21 Ocak 2009 Çarşamba

Durum Değerlendirmesi

İçedönük bir ahkam keyif vermiyor. İçimde fayda sağlama arzusu var ve arzu tehlikelidir. Fayda sağlamak adına yönlendirici ve baskıcı olmak istemiyorum. Boşa kürek de çekmek istemiyorum. Bu nedenle daha iyi düşünülmüş ve iyi değerlendirilmiş projeler planlamaya başladım. Bu süreçte bir süre aksama yaşanacaktır buraya düşen metinlerde. Ama yine de okumalara devam edeceğimden eminim. Çünkü okunacak çok şey var. Çünkü okudukça projeler gelişiyor, canlanıyor, ete kemiğe bürünüyor. Çünkü okudukça ancak varolabiliyorum.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Dünyadaki Kasveti Aralamalı


Kavurucu bir gerçekle başladı, yeniden yeni bir blogda yazmaya, eski komşum. Paçoz Notlar, bu dünyada kendimizi evimizde hissedip hissedemeyeceğimizi sorguluyor. Apartman komşum, şimdi dünya komşum, her birimizin birbirinin komşusu olabileceği bir dünyayı istiyor. Peki bu karamsar ve kasvetli günlerde mümkün olabilecek mi bu?

İki gün sonra, 19 Ocak günü, iki yıl geçecek Halaskargazi Caddesi'nde Hrant Dink'in hayatına katledilmesinin üzerinden. Ülkenin karışacağını anlamıştık o gün bir kere daha acı bir şekilde. İçimizdeki tüm kurtlar ortaya dökülmeye başladı bunca zamanda. Hiç de temiz olmadığımızı, hiç de asil olmadığımızı, topluca bir çürümeden mustarip olduğumuzu, paranoyamızın artık zaptedilemediğini, adamakıllı bir tedaviye ve belki de bir kapatılmaya ihtiyaç duyduğumuz her geçen gün daha fazla gösteren semptomla karşılaşıyoruz o günden beri.

Bir kısmımız daha insancıl, daha adil, daha yaşam dolu tepkiler vermeye çalışırken, beyaz berelilerin, eski subayların, siyasetçilerin ve gazetecilerin, nedense ağızlarından tükrük, ellerinden kan saçtıklarını düşündüğüm birtakım adamların yayılmaya başladıklarını gördüm bunca zaman boyunca. Katlin, nefretin, savaşın bir hastalık olarak yayılmaya devam ettiğini. Her hücreye sızarak dönüştüren bir kanser sanki kötücüllük. Her olumlu açılıma karşı verilen reaksiyoner bir andavallık. İnsanların yeniden kabilelerini hatırladıkları, başkalarının kabilelerini göstermeye can attıkları, kabile savaşları arzuladıkları bir dönem sanki içinden geçtiğimiz. Umuda tutunmak da istemiyorum üstelik. Karamsarlığım had safhada. Kine susamışlardan gına geldi.

Harfleri bile karartıyor bu ruh hali, bu kasvet. Günbegün medyaya bakmaktan utanır hale geldim. İnsanlığı tanklarıyla, yol kenarlarına serpiştirdikleri mühimmatlarla, bebeklerin ellerine verdikleri silahlarla ya da üzerlerine yıktıkları binalarla sürdürmeye çalışanlardan utanıyorum. Yok Ergenekon, yok Ziyon, yok bilmemne... Bir öyküden ibaret olması gereken tarihi kurgular nedense alan kazanma çabasının, çıkar hırsının, kendisini eylemek için başkalarını yok etme isteğinin bahanesi ediliyor. Bu çirkinliklere karşı ne yapmak gerekiyor, düşünüp duruyorum. İşte bu duraklama tam da istenilen şey sanki. Adaletin ve yaşamın bloke edilmesi, durdurulması, kaosa sürüklenmesi... Kasvetin bir başka semptom olarak yaşam sevincimizi elimizden alması.

Kanlı bir perdenin aralanmasının üzerinden iki yıl geçmiş olacak, 19 Ocak'ta. Ortaya dökülen kurtlara rağmen yıkanmayı, arınmayı becerebilecek miyiz? Kin ve nefrete rağmen insanın diğer insanla ilişkisini soyabilecek, çıplak bırakabilecek miyiz? Tarihten, soydan soptan, öfkeden ve utançtan kurtarabilecek miyiz? İnsanların adlarının, inançlarının, dnalarının, tercihlerinin ne olduğuna bakmadan insan olduklarını, kutsal olduklarını kabul edenleri mi çoğaltacağız, yoksa gücün tükrüklerini birbirlerine saçanları mı?

Bu karamsarlığımızı nasıl gidereceğiz biz?

16 Ocak 2009 Cuma

Yılgınlık

Harflere bakıyorum bir süre. Hangilerine basıp, hangi kelimeleri oluşturacağımı, ne yazacağımı bulmaya çalışıyorum. Zihnimin boş olduğunu iddia edemem, ama karmançorman olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. Her zaman böyle oluyor. Her uyandığımda yeniden harflerin yeri değişmiş sanki. Hani şu internet bankacılığında kullanılan güvenlik şifreleri vardır ya, rakamların yeri her basışta değişir. Sanki her gece uyurken zihnimdeki meseleler de böyle yer değiştiriyorlar.

Çoğu zaman kim olduğumu dahi bilmiyorum. Elbette temel bilgiler, durmadan tekrarlandıkları için, sabit kalıyor: Adımı biliyorum, bedenime bakıyorum ve onu da biliyorum (gerçi içini bilmiyorum, her gün nasıl bir arıza yaratabileceğini, rahatsızlık potansiyellerini, nasıl çürümekte olduğunu vs.), hafızamda birikmiş olan bazı ilişkileri, sözleri. Ama işte bugünün hangisi için önemli bir gün olduğunu bilemiyorum. Halbuki buna karar verip, o sözün peşinden gitmem gerekiyor. Ajandamda, gündemimde ne olmalıydı bugün?

