek İngiltere’den başlayalım. O taraflardan büyük hevesle açıklanmasını beklediğimiz ödüllerden biri de Man Booker ödülleriydi. Biliyorsunuz, bu isimde iki ödül söz konusu: İngilizce yazılan yapıtlara verileni ve çeviri ödülüyle birleşmiş “enternasyonal” olanı. 2017’de Paul Auster (Türkçeye de çok geçmeden ulaştırılan 4 3 2 1’le [çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları]), Emily Fridlund (History of Wolves), Mohsin Hamid (Exit West), Fiona Mozley (Elmet) ve Ali Smith’i (yeni “mevsimler dörtlemesi”nin ilk kitabı Autumn) geride bırakarak Amerikalı George Saunders Lincoln in the Bardo romanıyla (Arafta, çev. Niran Elçi, DeliDolu Yayınları) Man Booker’a layık görüldü. Bizde az sayıda kitabıyla tanınan İsrailli David Grossman’ın İngilizceye A Horse Walks Into A Bar adıyla çevrilen romanı da, bu ödülün “enternasyonal” olanına layık görüldü; Fransız Mathias Énard (Boussole romanının çevirisiyle), Norveçli Roy Jacobsen (YKY tarafından yayımlanan Görülmeyenler romanının çevirisiyle), Türkçede Karate Vuruşu adlı öykü derlemesiyle tanıdığımız Danimarkalı Dorthe Nors (Spejl, Skulder, Blink romanının çevirisiyle), İsrailli Amos Oz (Judasromanıyla)  ve henüz hiçbir kitabı bizde yayımlanmamış Buenos Airesli Samanta Schweblin (Distancia de Rescate kitabının çevirisiyle) gibi adaylar arasından...

The Rathbones Folio Prize, 2017’de Hisham Matar’ın The Return: Fathers, Sons and the Land in Between kitabına verildi; diğer adaylar Laura Cumming, China Miéville, C. E. Morgan, Maggie Nelson, Francis Spufford, Madeleine Thien ve Robbin Yassin-Kassab ile Leila Al-Shami’ydi.  Bu isimlerden 1976 doğumlu C. E. Morgan’ın The Sport of Kings’i, yayımlandığı yıl olan 2016’da Kirkus dergisinin ve Windham-Campbell edebiyat ödülünü kazanmıştı; bu sene ayrıca Pulitzer ve Baileys ödüllerine aday oldu. Madeleine Thien de çokça adaylık alanlardan biri; Çin kökenli Kanadalı yazarın son kitabı, bizde de Hep Kitap’tan Özlem Yüksel çevirisiyle çıkan Bundan Sonra Her Şey Biziz, 2016’da yayımlandığında Kanada’da İngilizce alanında Genel Vali ödülüyle Scotiabank Giller ödülünü kazanmış, Man Booker’ı kıl payıyla kaybetmiş, bu yıl da Rothbones dışında Baileys’e aday gösterilmiş.

Önümüzdeki yıldan itibaren Baileys ile sponsorluk anlaşması bitecek olan Women’s Prize for Fiction da, bu yıl Naomi Alderman’ın Güç romanına verildi (Misis Kitap tarafından çok yakın bir zaman önce Özden Umut Akbaş çevirisiyle yayımlandı Türkçe’de de). Yukarıda bahsettiğim iki ismin dışında yine Hep Kitap tarafından yakında Begüm Korkmaz çevirisiyle yayımlanmış Nijerya kökenli Ayobami Adebayo’nun Benimle Kal’ı, henüz hiçbir kitabı yayımlanmamış Linda Grant’ınThe Dark Circle’ı ve bu yıl Gordon Burn ve Goldsmiths ödüllerine de aday olan, henüz bizde hiç kitabı yayımlanmamış 1979 doğumlu Gwendoline Riley’nin beşinci romanı First Love Baileys ödülünü kıl payı kaçıran diğer adaylar olmuş. Rothbones adaylarından Francis Spufford’un bizde henüz yayımlanmamış Golden Hill romanı İngiltere’de ilk romanlara verilen Desmond Elliott ödülünü alırken, ödülü kıl payı kaçıranlar arasında İrlandalı Kit de Waal’in Benim Adım Leonolarak Bilge Nur Gündüz çevirisiyle Hep Kitap tarafından yayımlanan romanı da bulunuyordu.

Goldsmiths Ödülü bu yıl H(A)PPY yapıtıyla Nicola Barker’a verilirken; Sera Baume, Kevin Davey, bizde önceki neredeyse tüm kitapları Kıvanç Güney çevirisiyle YKY’den yayımlanmış Jon McGregor, Gwendoline Riley ve bizde de Sel Yayıncılık tarafından Sıla Okur çevirisiyle ilk parçası Şemsiye’nin yayımlandığı modernist üçlemesinin son romanı Phone ile Will Self bu ödülü kıl payı kaçıranlar arasında. 2016’da David Szalay’ın, yakınlarda Hep Kitap tarafından Sevi Sönmez çevirisiyle yayımlanan Erkek Dediğin...’inin layık görüldüğü Gordon Burn adına verilen ödülün bu yılki kazananı da, polisiye yazarı Denise Mina The Long Drop ile oldu.

