6 Kasım 2009 Cuma

Kültür bit lütuf değil, bir üretim alanıdır.

Ters kalkmışımdır, ters yatmışımdır, huzursuzumdur, tam olarak nedendir bilemem ama bugün bir parça öfkeliyim ve öfkemin odağını yayın dünyasındaki bazı meseleler üzerinde kabaca gezdirmek istiyorum. Birazcık fare dağa küsmüş durumları olacak, ama uzun vadede bu satırların anlam ifade edeceğine inanmak da istiyorum. En kötü durumda içimi biraz olsun dökmüş olacağım.

Kültür dünyasının içine adım attığınızda ilk karşılaştığınız meselelerden biri, profesyonel olmayan, daha çok hamasetle ilerleyen iş ortamına uyup uymamaktır. Bir bakıma meslek etiğini çözmeye çalışırsınız. Kelli felli adamlarla kadınların başlarında, üst mevkilerinde bulundukları kültür kurumlarında kariyer basamaklarının ilk adımlarından neredeyse en üst noktalara kadar pek çok çalışan hamasetle çalıştırılır, netlik sağlamak çok zordur. Şansıma mesaiyle çalıştığım iki kurum, YKY ve Merkez/Turkuvaz Kitaplar pek çok meseleyi net bir şekilde ele alırlardı, başka sorunları olsa da. Bu nedenle ne kadar ekmek o kadar köfte anlayışına göre çalışmaya başlayıp yüksek standartlara ulaşmış oldum kısa zamanda. Ancak oralarda bile kimi zaman rahatsız eden bir hamaset vardı.

Bu noktada belirteyim ki hiçbir kültür faaliyetinin bugünkü konjonktürde "hayır işi" olduğuna inanmıyorum. Her zaman kültür belli ideolojik ya da iktidar odaklarının at oynattığı bir alan olmuştur. Yeni yükselen burjuvazi ya da kendisini millet haline getirmeye çalışan halklar kendilerine cila çekmek için kültür alanına yatırım yaparlar. Uluslararası arenada ya da kendi mahallenizde bile kültür denilen alan, sanatı ve yaratıyı içeren, ağırlıklı olarak bir prestij unsurudur. Elbette boşlukları doldurmaya ve kültüre sahip olanları ileriye götürmeye de yardımcı olur, ama ilk anda kültürle ilgilenen kuruma makyaj yapar, şekil şemal verir. Kültür alanına yatırım yapan kurum, dolaylı bir çok kazanç sağlarken, kendisinde hep bir "misyoner" hissiyatı taşır: Biz bu işi ülkemiz, kültürümüz, milletimiz, dinimiz, çağdaşlık, vs. için yapıyoruz. Tam bu noktada kimin sözcülüğünü üstleniyorsan onu sömürmeye namzetsindir şiarını eklemek istiyorum. Dürüst olarak çıkarını açıklayan, hamaset yapıp "kültür hamiliği" rolü altında bir sürü avanta sağlayan kurumlardan çok daha samimi gelir bana. Bu nedenle devletin doğrudan kültür hamiliğinden kişisel olarak hiç hoşlanmam, özel kurumların da kültür alanına girerken asıl amaçlarını maskeleyip hamasetle ilişki kurmalarına hoşgörü göstermekte zorlanırım.

Bu açıdan bir ticari işletme olarak kurulmuş yayınevleri benim gözümde bir vakfın, bir kurumun, bir üniversitenin ve hele de devlet kurumlarının uzantıları olarak kurulmuş yayınevlerinden çok daha saygı taşırlar. Çünkü amaçları nettir onların: Bir ticari meta olarak kitapları ele almak. Ürün üretmektedirler ve bu ürünü net değerlendirirler. İçerik açısından kapitalistleşecek ya da basitleşecektir ticari anlayıştaki yayınevlerinin kitapları diyenlere, Metis Yayınları, İletişim Yayınları veya Sel Yayınları gibi yayınevlerine bir göz atmalarını öneririm. Yayın skalalarını yayın kurullarının ya da yayın yönetmenlerinin ya da editörlerin belli oranlardaki etkileriyle yapan, bütçeleri kısıtlı olsa da yelpazelerini programları doğrultusunda mümkün olduğunca başarıyla dağıtmaya çalışan, tutturdukları kitaplarda haklı gurur yaşayan, ama tutmayan projelerinde şişkin depoları ve yıl sonu bütçelerinde oluşmuş kara delikleriyle mutlaka derslerini alan ticari yayınevleri aslında propaganda ve reklam dışındaki kitabi üretimimizin de asıl portresini verir.

Sırtlarını kurumlara veya devlete veya vakıflara dayayan yayınevlerinin yönetimleri ise ince bir çizgi üzerinde hareket ederler benim gözümde. Atamayla bir yere gelmiş yöneticilerinin kendilerine konan hedeflere göre hareket etmeleri, çoğu zaman propaganda, reklam, gözboyama ve en kötüsü kurum bütçelerinde suiistimal sonuçlarını ortaya koyar. Başarılı olan nadir yöneticiler ise, yayınevini ya da kültür kurumunu bağlı oldukları asıl kurumun önüne taşıyarak gerçekten hedefleri karşılar, kendi başına ayakta kalabilecek bir kurum bırakır arkasında. Gururla söyleyebilirim, çok az bir kısmında içinde yer aldığım Yapı Kredi Yayınları Enis Batur kaptanlığındaki dönemde Türkiye yayıncılığının ender başarılarından birine ulaşmıştı, bir kurum yayınevi olarak. Ama elbette kadrodaki insanların kendi yüksek emellerinin dışında, o yayınevinin de her zaman amacı bağlı olduğu kuruma prestij sağlamasıydı.