Evimin kapısından çıktığımda sokaklarda görece huzurlu bir temponun olduğunu görüyorum. Arabalar akıyor sokaklarda, insanlar ellerinde torbalarla yürüyorlar, dükkânlar açılmış, güneş her ne kadar bulutlarla örtülmüş olsa da kış mevsimine oranla sıcak bir hava var, yine de kasvet havada asılı. Moda'da güzel bir gün diyebilirim, görebildiğim kadarıyla.

Ama kilometrelerce ötede, bir savaşın devam ettiğini de biliyorum. Ne yazık ki zihnim bunu unutamıyor, ayrıca medyadan süzülen bilgiler ve görüntüler de bu savaşı olanca sertliğiyle yansıtıyor bana. Düşünüyorum bir an, bu dünyanın savaşsız geçirdiği epitopu kaç gün olmuştur? Şu ya da bu nedenle savaş makinelerini insanların üzerine sürmedikleri kaç gün olmuştur? Silahların ateş almadığı, bombaların patlamadığı, mayınların döşenmediği? Yok etme mekanizmalarını inşa edenler ve ellerinde tutanlar, bir gün şu içinde yürüdüğüm sokakları da yok edebilir mi? Kilometrelerce ötedeki bir okulda bir füzeyle yıkıntının altında kalıp bedenleri parçalanan çocuklar, neden bu kasvetli ama güzel Moda gününde yürüyemiyorlar? Neden insanlar kendi çıkarları doğrultusunda, diğer insanların yaşamlarına hükmediyorlar? Bu sorulara cevap bulamayacağımı biliyorum, amadüşüşüşü bir yandan da her sabah uyandığımda zihnimde karmançorman hale gelmiş olan düşüncelerimin bu sorularla ilgisi olduğunu sanıyorum.

Bir yılgı geliyor üzerime, yığılmamak için evime geri dönüyorum, kendi kaosumun içine saklanıyorum. Belki oturup kıyameti beklemeliyim ben de, ne de olsa insanların büyük çoğunluğu bunu sağlamak için çabalıyor. Ya da üç vakte kadar silkinip kendime geleceğim, dağılan düzenimi yeniden sağlamaya koyulacağım. Muhtemelen yaşam dediğimiz şey de bu, her gün yenibaştan kim olduğumu bulmak, yaşantımı kurmak ve belki de sadece bir adım atmak ileriye doğru. Kıyameti oluşturanlardan olmamak, ölüm makinelerini işletmemek, yaşamın tohumlarını atmaya çalışmak.

Sonuçta, bu satırları dökerken klavyeden, nafile bir çalışma içine gireceğimi biliyorum. Orada, bir füzenin ateşlenmesi için düğmeye basanın, bir şehrin yıkımı için emir verenin, hangi bahaneye sığınırsa sığınsın bir savaşı başlatmak için karar verenin enerjisine karşı bir yaşam enerjisi yaratmak için elimden geleni yapmalıyım, bu elin neler getireceğini şu anda bilemesem de.

Meğer Moda'nın gökyüzüne asılan kasvet, Akdeniz'in sonunda bir kentin tozdumanından kaynaklanıyormuş. Meğer ruhumun bugünkü yılgınlığı insan elinden çıkma bir kıyametin alametiymiş. Lütfen bana Tanrılarınızdan bahsetmeyin artık, o tankların Tanrılarla bir ilişkisi yok.

New York'ta Bir Cadde Köşesinde Bir Ağacı Görmek Üzerine


Bir ressam biçimini yakalamaya ve zihnine nakşetmeye çalışacaktır.
Bir doğa meraklısı üzerinde birlikte yaşayan kuşları, böcekleri ve mantarları inceleyecektir.
Bir evrim bilimci DNA'sını alacak ve soyağacındaki terini bulacaktır.
Bir matematikçi dalların yapraklara oranının algoritmasını çözmeye kalkışacak ve formülünü yazacaktır.
Bir din adamı Tanrının yaratısını ve inancı görmeye çalışacaktır.
Bir şaman ağacın titreşimlerini hissetmeye çalışacak ve evrenle uyumunu görecektir.
Bir farmakolog ağaçtan antibakteriyel kimyasalları çıkartacaktır.
Bir ekolog ağacın nitrojen ve karbon dioksit temizleme kapasitesini ölçecektir.

Tüm bunları düşünmek yerine, ben sadece hayranlıkla ağaca bakarım.

[Ryuichi Sakamoto, Japon kompozitör ve elektronik müzisyeni]

[Fotoğraf için Trescondit Nihan'a teşekkürler.]

15 Ocak 2009 Perşembe

siz - Marshall McLuhan


"Kaç para kazanıyorsunuz? İntiharı düşündünüz mü hiç? Bunu şimdi mi düşündünüz, daha önceleri de düşünmüş müydünüz? Ne yaptığınızın farkında mısınız? İşte, buradayım, kendimle yüz yüzeyim... Evrensel, tiranca bir gözetim, hem de ana rahminden mezara kadar gözetim altındayız. Bu durum, özel hayatımız olmalı dememizle, toplumun her şeyi bilme gereksinimi arasında berbat bir ikilem yaratıyor. Eskinin, geleneksel, özel, kişisel düşünceleri, eylemleri -mekanik teknolojinin kalıpları- elektronik enformasyon kayıt kuyutlarınca, bir anda her şeyi bilgisayara yükleyen yeni enformasyon kayıt kuyutlama yöntemlerince tehdit altında. Bunlar, sanki, affetmeyi bilmeyen, hiç unutmayan, bağışlamayan, eski günlerdeki "yanlışlarımızı" kayıttan düşmeyen devasa bir dedikodu sayfası gibi. Medyanın verdiği bilgiyle ve medyanın hepimizin üzerindeki total etkisiyle başa çıkabilmek için bir çare bulmanın zamanı geldi de geiyor bile. Herkesin herkesin yapıp ettiğiyle bu kadar uğraştığı, hepimizin bir toplumsal değişimin amelesine dönüştüğü günümüz dünyasına nasıl gelip dayandık? Bunu kim programladı? Bu ne iştir?.."

