23 Ocak 2019 Çarşamba

Gel yanıma otur Radyokafa

Bilgisayarımdaki dosyaları karıştırmaya devam ediyorum. 2002'de oluşturulmuş bir word dosyasında buldum bu metni. 21. yüzyılın ilk yıllarında bir grup arkadaş nihayete erdiremediğimiz yayıncılık çabaları içindeydik, basılı bir dergiye varamayınca aramızdaki dijital yayıncılık meraklılarının desteğiyle erken dönem bloglardan birini oluşturmaya başlamıştık. Şimdi blogun adını tam hatırlamıyorum, Apartman Çocuğu ya da sadece Apartman olabilir. Benden başka yoğun yazan kimsenin olduğunu sanmıyorum. İçimi dökmeye o zamanlar çok ihtiyacım varmış anlaşılan. Henüz 25'ine varmamış bir gencin yazdığı bu metni paylaşmak istedim bugün.

Gel yanıma otur Radyokafa, sen şarkını söyle, ben öykümü yazayım, arka arkaya patlasın bu gece melodiler havada, şenliğe dönüşsün yazı alanımız.

Gel yanıma otur Radyokafa, anlatayım sana, nasıl kalabalığız ve nasıl sıkıştırıyoruz birbirimizi dar yollarda ve geçmişin hayaletleri nasıl üstümüzde iktidar kurmuşlar.

Gel yanıma otur Radyokafa, sen de söylersin herhalde bir gün şarkında, şu birbirini asla tanımayacak olanların doldurduğu kalabalıkların içinde, bir tanıdık gözle karşılaşmak için nasıl dört döndüğünü.

Gel yanıma otur Radyokafa, kendi içimize akıttığımız acıları arayıp buluyoruz ve döküyoruz eteğimizdeki taşları, tekrarlıyoruz her gün yaşadığımız içdökme seanslarını.

Gel yanıma otur Radyokafa, yanımda sadece sen varsın bu akşam ve terapi şeysi ancak seninle olacak, ben öyküler anlatacağım, sen şarkılar söyleyeceksin.

Gel yanıma otur Radyokafa, sana bir sorum olacak, sen de mi bu kadar kapanmıştın içine patlamadan önce ve bu sesler, bu mekanik senden bu yüzden mi çıkıyor?

Gel yanıma otur Radyokafa, gizli mesajlarını anlatayım sana bu yaşamın, dilimize yerleştirilen bombaları, nasıl konuşamadığımızı ve nasıl iletişim kuramadığımızı.

Gel yanıma otur Radyokafa, söyle bugün neler öğrendin, baban hangi dili konuştu bugün seninle, hangi sözleri yasakladı ve hangi sözleri saldı bilinçaltına, söyle baban kim senin Radyokafa, nasıl kontrol ediyor seni ve nasıl kendini suçlu hissetmeni sağlıyor?

Gel yanıma otur Radyokafa, apartman dairelerine yerleştirilmiş yalnız deliler mi olacağız biz bu kontrol toplumunda, her gördüğümüzü sıkışmışlığımız sanacağız ve replikalar üretip duracağız?

Gel yanıma otur Radyokafa, bitmeyen bu senfonide seninle bir anlaşma yapalım, sen şarkını söyle, ben de sözlerimi öykü sanmaya devam edeyim, çoğaltalım birbirimizi karşılıklı.



Git Radyokafa, bir anda biter aramızdaki hukuk, ve senin şarkılarınla benim sözlerim, tam da bitimsiz olduğunu sandığımız anda bitiverir ve her birimiz kendi sanrısına geri döner, sözünü kınına gömer.

18 Ocak 2019 Cuma

Kaybetmeye İddialaşmak



* Bu yazıyı bilgisayarımdaki dosyalar arasında buldum. YKY klasörünün içindeki Kitaplık klasörü içinde. Dosyanın oluşturma tarihi 6 Haziran 2002'ydi. Sanırım Paul Auster hakkında yazdığım ilk yazı bu. Hiç dokunmadan yayımlıyorum burada. O zaman Kitap-lık dergisinde yayımlanmış mıydı, hiç hatırlamıyorum. 


