4 Kasım 2009 Çarşamba

Philip Roth'u kıskanma nedenleri

Birkaç yazar var, onları gözümde canlandırırken hiç zorluk çekmiyorum: Romatizmalı bedenlerini sabah sevgili eşleriyle kahvaltı ettikten sonra çalışma odalarına sürüklüyorlar, ağrılarına küfrederek masa başına geçiyorlar, ancak günlük temrinleriyle yazmaya koyulduklarında birden gençleşmeye, ölümsüzlük iksirlerinden birer yudum almış gibi üretmeye başlıyorlar. Bu yazarlardan biri Amerikalı Philip Roth. 1933 doğumlu bu çınar, büyük bir üretkenlikle 2006'dan beri her yıla bir roman sığdırıyor. Bir röportajından okuduğum kadarıyla boşluğa düşmesine, bunamasına fırsat vermiyormuş yazdıkları. Aman bunamasın, boşluğa düşmesin.

Portnoy'un Feryadı, Ayrıntı Yayınları'ndan çıktığında, muhtemelen kitabın ABD'de ilk yayımlandığı 1969'dan sonra kopardığı gürültüyü koparmasa da, benim açımdan etkili olmuştu. Henüz ailesinden yeni yeni uzaklaşmaya başlayan yeniyetmelikten çıkmış birisinin, annesiyle ve mastürbasyonla meselesi olan Portnoy'la yakından ilgilenmesi şaşırtıcı olmasa gerek. Roth'un hem cüretkar, hem geveze hem de cesur ve komik anlatıları daha sonraki yıllarda da ilgimi çekmeye devam etti. Toplumsal meselelere dokunduğu romanları mı yoksa cinsellikle ve insan doğasıyla cebelleştiği romanları mı daha çok ilgimi çekiyor, şimdi karar veremiyorum. Ama bir Roth romanını elime aldığımda dobra bir azgınlıkla, içindeki arzuların peşinden giden ayartıcılarla karşılaşacağımdan hiç şüphe etmiyorum. Tabu dolu toplumumuzda biz Roth'un meselelerinin onda birine girsek, etrafımızdaki gönüllü veya kadrolu toplum polisleri anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirir. Serdar Turgut'un yaşadıkları çok ama çok küçük bir örnek Rothvari hareketlerin sonuçlarına.

Şimdi durup dururken Roth üzerine neden yazdım? Son romanı The Humbling hakkında bir yazı okuduktan sonra adamımızın bir de 2010 yılında çıkacak romanı Nemesis'i hazır ettiğini öğrendiğimde yaşadığım hislerden hareket ettim sanırım. Ben daha bir metni derleyip toparlayamamışken tezgahında biten ürünleri her sene piyasaya sürmekle kalmıyor, bir de hemen hemen her biriyle bir ödül almayı da başarıyor bu 76 yaşındaki kurt. Gıpta etmiyorum diyemem.

2 yorum:

İkbal Bilginer dedi ki...

Abi merhaba, çocukluğumdan beri yazar olacağıma inandırdım kendimi; şimdi mühendis olmak üzereyim. Ne yapabilirim, 23 yaşımda risk almaya değer mi yoksa geç mi kaldım sence? Benzer bunalımlı dönemler geçirdiğini düşündüğüm için sana yazdım. caremeplease1@hotmail.com'a ya da blogundan Kısa da olsa bir tavsiye versen inanılmaz mutlu olurum...

Mert Tanaydın dedi ki...

Yazma hayali ile yazma tutkusu iç içe geçebiliyor ama reel dünyadan kopmaya da yol açıyor. Aile, görev/iş ayrı köşedeler okumak ve yazmak ayrı köşedeler. Her ikisine de sahip olmak için erkenden disiplin oluşturmak, dengeli bir dağılım yapmak, gereken sadeleşmeyi gerçekleştirmek önemli. Ben yapabilmiş değilim bunu, dolayısıyla ne yazma hayalimde istediklerimi gerçekleştirdim ne de aile ve iş konularında derinleşebildim, ki muhtemelen bunalımlar da bu ikisinde de varolamadığımı hissettmemden kaynaklanıyor. Ama her seferinde şu mantığı yürüttüm: Eğer bu ülkede/dünyada kazansan da batıyorsan er ya da geç, kazanmasan da batıyorsan, istediğini yaparak başaramamış olmak, istemediğini yapmaya çalışarak usanmaktan evladır, yeğdir. Koşullar zorlaştıkça daha başarılı laboratuvar fareleri veya zeki maymunlar olmak yerine gönlün götürdüğü yere gitmek daha cazip geliyor bana hep. Çok yaşasın ağustosböcekleri, ama kahrolmasın da karıncalar...