[1967 yılında tasarımcı Jerome Agel ünlü medya gurusu Marshall McLuhan'la Medium is the Massage kitabını kotarır. Kitabın en önemli hipotezi, insanın kendi yarattığı ortamın, amaçlarından bağımsız olarak, oluşturduğu rolleri insanlara farkında olmadan dayattığı ve medya biçimlerinin hem yaratıcılarını hem de kullanıcılarını ister istemez değiştirdiğidir. Ancak McLuhan'ın teorileri azbuz değildir ve kitabı karıştırmak bile kişiye pek çok öngörü sağlayabilir. 2005 yılının son ayında, şimdi Turkuvaz Kitap olmuş olan, o zamanların Merkez Kitapları bu yapıtı Fiore'nin 1996'da yeniden ele aldığı tasarımına sadık bir biçimde, üstelik Türkiye'nin iletişim duayenlerinden Ünsal Oskay çevirisiyle, Yaradanımız Medya adıyla yayımlamıştı.]

12 Ocak 2009 Pazartesi

Hep bir adaya kaçılır, yalnızlığımızın adasına. Neden kaçılır peki?

Sözü yaratmaktan hoşlanmıyorum. İçimden akmasını yeğliyorum, ama içimden akan katran karasında sözler oluyor, bulaşanların pislikcesine kurtulmak istediği, kirli sözler. Yaşamımın yarığından akanlardan hoşlanana, daha doğrusu içimdeki yarıkla anlaşmaya çalışana hiç rastlamadım bugüne kadar.

Hep bir eksiltme tonu taşıyordu üzerime gelişleriniz. Yıllar boyunca alışık olduğunuz yıkma dürtüsünü, hiç çekinmeden benim üzerimde kullanıyordunuz. Büyük oranda bunun sebebi siz de değildiniz, size öyle davranıldığı için, siz de öyle davranmayı normal karşılıyordunuz, her ne kadar olduğunuzdan kaçmak için mücadele etmeye çabalasanız da.

Yolda yürürken, duvara yumruk atmak istedim, duvarın değil elimin kanayacağını bilerek. Ama o yumruk atılmalıydı, en az bir kere duvarın da kanayabileceği ihtimali olmalıydı. Gene kanayan ben oldum, gene tepen ben...

Ne sanıyorsunuz ki hayatı? Hep bir aldanış, kim olmak istediğimizle olduğumuz arasındaki aldanış. Değişmek için girdiğimiz toplum, bizi benzetiyor, üç aşağı beş yukarı fabrikasyon...

Hep ağlamıyorum, ama hep bir kendime çekilişi yaşıyorum, üstelik üzerime her gelindiğinde. Yaşamak için, ayakta kalmak için, hakkımda her söylenene kulağımı tıkamak durumundayım. En kötüsü mizahi olanı, söylediğini söylememiş haline getiren, ama söyledikleriyle derimi yüzen sözler. Çekip gitmekten başka çare kalmıyor bana, her seferinde kanamaktan, uzaklaşmaktan başka.

Yalnızlığa gömülmem, benim uyumsuzluğumdan kaynaklanıyor. Koskoca toplumu suçlayamam, her seferinde fazla çekingen, fazla duyarlı, fazla uyumsuz olan ben oluyorum. Her nereye girersem gireyim, ben sırıtıyorum orada. Hiç üzerinize alınmayın. Gülmeye ve oynamaya bakın siz, kırılmak nasıl olsa sonradan da öğrenilebilir bir durumdur. İçimdeki yarığı da süs diye açtım zaten.

Oyun mudur yazmak? Oyun mudur yaşamak? Ben oynuyor muyum şimdi, ben kanarken oynayabilir miyim? Beynimin koridorlarında tıkanıp kalanları dökmek için uğraştığımda acı çektiğimi anlayamıyor musunuz? Acı çekmeyi ne sanıyorsunuz siz? Acı çekmek ne, ben öğrenmek istemezdim, tozun toprağın altında kalmak ben de istemezdim, insanların tozunun altında.

Bir kaygı işlenmiş yüreğime, doğum lekesi. Her girdiğim mecliste onu gösteriyorlar bana ve ben kaçıyorum. Hep bir kaçış şeklinde, bir meclisten ötekine yuvarlanıyorum. Yakmak istesem sözlerle sizleri, şunu söylerdim: kendi lekelerinizi örtmek için saldırmayı öğrendiğinizden beri, en çok korktuğunuz aslında size hiç saldırmayandır. Onun tam olduğunu sanırsınız, bu yüzden ona çok daha fazla saldırırsınız. Ama o da yara alır, o da batar, o da kanar, o da...

Duyguları, hoşnutsuzlukları, kaçışı, içe yolculuğu, dışarılara gidişi dile getirmeye iten nedir ki beni? Neden yazıp, sizlere mesaj atma ihtiyacı duyuyorum, siz neden mesajlarımı okuma zahmetine katlanıyorsunuz? Bu sözler belki de tek başına yazılmış kodlar olarak kalmalıydı, yanıp gitmeliydi mağaramın içinde. Neden bu kodlarla size bir dil inşa ettiğimi henüz bulamadım ben de... Hâla acımı dışarıya bağırmak, yalnızlığımı yalanlamak, oyunlarınıza uygun maskeler takmaya neden devam ettiğimi ben de merak ediyorum.