1969 yılı, Amerika Birleşik Devletleri’nin uzay yarışında Sovyetler Birliği’nin bir adım önüne geçtiği ve o adımla aya ayak bastığı yıl. Aynı anda, bütün bir Amerikan toplumunun hayal gücünde ve yaşamlarında önemli bir değişiklik olmuştur: televizyonlarından tarihi bir ana tanıklık eden milyonlarca insan, artık hayallerine ayın o boş yüzünü ve uzay yolculuklarını da ekleyeceklerdir.
Aynı yıl, neonlarla Ay Sarayı yazılı bir restoranın karşısındaki bir apartman dairesinde, anlatı tarihinin ilginç felsefi seçimlerinden biri gerçekleşir ve Columbia Üniversitesi’nde okuyan roman kahramanı, üniversiteyi bitirene kadar çalışmamayı seçip rahmetli amcasından kalan kolilerce kitabı okuyup satarak yaşamaya çalışır. Boş bir evdeki bütün mobilyalar bu kitap kolilerinden oluştuğundan, zaman ilerledikçe evi de boşalmaktadır. Paul Auster’ın kurguladığı bu roman kahramanının hayatla iddialaşması, Amerikan tarihi ve anlatısındaki pek çok iddialaşmadan biridir –Herman Merville’ın Amerikan yaşamının özü diye işaretlenen romanı Moby Dick’te Kaptan Ahab’ın iddialaşması kadar olmasa bile-. Bu iddia, Auster’ın pek çok romanında karşımıza çıkan bir iddiadır: Amerikan hayalinin zor ve acımasız yüzüne karşı, hayattaki her şeyi kaybedercesine, insanın kendisine gelmesini ve limitlerini bulmasını sağlayacak pek çok anlatı sunar Auster.
Kurmaca bile görünse, Son Şeyler Ülkesi içinde pek çok gerçek yan barındırmaktadır. İnsanların bir yıkım döneminde oldukları ve birbirleriyle mücadele ederek, sokaklardan önceki yaşamlarına ait nesneler toplayıp bunları yok pahasına satarak yaşamlarını sürdürebildikleri bu kurmaca ülkede yaşananlar, belli bir şiddet payının eksikliğine rağmen 20. yüzyılda pek çok coğrafyada yaşanmıştır: savaş ve afet dönemlerinde görülebildiği gibi, Amerikan tarihine damgasını vurmuş olan Büyük Buhran yıllarını da anlatıyor olabilir. Son Şeyler Ülkesinde adlı romanda anlatılanlarda topluca bir kaybetme öyküsü olarak okunabilir. –17 Ağustos depremine çok yakın bir zamanda bu romanı okumuştum ve inanın o sabah, gün doğumunda, gördüklerimle okuduklarım birbirine karışmış bir haldeydi. Bir yıkım ertesinde henüz kurulmamış düzenle insanların ne yapacaklarını şaşırmış bir halde çoğunlukla boşa gidecek çabalarla hareket ettiği o ilk saatlerde sanki biz de Son Şeyler Ülkesinde idik.– 
Auster, Brooklyn’den çıkan, Columbia Üniversitesi’nde eğitim görmüş, sadece roman yazmakla yetinmeyip filmler de çeken bir romancı. Ülkemizde de neredeyse bütün anlatıları yayınlandı, filmleri gösterildi. Şu aralar yeni romanı Yanılsamalar Kitabı’nı beklemekteyiz. Muhtemelen yine Amerikan Rüyası’nın yerine, ortalama bir Amerikalı’nın yaşam karşısındaki iddialaşmasını ve olasılıklar tahtıravallisinde kaybetme olasılığınını ağır basmasını anlatacak bize, çünkü neredeyse bütün romanlarında yaptığı bu: sıradan insanların hayat karşısında hırslarıyla değil, şanslarıyla da yaşadıklarını anlatmak.
Amerika’yı ve Amerikan insanının Auster’ın romanlarından okuduğumuzda, karşımıza hiç de öyle şaşaalı hayatlar, büyük başarı öyküleri, pırıltılı dünyalar çıkmıyor; tersine daha çok Amerikan mitlerine dönük, boş çöllerde kendisini arayan insanlar, orta sınıf aile yaşamları, ucuz polisiyelere benzer takipler ve mutlaka hayatla girişilen bir iddialaşma ve bu iddiaların sıklıkla kaybedilmesi. Son zamanlarda pek sevilmese bile söylemek durumundayız: Auster Kaybedenlerin, gönüllü olarak Kaybetmeyi seçenlerin romanlarını yazıyor. Koşullar karşısında rasyonel kararlar verip, hayata ne olursa olsun devam eden insanları anlatmıyor; hayatlarında başlarına gelmiş olayları, trajedileri, rastlantıları uzun uzun düşünüp, onlar sayesinde kendilerine yeni anlamlar veren Yeni Dünya’nın insanlarını anlatıyor. Gecenin bir yarısında çalan telefonların, 4 Temmuz’da yangın merdiveninden düşmenin, kumarda kaybedip varoluşsal bir duvar örmenin Auster romanlarında, çoğumuza kalsa önemsiz ya da göze çarpmayan olayların, sürükleyici bir iddialaşmaya ve yaşamı tekrar düşünüp yeni eylemler yapmaya sürükleyen anlatılara açılabilmesi mümkündür.
Amerikan Rüyası’nı içinden yaşayanlar, yüzyılllardır kendilerini gerçekleştirmek için bilinmeyen topraklara açılan insanların öykülerini çok daha iyi biliyor olmalılar. Bizim için, uzaklarda hem büyülü hem de lanetli bir cerahat gibi gözüken bu devlet, zenginliği ve savaşlarıyla öne çıksa da, bir zamanlar bilinmeyen bir yerdi. Eski Dünya’dan giden insanlar tarafından, sil baştan edilerek yeniden inşa edildi. Her bir yerleşimcinin kendisiyle, doğayla, önceki yerleşik düzenlerle mücadelesinin söz konusu olduğu öyküleri olmuştur. Amerikan romanı da çoğunlukla bu tekin olmayan öyküler üzerine kurulmuştur. Auster da, bu tekin olmayan öykülerden sıcak varoluşsal romanlar ortaya çıkarır; insanların hayatlarındaki olaylar karşısında kendilerini sorguladıkları ve kim olduklarını da kaybedercesine olayların peşinden koştukları, yerleşik yaşamlarını umursamadıkları bir dünyadan anlatılar sunar bize.
Şimdi, yeni bir kaybetme romanı bekliyoruz Auster’dan; bir uçak kazasında ailesini kaybeden bir yazarın, ortalardan kaybolmuş bir sessiz film oyuncusunun hayatını yazıp yayımlamasıyla başlayan bir anlatı içeren Le Livre de Illusions -Yanılsamalar Kitabı-, ilk olarak Actes-Sud yayınlarından Fransızca olarak yayımlandı. Timbuktu’dan sonra, kitapla ilgili ilk izlenimlere bakılırsa,  en başarılı romanlarından birini yazmış Auster. Amerikan yapımı bir sessiz film dünyasının da içine dalan bu anlatıyı beklemeye başladık şimdiden; belki bu roman da bizim hayatımızı değiştirip, varoluşumuzla yeni bir mücadeleye girmemize yol açacak roman olacaktır, bilinmez.