Umarım yayıncılar, bu yıl beni mahcup ederler


ABD’deyse National Book Award for Fiction, henüz hiçbir kitabı dilimize çevrilmemiş Jesmyn Ward’a, 2011 tarihli romanı Salvage Bones’un ardından ikinci kez Sing, Unburied, Sing romanı için verildi; diğer adaylar Elliot Ackerman, Lisa Ko, Min Jin Lee, Carmen Maria Machado’ydu. Bu ödülü geçen yıl, 2017 içinde Siren Yayınları tarafından Begüm Kovulmaz çevirisiyle yayımlanan ve en popüler çeviri romanlarımızdan biri haline gelen –bu yıl Pulitzer ödülüne de layık görülen– Colson Whitehead’in Yeraltı Demiryolu kazanmıştı; Pulitzer’i de bir önceki yıl, yakınlarda Kafka Kitap tarafından Duygu Akın çevirisiyle yayımlanan Viet Thanh Nguyen’in Sempatizan’ı kazanmıştı (her iki ödülle ilgili bir isim de, 2015’te Fortune Smiles ile National Book Award ve 2013’te The Orphan Master’s Son ile Pulitzer alan Adam Johnson). ABD kitap eleştirmenleri tarafından verilen National Book Critics Awards ise en son Louise Erdrich’in LaRose romanına verildi; bu roman aynı zamanda Viet Dinh’in After Disasters, Sunil Yapa’nın Your Heart is a Muscle the Size of a Dist, Garth Greenwell’in What Belongs to You yapıtlarıyla birlikte PEN-Faulkner ödülünün adaylarındandı, ama Imbolo Mbue’nin Behold the Dreamers yapıtı karşısında hepsinin boynu bükük kaldı... Biliyorsunuz, ABD’de farklı PEN kuruluşları bulunuyor ve çok farklı amaçlarla çok sayıda ödül veriyorlar. Mesela PEN American Center’ın verdiği PEN Çeviri Ödülü bu sene –Tess Lewis’in Almancadan çevirdiği– Maja Haderlap’ın Angel of Oblivion’una verilirken; bir önceki yıl yapıtları bizde de yeniden Monokl tarafından Başak Bingöl Yüce çevirisiyle yayımlanmaya başlamış Clarice Lispector’un The Complete Stories’ini çeviren Katrina Dodson’a verilmişti. PEN Center USA, kurgu alanında Martin Pousson’un Black Sheep Boy’una ödül verirken, çeviri ödülünü Rabee Jaber’in Confessions’unu çeviren Kareem James Abu-Zeid’e vermeyi layık gördü; bu kurumdan Yaşamboyu Başarı Ödülü de, televizyon uyarlamalarıyla ve bizde de Doğan Kitap tarafından yayımlanan kitaplarıyla son yılların en popüler ismi Margaret Atwood’a verildi, ki Atwood bir önceki yıl da İngiliz PEN kurumununun PEN/Pinter ödülüne layık görülmüştü.

İrlanda’da Dublin’de verilen eski IMPAC ödülü (kendi dillerinde Duais Liteartha Idirnáisiúnta Bhaile Átha Chliat ödülü), Dublin Belediye Meclisi tarafından verilen 100 bin euroluk bir ödül ve 2017’de Portekizli José Eduardo Agualusa’nın Daniel Hahn tarafından çevrilen A General Theory of Oblivion adlı romanına verildi. Bu ödül için bahsi geçen adaylar arasında Mia Couto (Confessions of the Lioness), Kim Leine (The Prophets of Eternal Fjord), Anne Enright (The Green Road), Valeria Luiselli (bizde Siren Yayınları’ndan Seda Ersavcı çevirisiyle yayımlanan Dişlerimin Hikâyesi), Viet Thanh Nguyen (Sempatizan), Chinelo Okparanta (Under the Udala Trees), Orhan Pamuk (Kafamda Bir Tuhaflık’ın Ekin Oklap çevirisi), Robert Seethaler (bizde Timaş Yayınları tarafınan Feza Şişman çevirisiyle yayımlanan Bütün Bir Ömür) ve Hanya Yanagihara (A Little Life) bulunuyordu.

Hiç kuşkusuz Avrupa’nın diğer ülkelerinde (özellikle Fransa, Almanya, İtalya, İspanya) verilen pek çok prestijli ödül de dikkat çekiciydi geçtiğimiz yıl. Ne yazık ki bu ülkelerin dillerinden dilimize çağdaş kitap aktarımı İngilizceye oranla çok daha az ve gecikmeli oluyor; umarım yayıncılar bu yıl beni bu konuda mahcup ederler, diyerek bu ülkelerin ödüllerini sayıp dökmeyi başka bir mecraya bırakıyorum!

[Ocak 2018]