11 Ocak 2009 Pazar

Yabanda


“İki yıl boyunca toprakta yürüdü.
Telefon yok, bilardo yok, evcil hayvanlar yok, sigara yok. Özgürlüğün son hali. Bir radikal. Evi yol olan estetik bir yolcu. Atlanta'dan kaçtı. Geri dönemeyeceksin, çünkü “Batı en iyisi.” Ve şimdi, iki yıllık avarelikten sonra, nihai ve en büyük macerada sıra. İçteki yanlışı öldürmek ve ruhsal hacı muzafferane kapatmak için gereken nihai çarpışma. On gün ve gece süren yük trenleri ve otostop onu Büyük Beyaz Kuzey'e getirdi. Kaçtığı uygarlıktan artık zehirlenmeyecek, ve yabanda kaybolmak için tek başına diyarda yürüyecek.”

Alexander Supertramp – Mayıs 1992

[Bkz. Beslenme Kılavuzu]

10 Ocak 2009 Cumartesi

Bob Dylan - Birisine Hizmet Etmek Zorundasın


Elçisi olabilirsin İngiltere'nin ya da Fransa'nın
Müptelası olabilirsin kumarın ya da heveslisi dansın
Ağırsiklet boks şampiyonu bile olabilirsin dünyanın
Uzun inci kolyelerinle parçası olabilirsin kaymak tabakasının

Ama birisine hizmet etmek zorundasın, evet aslında
Birisine hizmet etmek zorundasın,
Yani, şeytana da olabilir Tanrıya da olabilir
Ama birisine hizmet etmek zorundasın

Sahnede hoplayıp zıplayan bir müzik aşığı olabilirsin
Emrinde uyuşturuculara, kafesinde kadınlara sahip olabilirsin
İş adamı da olabilirsin deneyimli bir hırsız da olabilirsin
Sana Doktor desinler ya da Şef olabilirsin

Ama birisine hizmet etmek zorundasın, evet aslında
Birisine hizmet etmek zorundasın,
Yani, şeytana da olabilir Tanrıya da olabilir
Ama birisine hizmet etmek zorundasın

Bir korucu olabilirsin ya da Jöntürk olabilirsin,
Büyük bir televizyon kanalının patronu olabilirsin,
Zengin ya da yoksul olabilirsin, kör ya da sığ olabilirsin,
Başka bir adla başka bir ülkede yaşıyor olabilisin

Ama birisine hizmet etmek zorundasın, evet aslında
Birisine hizmet etmek zorundasın,
Yani, şeytana da olabilir Tanrıya da olabilir
Ama birisine hizmet etmek zorundasın

Bir inşaatta çalışan bir amele olabilirsin,
Bir malikanede yaşayabilirsin ya da bir spor salonuna sığınmışsın
Kendi silahların olabilir ve hatta kendi tankların
Birisinin ev sahibi olabilirsin, hatta bankalarının

Ama birisine hizmet etmek zorundasın, evet aslında
Birisine hizmet etmek zorundasın,
Yani, şeytana da olabilir Tanrıya da olabilir
Ama birisine hizmet etmek zorundasın

Ruhsal gururunun imamı olabilirsin,
Kendi çıkarına rüşvet alan belediye çalışanı olabilirsin,
Bir berberde çalışıyorsundur ve saç kesmeyi bilirsin
Birisinin sevgilisisindir ya da mirasyedisin

Ama birisine hizmet etmek zorundasın, evet aslında
Birisine hizmet etmek zorundasın,
Yani, şeytana da olabilir Tanrıya da olabilir
Ama birisine hizmet etmek zorundasın

Pamuklu giymeyi sevebilirsin ya da ipekten elbiselisin
Viski içmeyi sevebilirsin ya da süt içersin
Havyar yemeyi sevebilirsin ya da ekmek yiyeceksin
Yerde yatıyor olabilirsin ya da krallara layık yatakta uyuyabilirsin

Ama birisine hizmet etmek zorundasın, evet aslında
Birisine hizmet etmek zorundasın,
Yani, şeytana da olabilir Tanrıya da olabilir
Ama birisine hizmet etmek zorundasın

Bana Terry diyebilirsin, bana Timmy diyebilirsin,
Bana Bobby diyebilirsin, bana Zimmy diyebilirsin
Bana R.J. diyebilirsin, bana Ray diyebilirsin,
Bana istediğini diyebilirsin ama ne dersen de fark etmezsin

Ama birisine hizmet etmek zorundasın, evet aslında
Birisine hizmet etmek zorundasın,
Yani, şeytana da olabilir Tanrıya da olabilir
Ama birisine hizmet etmek zorundasın

[Bob Dylan'ın Gotta Serve Somebody adlı parçasının kendimce çevirisi. The Sopranos dizisinin müzik albümünden dinledim gün boyunca.]

Çakıl Taşları


Sonsuzluk diyebilir miyiz, zamanın dalgalarıyla yavaş yavaş ufalanan hayatlarımızın kumsalına? Orada, taşların üzerinde böylesi cümleler kazılı aslında. Her birini avucumuza aldığımızda, hiçbilmediğimiz bir yaz(g)ının fırlayacağının farkınayız, hayal meyal. Uzakta bir isyanın, bir mahkumun demir yığınına, buz gibi çelik kalplere fırlatacağı kaldırım taşında da, şurada ayaklarımızın gömüldüğü sıcak kumun içinde saklanan çakılda da, eğer iyice bakarsanız görebileceğiniz harfler, insanın gözünde yansıyabilir. Ne kadar boşluktan çıkarmış olursak olalım, kurtarabildiğimizle inşa ediyoruz işte hayatımızı. Oradan bir avuç taş alıp, burada sözlerimizle, belli ki gelişigüzel, ama güzel, anlamlar yontuyoruz işte. Biri yakalar anı, bir başkası yakalanmış anı ifade etmeye çalışır, ikisi de apayrı. Maksat, bir anlığına bir görüntüye takılanın da fark etmesi, her birimizin zaman okyanusunda seken çakıl taşları olduğunu.