16 Ocak 2019 Çarşamba

Zaman ve zemin yapbozundan Sisifos Kayası

*Sisifos Dergisi'nde Aralık 2015te yayımlanmıştı bu yazım.

Zaman ve zemin... Yakın dönemde okuduğum bir kitapta karşıma çıkmış, bugüne kadar hiç rastlamadığım için şaşırdığım, muhtemelen eski dönemlerde olsaydı aşina olacağım bir çift... Zemin yerine mekân kullanımına alışmıştım. Bu tesadüf kayıplarıyla ve tuzaklarıyla bu kavram çiftinin birbirine ne kadar yakıştığını fark etmemi sağladı. Zaman ve zemin...

Bugünün dünyasında hem zaman hem de zemin parsellenmiş, en ufak birimine kadar bölünmüş, mikrometrik ölçümlerle, üstelik de bu dünyanın dışına yerleştirilmiş, uzaydaki enformasyon uydularının gelişmiş teknolojileri yardımıyla gözlenmekte ve hesaplanmaktadır. Elimize aldığımız sayısız enformasyon cihazındaki her geçen gün bir yenisi eklenen programcıklar sayesinde de, milyarlarca insan bu zamanı ve zemini doldurmak, değerlendirmek, kaymalarını önlemek için heba olmaktadır. Ama erozyon kaçınılmaz, zaman avcumuzun içinden, zemin ayağımızın altından kayıyor.