Bugün asıl kötü durum, ticari yayınevlerinin de nedense kendilerine "kültürel misyon" görüntüsü vermelerinden kaynaklanıyor. Birlikte çalıştıkları personele, çevirmeninden yazarına, editöründen düzeltmenine çoğu zaman giderleri azaltma zihniyetiyle lafla ödeme yapıyorlar. Elbette bugün bir yayınevi kurmak, döndürmek, başarıya ulaştırmak çok zor. Elbette küresel ekonomik dönüşüm krizi var, kitap medyasının ve diğer tüm medya biçimlerinin radikal dönüşümleri var, ülkede kitap arzı inanılmaz fazla ama kitap talebi o oranda değil. Ama tüm bunlar bir yayınevini kurma veya kurmama kararlarında etkili olur, o yayınevi işlediği sürece insanları idare etmeye çalışan yayınevi yönetimlerinin net davranmaları gerekir.

Tam bu noktada yayınevi çalışanlarına da bir şeyler batırmak gerekir. Yayın dünyasındaki pek çok kadroyu dolduran kişiler aslında eğitimli değil alaylılar, ben de dahil. Çevirmenler ve grafikerleri bir kenara koyarsak, editörler, yayın yönetmenleri, satış müdürleri, pazarlamacılar vs. hep hasbelkader veya meraklarından bu konumlara gelmiş insanlar. Bu ülkede yayıncılığın tarihi nereye kadar uzanırsa uzansın, günümüz koşullarında yayıncılık üzerinde profesyonel eğitim verilmemiştir, bugün veriliyorsa da bir iki benim bilmediğim üniversitede, o eğitim de henüz net sonuçlar çıkartamıyordur. Bu açıdan bakıldığında bugün yayınevlerinde -diğer kültür kurumlarını ayrı tutuyorum, çünkü o alanda profesyonelleşme 2000'lerin başından beri oluyor, pek çok metropol üniversitesinde Kültürel Çalışmalar, Sanat Yönetimi vs. eğitimleri lisans, yüksak lisans boyutlarında veriliyor- ben editörlük eğitimi aldım diyebilecek pek kimse yoktur. Ama bambaşka eğitimler almış, sosyal sermayesini de kullanarak uzun yıllar boyunca yayınevi yöneticiliği, editörlük, eleştirmenlik vs. yapmış alaylı, tecrübeli ve başarılı insanlar bugün var büyük yayınevlerinin başında, ama büyük çoğunda bunların suretleri var sadece.

Bir ticari işletme olarak ele alınabildiği ölçüde yayıncılık, içeriği açısından çok daha hassas terazilerle ölçülmesi gereken bir alan elbette. Bu dünyanın işçileri ve zanaatkarları çoğu zaman romantik, melankolik, sakin insanlardır. Yakıcı enerjiyle davranmanız sorun çıkarabilir, geleneksel davranış biçimlerini bırakıp akılcı davranmanız kuşkuyla karşılanabilir, yıllara dayanan çalışma ağlarını delmeye çalışmanız bir anda kendinizi oyun sahasının dışına atılmış olarak bulmanızla sonuçlanabilir. Ama bugün küresel dönüşüm krizinde ve iletişim devriminin regüle edilme döneminde kitaplarla ilgilenen herkesin bir ölçüde bu alanda çağdaş ticaret ya da üretim koşullarının oluşması için düşünmesi, eylemesi ve yepyeni soluklar getirmeye çalışması iyi olacaktır. Aksi takdirde hamaset toplumunun bir uzantısı olarak daha çok hamaset kurallarıyla işleyen yayın dünyasında paçavra kitaplarla haşır neşir olup bunalırız.

Bu yazıyı zihnimde yıllardır birikmiş olanlarla somut gündelik bir iki sorunun sadece bugünlük ısırıklarını katıştırarak yazdım. Belli bir netlik yok, farkındayım. Kim kızdırdı seni, ne oldu diye düşünmeye, meraklanmaya gerek yok. Ama öfkenin yakıcı enerjisinin doğru kanalize edilirse faydalı olacağına inananlardanım. Az yoktur tarihte öfkelendiği için eyleme geçen ve başarıya ulaşan insanlardan. Bu nedenle yayın dünyası ile ilgili ahkamlarıma, analizlerime, ciddi yapısal yazılara önümüzdeki günlerde ağırlık vereceğimi düşünüyorum. Umarım gözümü korkutacak kadar detaylı olmaz niyetlendiğim analizler. Arada bir bu blogda böyle ciddi yazılara rastlarsanız lütfen suskun kalmayın. Siz de meselelerden anladığınız kadarıyla ahkam yapın. Başlangıçta sorun değil ama zamanla bu tarz metinler yazan insanlar suskun okurlar sustuğu sürece yılmaya eğilim gösteriyor. Ama tepki aldıklarını hissederler, olumlu olsun, olumsuz olsun laf anlattıkları birtakım insanları karşı laflar ettiklerini görürlerse, tekrar enerjileri yükseliyor. Elbette bizim de kişisel olarak kimi zaman hamasete, gaza ihtiyacımız var. [Yazıyı kendini imha ederek, yazının başından beri savunduğunun tam tersini inadına yazarak bitirmek iyi fikir mi acaba?]

1 yorum:

Adsız dedi ki...

geç oldu ama olsun, n'apalım. devamını merakla bekliyorum. artık bu kuşaktan birileri yayıncılık konusunda (tabiri caizse) ahkam kessin, gördüklerini söylesin. bu kadar az insanın içinde olduğu bir sektör nasıl iktidar alanı yaratabilir, bu iktidardan ne beklenir, bunlar konuşulsun.