[Nihan'a ait olan bu fotoğrafı ve daha fazlasını Flickr'da, Trescondit profilinde bulabilirsiniz. Bana dur diyene kadar Nihan'dan fotoğraflara bakmaya ve gördüklerimi, alakalı alakasız, burada yorumlamaya devam edeceğim. Belki zaman içinde başka fotoğrafçıların merceklerinden de yararlanırım, bilinir mi?]

Hayat

Boşluk diyelim mi? Bir an kendini içinde bulduğun zaman dilimi. Yıllar önce birisi, aslında boş olduğunu söylemişti, kendiliğinden bir değer taşımıyormuşsun. İlk duyduğunda çok alınmıştın, iddialaşmaya kalkışmıştın. Halbuki doğru bu, doğru olması da aslında senin değersizliğini göstermiyor. Sorun olan boşluğu kötü olarak görmen. Başlangıçta bir misyonun olması gerektiğini, ne yapacağını biliyor olman gerektiğini düşünmen, büyük bir yanılgı. Biz insanlar, tıpkı diğer şeyler gibi, başlangıçta varoluşumuzun getirdiği birtakım özellikler dışında, gerçekten boşuz. (Tabula Rasa olabilir mi?) Zaman içinde içimize aldıklarımız, yerleştirdiklerimizle kendi değerimizi kendimiz oluşturmaya çalışırız. İnandıklarımızla, karşılaştıklarımızla, yaşadıklarımızla. Aslında herkesin bildiği ve sezdiği durumlardan bahsediyorum.

Yine de sık sık boşluğun içinde bulunduğunu fark etmen, hele bunca sene sonra, yine de pek hayra alamet değil. Gizilgücünü koruduğunu düşünerek kendini rahatlatabilirsin. Ama şu anda, boşluğun içindesin ve boşluk senin içinde. Delik nerede ki bunca zaman boyunca girenler çıkıvermişler. Şu anda, şu noktada oturup yeni bir başlangıç hayal ediyorsun.

Her seferinde yeniden başlayan insanlardansın galiba. Her sabah uyandığında hayata sıfır noktasından başladığını hissediyorsun, bu nedenle güne karışmak güç geliyor. Halbuki bir yandan da boşluk sandığının içinde sana ait olan ve olmayan onlarca tortu var, başka uygarlıkların kalıntıları, başka insanların pislikleri. Boş sandığımızın da boş olmadığını fark etmeye başladığımız anda yaşadığımız panik! Her gün maruz kaldıklarından, etrafında olup bitenlerden üzerine yapışmış, çamurlaşmış izler var.

Ayrımcılıklar, ırkçılıklar, çıkarcılıklar, nefret sözleri ve davranışları, birbirlerini hiç tanımaya kalkışmadan birbirlerine saldıranlar, kapından içeri giremese bile medyandan içeri sızanlar...

Aslında yazacak hiçbir şey bulamamana rağmen yazmaya çabaladığın bir gün. Yıllar öncesinden bir Pearl Jam albümü eşlik ediyor, Vs. Her şey bir süre sonra yıllar öncesine dönüşüyor. 17 yaşında ya da 30 yaşında, daha sonra başka rakamlar da gelecek. Bir cumartesi günü, sakinleşmeye çalışırken, elinde kalan hatıralarla da oynuyorsun, ama hepsi birbirinin aynı, başlangıç adımları.

Boşluğu doldurmak için çaba göstermeye devam. Sigara dumanı, müzik notaları ya da kitap harfleri, belki... Kâğıdın üzerinde mürekkep, odanın akustiğinde eriyen sözler, tende kayıp giden parmaklar... Ve zaman hiç durmadan akarken, beden yaşlanıp ruh çürürken, doğumdan ölüme bir hayat boyu, beni aşıp herkes için bir katkı, bir inşa çabasına girişmediğin sürece, her yeni gün yepyeni bir boşlukmuş gibi gözükecek, yeni bir mücadeleye koyulacaksın... Öldürenler ve ölenler, yıkanlar ve yıkılanlar, toklar ve açlar, zenginler ve yoksullar, sahip olanlar ve olamayanlar, nobranlar ve masumlar... Tüm bu toplama da birileri hayat diyecek. İşte hayat, tatlı hayat...

9 Ocak 2009 Cuma

Aslı Tohumcu


Hiç birlikte çalışmadık. Benden yarım önceki kuşaktan sayıyorum kendisini. İlk kitabı Abis masamın üzerinde şu anda. YKY'nin Cem Akaş editörlüğünde başlatmış olduğu Yeni Yazı serisinden yayımlanmıştı, henüz yapı sarsılmadan önce. Umut verici bir diziydi, genç yazarlardan çok genç metinlerin peşinde koşulacağı izlenimi veriyordu, aynı diziden bir de Orçun Türkay'ın kitabını almıştım. Şimdi bakıyorum da, bayağı oyuncaklı bir kitap, bol metin. Yakın hissettim kendimi kitabı karıştırırken -itiraf ediyorum, satır satır okumadım, daha çok akvaryumdaki bazı balıkları izledim, öylesine bakarken ilgimi çekenleri- hemen tüketmek de istemedim. Hâlâ kitaplığımla masam arasında gidip gelebiliyor bu nedenle.

Rengahenk adlı programı, Radikal Kitap'ta çocuk kitapları bölümündeki köşesi, Yok Bana Sensiz Hayat adlı romanı, ve başka pek çok projesi de var tabii, ama ben nedense Abis'te kalakaldım.

Daha sonra, çok sonra, Sesli Yapım'ın ofisinde tanışma fırsatı bulmuştum kendisiyle. Ayaküstü beş-on dakika muhabbet ettik. İzlenimim doğruydu sanki, yarım kuşak fark olmakla birlikte, aynı cinsten insanlardık, sanki.

Başka karşılaşmalar, başka rastlaşmalar, daha derin sohbetler olur mu bilemem. Ama bugün kendisinin blogunu keşfetmiş oldum. Bloga çekidüzen verirken esinlenmekten de çekinmedim.

Paylaşmak istedim. Aslı Tohumcu'dan böyle bahsettim.