Enformasyon cihazlarından alışığız: Her uygulama işlem ve bellek hafızasından pay kapıyor, pek de akıllı olamadığını hissettiğimiz kapasitesi düşük cihazlarda çok fazla uygulamayı aynı anda çalıştıramadığımız, daha fazla müziği, metni, filmi hatırlatamadığımız için cihazı değiştirmek istiyoruz. Her sene sunulan yeni cihazları edinmek için elimize güçlükle geçen, Uruguay eski başkanı Mujica’nın şirin bir videosunda hatırlattığı gibi zaman ve emek karşılığında elde ettiğimiz parayı, gitgide artan miktarlarda harcıyoruz. Kapasitesi artan, zamana ve zemine daha fazla yayılmamızı, daha kontrollü hissetmemizi sağlayacak bu cihazlar, sanki bir çırpıda yetmemeye başlıyor, eskiyor, tıkanıyor ve kısa süreliğine bizi coşkunluğa ulaştıran teknolojinin nimetleri, bulutlara daha yakın bir noktada çöküntüye uğramamıza, türbülansa düşmemize sebep oluyor.

Gündelik hayatımızda seçtiğimiz iş, eş, uğraş, mahalle, vs. aynı bu uygulamalar gibi bizim işlem kapasitemizi ve belleğimizi kaplıyor, zamanımızı alıyor, zeminimizi dolduruyor. Tabii her kategoride öncelikle filizlenen hevesler, budanan dallar, çürüyen olasılıklar, ardından da eskilerinin gübrelerinden tekrar başlayan yaşam döngüleri bulunuyor. Ekseriyetle tek başımıza, tüm bu alanlarda önümüze çıkan sorunları çözmeye, işlemleri gerçekleştirmeye çalışıyoruz ve kimi zaman girdiğimiz çıkmazlara, yaşadığımız açmazlara rağmen yetmeye çalışıyoruz. Muhtemelen bugün, her zamankinden daha büyük oranda birbirlerinden kopuk, hatta birbirleriyle çelişik beklentiler içinde, değerler sunan, bırakalım tek bir insanı, pek çok klonumuz olsa bile yetişemeyeceğimiz, sapasağlam kalamayacağımız bir deneyim ve sorumluluk yoğunluğu içinde kendimizi çok daha kısa zamanda eskimiş enformasyon cihazları gibi hissediyoruz.

Zamanı ve zemini tamamen kaplayan, her yerde yoğun faaliyet gerektiren bugünün modern dünyasında, hele bir de geçmişten kalan kapalı veya açık sandıkların sayısı fazlaysa, iyice parça pinçik hayatlara sahip olan insanlar olarak, bizim Sisifos Kayamız parça sayısı muazzam boyutlara ulaşan bir yapbozdan ibaret. Belli aralıklarla soluklanıp, önümüzdeki yapboza eleştirel ya da çözümleyici türden bir göz atarak durum değerlendirmesi yapmamızı, okuduğumuz ya da yazdığımız metinler sağlıyor, bir nevi bizim programımızı yamıyor devşirdiğimiz yordamlar. 

Mesela bu yazıyı yazmadan az önce okumayı tamamladığım Metis Yayınları’ndan Nedim Çatlı’nın çevirisiyle yayımlanmış olan Jonathan Crary’nin 7/24-Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu adlı çalışması, spesifik alıntılarla olmasa da yöntem olarak esinlendiğim bir çalışma oldu. Bu tarz kitapları okumayı, üniversite çağımdan beri, bugünün dünyasında yaşadıklarımı tanımlamak, doğru yaklaşımları saptamak için bol ilham ve söylem verdiğinden dolayı, hiç aksatmamaya çalışıyorum. Bir nevi yaşam kullanma kılavuzu (ah Perec!) olarak elimin altında bu tarz yapıtlardan oluşan bir koleksiyon barındırmaya çalışıyorum. Tükenen zamanda ve kayan zeminde üzerlerinde dengeyi bulamayacağımı bilmeme rağmen, hâlâ yenilen pehlivan hevesiyle okumaya, yazmaya ve yaşamaya devam ediyorum.