Blog Bakımı

İlk başta yapılması gerekeni şimdi yapıyorum. Blogu biçimlendiriyorum. İlk olarak daha önce kullandığım, artık bana depresif gelen bordo "template" seçimini değiştirmekle işe başlıyorum. Artık Douglas Bowman'ın tasarımını kullanacağım. Ardından sayfadaki sayacı atıyorum, kaç kez sayfanın gösterildiği şu aşamada umrumda değil. Feedjit'i de atacaktım ama şimdilik kaldı, oradan başka bloglara gidilebiliyor, tabii bimukabele ziyaretler de olabiliyor. Sonra sıra boşlukları doldurmaya geldi: Kim olduğumu bilmeyenler biliyor artık, kısa bir özgeçmişin sakıncası olmaz. Başlık iddialı, ama tam olarak ne okunacağı belli değil, birkaç kelime de başlık için yazalım. Bir de görsel olsun artık, bunun için de daha önceden bana Flickr'daki fotoğraflarını kullanabilmem için izin veren bir dostumun görselinden bir kesit alıyorum, teşekkür ederim Nihan. Son olarak da eksik etiketleri tamamlamalı, her girdinin bir kutusu olmalı, herşey yerli yerine gitmeli. Artık blogu ciddiye alma ve daha okunabilir kılma zamanı gelmiştir.

6 Ocak 2009 Salı

Çekidüzen verme çabası

Bilgisayarımda eski bilgisayarlarımdan gelmiş yüzlerce yazı dosyası var. Arada bir onları karıştırıyorum, neler yazmış olduğuma bakıyorum. Pekçoğu düşüncelerimin ve o anda hissettiklerimin karışımından oluşan anlık notlar. Bir nevi kendi keyfi için piyano çalan birisinin her piyanonun başına geçişinde herhangi somut bir şarkıyı çalmak yerine, melodiler arasında dolaşması, anlık zevki için takılması söz konusu. Canlı kayıtlar ve üstelik çoğunlukla pratik çalışması... Kısacası yazılmış ve yığılmışlar ama bir ürüne dönüşmeleri çok zor. Ancak farklı bir ben olarak onları tekrar ele alır, süzgeçten geçirir, bir heykeltıraşın malzemesini işlemesi gibi işlersem onları, bir umut bir-iki işe yarar başka iş daha çıkar. Yine de yığın olarak kalacaklarını az çok biliyorum, seziyorum. Bu yoğunlukta geçmişime bakamayacağım, hele ki o geçmiş sıkıcılık derecesinde basit olsa bile.

Dün reklam meselesinde yazdıklarımdan sonra bir dostumdan, Pınar'dan, bu tarz değerlendirmelere çok fazla pabuç bırakmamam gerektiğiyle ilgili mektup aldım. (Mektup kelimesini unutuyoruz galiba. İngilizce'deki e-mail kelimesini, e-posta olarak kullanıyoruz çoğu zaman, ama e-posta tıpkı fiziki postalar gibi mektupları, bildirileri, faturaları, abone olduğumu yayınları da bize ulaştırıyor. Apartman girişlerindeki posta kutularına bırakılan postaların içinden bazılarına mektup diyoruz, o zaman gerek e-posta adreslerimize gerekse de farklı sosyal ağlardaki hesaplarımıza düşen mesajları da mektup olarak kabul etmeliyiz. Gerçi bunları yazarken bir de kartpostallar aklıma geldi. Yani posta kartları. Sınırlı yüzeylerine birkaç satırın karalandığı, insanların birbirlerinin varlığını hatırladıklarını gösteren, son zamanlarda elektronik iletişim tarafından iyice kökü kurutulmuş, bir nevi koleksiyon nesneleri. iPhone'larımız, Black-berry'lerimiz, laptop'larımız, iMac'lerimiz, cep telefonlarımız, Facebook'larımız, MSN'lerimiz, Gmail'lerimiz ve diğerleri son on beş yılda iletişimi yepyeni bir boyuta taşırken, 18. yüzyıldan bu yana yerleştirilmeye çalışılan posta mekanimalarının anlamını yok ettiler. Klasik posta kavramlarını neden yeniden kullanmayalım?)

Parantezlere girdiğimde bu kadar uzatmamadan anlaşılmalı, zihnimi odaklamakta güçlük çekiyorum. Bahsettiğim kendine çalma meselesi bunun görünürde bir açıklaması olabilir, olsun.

Pınar mektubunda blogların kişisel günceler gibi kullanıldığından çoğu zaman, orada yayımlananların özgünlüklerinin tartışılmasının zor olduğundan bahsederek, bu konuda içimin rahat olması gerektiğini bana hatırlatıyordu. Haklı, ama bir yandan da bloglar sadece kişisel günceler değil kesinlikle. Kişisel yayıncılık, ama bu yayıncılık içinde çoğu zaman kişisel olmayan malzeme kullanılıyor: Özellikle reklam üzerine oynayan pek çok blog insanları kendilerine çekmek için çok farklı yollar kullanabiliyorlar. Mesela başka sitelerde yer alan metinleri, virgülü noktasına, hatta yazarının kendisi olduğunu bile iddia etmeden, asıl yazarının adını da kullanarak kendi sayfalarına alabiliyorlar. Böylece kendi sitelerinin sayfaları çoğalıyor, orijinal metni arayanları kendilerine çekebiliyorlar vs. Bu konuda gördüğüm en ilginç örnek, ekşi sözlük'te yazılanları birebir kopyalandığı ve sanki yepyeni bir oluşummuş gibi gösterildiği bir siteydi. Konu başlığındaki ilk girdi asıl girdi olarak kullanılıyor, sonraki girdiler de sanki konuyla ilgili yorumlarmış gibi aktarılıyordu. Aynı malzeme, farklı bir biçimde, ama sanki sadece kirlilik yaratmak için kullanılıyor. Mesajın yayılması açısından avantajlı bir durum gözükse de, güvenilirliğin yitmesinden kaynaklanan sakıncaları olduğunu düşünüyorum bu durumun.