15 Ocak 2019 Salı

Murakami Bahanesi Olsun: Dünyaya bakarken çerçeve değiştirdim

"Tam olarak Japon edebiyat geleneklerine sıkıştırılamasa da yüzde yüz Japon yazar Haruki Murakami’nin her yeni romanı yaklaştığında içimdeki Japonya merakı nüksediyor. Kesinlikle Murakami’den çok önceye, sanırım çocukluğumun çizgi filmlerine, bilgisayar oyunlarına, elektronik cihazlarına ve sinema yönetmenlerine uzanan bir merak bu."
Uzun zaman Sabitfikir dergisinde Dünyadan köşesinde dünya edebiyatı üzerine kendimce yazdıktan sonra, geçtiğimiz güz yaşanan birtakım değişiklikler neticesinde aynı yazıları Diken internet sitesinde yapmaya başladım. Olumlu ya da olumsuz katkısı olan insanlara, gelişmelere, tesadüflere teşekkür ederim. Bir nevi hayatın bizim rızamızı almadan bizi bir yerlere sürüklemesinden hepimiz mustaribiz zaten. Böyle ansızın gerçekleşen bir değişiklik neticesinde, bugüne kadar başkaları için yazdığım yazıların kendi blogumda olmaması pek de iyi değilmiş, anladım. Bu nedenle peyderpey yayımlanan yazıları burada arşivlemeye başlıyorum. Ekim 2018'de gözler önüne serilen Japon edebiyatıyla ilgili yazım Ali Volkan Erdemir'le sosyal medya üzerinden de olsa tanışmama ve yeni bir mecrada eski bir gözde konumla yer bulmama vesile olduğu için önemsediğim bir yazı oldu. Bu konuda eski değinilerimi ve daha da önemlisi kurduğum hayaller gerçekleşirse yeni ahkamlarımı zaman içinde paylaşacağımı umuyorum.

14 Ocak 2019 Pazartesi

AltZine'nin Kış 2018 sayısında Suç Karalamaları

"Kentin bazı yerlerindeki suçların fazlalığı nedeniyle yüreğimde bir ağırlık hissetmeden o yerlere gidemediğimi söylemeliyim. İnsan yürekteki ağırlıkla kolay kolay başa çıkamıyor."
İnternetin en eski dergilerinden altZine'de Kış 2018 sayısında Suç Karalamaları adlı denemem yer aldı. 1998'de yayına başlamıştı altZine. Hayalet Gemi tayfasının bir projesiydi. Yekta Kopan ilk editörüydü. Henüz cep telefonlarından ya da tabletlerden okunmuyordu metinler, bilgisayarlarımız vasıtasıyla okuyorduk. Bilgisayar olarak da çok az kişide taşınabilir bilgisayar vardı, benim kasalı bir bilgisayarım vardı o dönemde. Daha saygındı galiba sabit bir bilgisayarın önüne geçmek. Şimdi yatağıma uzanmış kucağımdaki hafif bir cihazda bu yazıyı yazıyorum mesela. Ürkek çabalarla Yekta Kopan'la iletişim kurmuştum o dönemde ve sağolsun benim de bazı yazılarımı yayınlamıştı milenyumun başlarında. O dönemin altZine'sinin metinleri şimdi internet üzerinden ulaşılabilir halde değil galiba. 


2015'te yepyeni bir anlayışla, yepyeni bir kadro ele aldı altZine'yi. Aralarında arkadaşlarımın, tanıdıklarımın da olduğu yayın kurulunda şimdi Su Başbuğu, Özge Calafato, Tuğba Çelik, Hande Ortaç, Engin Türkgeldi, Mevsim Yenice yer alıyor. Üç ayda bir tematik e-dergi halinde bir format seçtiler, her sayının editörü başka oluyor. Bazen benden de yazı rica ediyorlar. Bu sayının konusu Zaman ve Suç belirlendiğinden, Suç Karalamaları adını verdiğim bir deneme gönderdim, sağolsunlar yayınladılar.

Nabokov çevirilerinden hareketle Sabri Gürses'le söyleşi Kitap-lık dergisinde

Geçen senenin son aylarında yoğun çevirilerinin arasında Rusça çevirmeni dostum Sabri Gürses'le birkaç bira seansı buluşup sohbet ettik ve ortaya çıkan söyleşiyi Kitap-lık dergisi yayımladı. Kendisine müteşekkirim. Fırsatını bulursanız ya da denk gelirseniz J. D. Salinger 100 Yaşında dosyasına da hazırlanma aşamasında katkımın bulunduğu 201 numaralı dergiye göz atarsınız belki.


Önümüzdeki aylarda Kitap-lık için başka söyleşiler de yapmaya niyetliyim. Bu fırsatı sunduğu için Murat Yalçın'a da müteşekkirim. Kafamda garip kurguları var bu söyleşilerin, aslında bayağı oyuncaklı olabilirler ama ilk adımım umduğumdan daha sade oldu. Belki daha sonra yine Sabri'yle oyuncaklı başka konularda konuşuruz, doğrudan burada paylaşırım. Belki hayat ben planlar yaparken bana başka durumlar sunar.