Özgünlük ve katkı yaratma konusundaki eleştiriye aslında sanıldığı kadar da takılmadım. Yaptıklarımdan emin olmasam da özgün olduklarından eminim. Katkı meselesini de açıklamıştım zaten, Pınar gibi dostlarımın Charlotte Gainsbourg'u hatırlaması ya da bir başkasının yazmış olduğum bazı satırlarda duraksadığını ve kendi hayatlarından parçalar bulması, çok küçük katkılar olmakla beraber katkıdır. Ancak bu eleştirinin doğru işaret ettiği yerler var: Bu mecrayı daha ciddiye almam gerekiyor. Geçen ay boyunca yukarıda bahsettiğim eski dosyalarımdan seçtiklerimi kullanıyordum, yayını sürekli kılabilmek için; halbuki yayının bir amacı olmalı, sadece okunmak derdim olmamlı. Bu nedenle tasarladıklarımı gerçekleştirebilir hale gelmek için emek sarf etmem gerekiyor. Söz konusu özgünlük ve katkı meselesine de böyle yaklaşmam herkes için faydalı olacaktır.

Önümüzdeki günlerde daha derlenmiş ve toplanmış bir kişisel yayıncılık çizgisine geleceğimi umuyorum. Geçmişin süzgeci olarak çok fazla kullanmadan, günümüz insanına, kendime ve diğerlerine, katkıda bulunacak farklı işler ortaya koymak niyetiyle...

5 Ocak 2009 Pazartesi

Reklam Meselesi

"Okur musunuz?"a düzenli yazmaya başladıktan hemen sonra, belki ufak bir katkısı olabilir diye, Google'ın AdSense reklam sistemine başvuruda bulunmuştum. Bu başvurunun hemen ertesinde, şirket başvurumu değerlendirmekteyken, bu boyutta ve içerikte bir siteye reklam almanın herhangi bir getirisi olamayacağını fark etmiştim. Ayrıca reklam kavramıyla ilişkili prensiplerim konusunda da emin değilim, Wikipedia'nın bugünlerde hedeflediği bağışlara ulaştığını öğrendikten sonra, internet ruhuna daha uygun olan reklamsız ve gelirsiz yayıncılığın daha çekici olduğunu düşünüyorum.

Elbette kişisel olarak bir gelir sağlamam gerekir, bunu çoğu zaman piyasaya veya tanıdıklara iş yaparak gerçekleştiriyorum, orada bir kitap editörlüğü, burada bir çeviri, belki bir-iki telifli yazı vs. Sırf ahkam ürettiğim için gelir elde etmek güzel olabilir tabii, yine de ahkamın tipi, ahkamın kullanılma biçimi, ahkamın alıcısı konuları var: eğer birilerine fayda sağlıyorsa, bu ahkamın karşılığını öyle ya da böyle verirler zaten. Bu yayında ürettiğim ahkam, paketlenmiş ürün değil ne de olsa, bir parça mutfakta yapılmakta olan yemeklerden tattırmak gibi. Sonuç olarak, reklam koymak konusunda gönülsüzleşmiştim bu sayfalara.

Google AdSense yetkililerine teşekkür etmem gerek, çünkü bu konudaki nihai kararı vermeme gerek bırakmadılar. İncelemelerinin sonucunda sayfa tipinin standartlarına uymadığını ve bu seferlik talebimi reddedeceklerini bildirdiler, ilerde gerekli uyarlamaları yaparsam başvurumu yeniden değerlendirebilecekleri konusunda açık kapı da bırakarak. Sayfa tipinin uymaması konusunda daha ayrıntılı bir açıklama da yapmışlar: Özgün ve değer yaratıcı ya da katkıda bulunucu bir içeriği olmadığından "Okur musunuz?" sitesi AdSense reklam sistemine dahil olamayacak.

Bunun faydalı olduğundan eminim: Her ne kadar konuyla alakalı ve görsel olarak rahatsız edici oranda olmayan reklamlar söz konusu olsa da, burada yayımlanan metinlerin arasında reklam olmayacak. Blogger sisteminin masrafsızlığı da düşünülürse, buradaki yayın beni çok da zorlamıyor finansal açıdan, bu nedenle uzun bir süre alternatif reklam şirketleri ve yöntemleri de aramam gibi geliyor bana şu anda.

Tek üzüntüm, buradaki içeriğin özgün ve değer yaratıcı kabul edilmemiş olması. Olabilir, ama olmayabilir de. Yakın ve uzak çevremden bu yayına göz atanlar çok, bu insanların bir kısmı meraktan ya da beni tanıdıkları için bu metinleri okuduğunu düşünüyorum; yine de bir kısmının, belki bir-iki kişidir, burada okuduklarından ufacık da olsa etkilenebilecekleri umudundayım. Okumanın güzel yanı budur, farkında olmasanız da okuduğunuz size katkıda bulunur, içinden geçtiğiniz her metinden ufak ya da büyük bir şey yapışıverir size. Yıllar boyunca okuduklarım bana böylesi katkılar yaptı, ben de o katkıları kullanarak yazıyorum zaten. Ben denen kişi, hayat boyu gördüklerinin, okuduklarının, duyduklarının, yaşadıklarının bir sentezi olarak oluştuğuna göre, bu sayfaların da, milim bile olsa, okuyanı hareket ettirdiğini düşünüyorum. Somut olarak seni ya da beni değil, birini.

4 Ocak 2009 Pazar

Nefret Tohumları

2009'un ilk günleri... Bir nevi bakıma aldım kendimi. Bir gün sosyalleşme, ertesi gün dinlence, sonra yine sosyalleşme, sonra yine dinlence... Dört gün geçmiş oluyor böylece, bloga hiçbir katkı yapmadan... Küçük blogu hiç beslemeden... Halbuki umutlar yüksek, projeler fazlaydı... Umarım üç vakte kadar yeniden "kişisel araştırma merkezi"mden yayına başlayabilirim.

2008'in son ve 2009'un ilk günleri Gazze Şeridi'nde savaş ile geçti. Hâlâ tüm şiddetiyle de sürüyor. Her tür şiddet ve nefret biçimi kalakalmama yol açıyor, insanların hırsları ve öfkelerinin sebep olduğu çirkinlikleri nasıl değerlendirmem gerektiğini, tüm olup bitenleri nasıl okuyacağımı bilemiyorum. Kenan diyarının tarihine dönüp bakmam gerektiğini, 20. yüzyılın başlarında modern emperyalist güçlerin es kaza Ortadoğu diye adlandırılan bu bölgede oluşturmaya başladıkları "gözlerini kan bürümüş" modern ulus-devletlerin hikâyelerini okumam gerektiğini düşünüyorum şu anda. Savaş topraklarından uzakta, farklı iletişim kanallarından şahit oldukları ya da maruz kaldıklarıyla, bilen ve bilmeyen insanlardan öğrendikleriyle kendi yargılarını oluşturmaya çalışan "1984" insanlarından biriyim ne de olsa. İç dağlayıcı yıkım ve ölüm görüntülerine nemrut bir devletin ve nobran bir yönetimin fırça darbeleri yol açıyor. Evet kelime anlamıyla bir teröre maruz kalıyoruz hepimiz, sadece İsrail devletinin abluka altındaki Gazze üzerinde ya da Hamas'ın İsrail kentlerinde terörü söz konusu değil, tam olarak çözümleyemediğimiz ve neredeyse şu anda yaşayan tüm nesilleri (yanlış olacak ama yine de 1930'lardan itibaren -diyeceğim- doğanları) etkileyen, dünya algılarını bozan, canlarını acıtan, ruhlarını örseleyen, insani değerlerini yitirmelerine yol açan bir terör. Nefret tohumlarını ekenlerin dünyaya armağan ettikleri ölümcül bitkiler her birimizin göğsünde filizleniyor, hepimizde alerjik reaksiyonlara sebep oluyor.

Yıldöngüsünün ülkemdeki "din bahaneli" çatışma mevzularına da yeni katkıları oldu. İnsanların inançlarıyla, Allah'larıyla nasıl bir ilişkisi olduğunu göremediğim bir terane sürüyor: Basbayağı insanlar arası ilişkileri ilgilendiren bir hırsla birbirlerini örseliyor insanlar, iktidar hırsıyla, başkasının nasıl davranacağını belirleme arzusuyla, güç istenciyle, dünya hakimiyeti niyetiyle öyle ya da böyle insanüstü ya da insandışı bahaneler kullanılıyor. Başkalarının kutlamalarından, başkalarının eğlenme biçimlerinden, başkalarının giyinişlerinden, başkalarının nasıl yaşayacaklarından kendilerini sorumlu görenleri, bu konularda kendi görüşlerini başkalarına uygulatmaya çalışanları, bahaneleri ne olursa olsun, ister bir dinin, ister bir inancın, ister bir ideolojinin, ister bir kurumun menfaatlerinin argümanlarını kullansınlar, külliyen nefret tohumu ekenler arasında gördüğümü belirtmek isterim. Kazaları ve ölümleri "sapkınlığa" bağlayanları, ihmalleri ve suiistimalleri gayriinsani "inançlarıyla" örtbas edenleri... İnsan olduğunu fark eden, karşısındakinin insan olduğunu anlayabilen kimselerin üstlendikleri görevleri "Allah adına değil" insan adına yapmasını isterim, dilerim. Rant amacıyla halkın şebekelerini kendi kontrolüne almasını bilenlerin, bu şebekelerin bakımından, kazalara mahal vermeyecek biçimde işler halde sürdürülmesinden sorumlu olduklarını unutmaları, sonra da bunu binbir bahane, pot ve duyarsızlıkla örtbas etmeleri, işte insan sömürüsünün apaçık bir tanımı.

Gündem siyaseti aslında beni pek ilgilendirmezdi normal şartlarda, ancak yeni yılda üzerimde hissettiğim huzursuzluğun sebebini dünya ve ülke gündemindeki bu iki çirkin konuyu bahane bularak açıklamak istedim. Kaçışı seçtiğimin farkındayım, kendi suiistimallerimin, kendi terörlerimin dökümünü yapmak gerekirdi belki. Başka bir oturuşta da onlardan bahsederim.

1 Ocak 2009 Perşembe

İz Peşinde III

Henüz, siyah gecelerin sözlerini bulamadığımızdan
Sessizliğimizi giyiyoruz üstümüze, susuyoruz
En yangın anlarımızda, birbirimize bakıyoruz
Ve ışık üzerimizden akarak yere ulaşıyor

Zamansız zamanlardan yola koyulan
İki koyu yolcunun seyir kesişmesinde
Bir harita üzerinde iki kesik çizgi
Tek bir mekânı kestiriyor gözüne

Yolda kaybolanların anısına geri dönüyor birisi
Kaybolmaya yola çıkmıştım ben zaten diyor ötekisi
Sözü havada kıstırıp, çıkınına ekliyor birisi
Gittiğin yerlere benden bir bu söz varsın diyor ötekisi

Geçmişini yol arkadaşına vermeye karar kılıyor
Neresinden başlayacağını kestiremeden girişiyor anlatmaya
Eski bir şehirden geçeceğini söylemek istiyor
Sus diyor ötekisi, bilirsem gitmem geçmişine diyor

Sabah doğduğunda yalnız uyanıyor odada,
Eşyalarını onun adına toplamış geceden
Ve gerisin geri geçmişine dönmeye düşmüş
Yol döngüsünde karşılaştığı aksi...

[Bkz. İz Peşinde I, İz Peşinde II]