17 Eylül 2019 Salı

İtalyan Usulü Edebiyat: Premio Strega'yla İtalya'yı Okumak


Domenico Starnone

Geçen yılın son aylarında İtalyan edebiyatının iki çağdaş yapıtı dilimize aktarıldı ve ilgi çekti: Paolo Cognetti’nin Sekiz Dağ romanı Yelda Gürlek çevirisiyle Kafka Kitap’tan ve Domenico Starnone’ninBağlar romanı Meryem Mine Çilingiroğlu çevirisiyle Yüz Kitap’tan yayımlandı. İlki kırk yaşındaki belgesel de çeken bir yazarın, modern aile ve insan ilişkilerini dağlara götürdüğü, doğal insanın bugünün sert ekonomik koşullarında hayatının ne hale gelebileceğini gösterdiği, 2017’de hem İtalya’da Premio Strega’yı hem de Fransa’da Prix Médicis’nin çeviri kitaplara verilen ödülünü kazandığı bir roman. İkincisi yetmiş beş yaşındaki, bir zamanlar yine Premio Strega’yı Via Gemito (Şikâyetler Sokağı) romanıyla 2001’de kazanmış, son yılların fenomen romancısı Elena Ferrenta’nın aslında eşi Anita Raja olduğu dedikodusu ayyuka çıkmış Napolili yazar Paolo Cognetti’nin 2014’te yayımladığı son romanı. Bağlar’da bir ailenin, bir evliliğin yıllar içindeki çalkantılı seyri hakkında tanıklıklar okuyoruz ve sürpriz biçimde bugünün ekonomik koşullarının kitabın gizli kahramanı olduğunu anlıyoruz. 

İtalya’nın (ve Avrupa’nın) bolluk ve refah yılları 1960’larda başlamıştı, ama o aşamaya gelmeleri kolay olmamıştı, 1945’e kadar peş peşe gelen savaşlar, ekonomik ve toplumsal buhranlar, sıkı idareler, tekrar savaşlar, ekonomik buhranlar ve sıkı idareler döngüsünde İtalya (ve Avrupa) durmadan genç nüfusunu ideallerin peşinde kaybediyor, farklı idare anlayışlarına bölünün insanlar birbirlerini her fırsatta harcıyordu. 1945 sonrası konjonktürde, Amerikan himayesinde yeniden yapılanan ülke (ve kıtanın bir yarısı) bir biçimde buhran, sıkı idare ve savaş döngüsüne kapılmadan gelişmeyi becerebilmişti ve 1960’lara geldiğinde artık bolluk sıradan insanlarda da hissedilmeye başlanmıştı. 1970’ler sonrasında insanlar biraz da mecburiyetten siyasi kavgaları sıkı bir idare ve neoliberal politikalarla bırakıp pırıltılı medya yayınlarına ve tüketim alışkanlıklarına yönelirken, bu süreci yetişkin olarak yaşayan Starnone romanında bu liberalleşmenin aile ilişkilere etkilerini açılış ve kapanış halleriyle anlatırken, bu süreci çocuk olarak geçiren Cognetti’yse bu liberalleşmeden kaçıp kendisine ve doğaya kapanmaya çalışan insanların yükseliş ve düşüş hallerini anlatmayı seçmiş. Bugün bu refah çıkışı biteli çok oluyor ve bir kuşağın refahıyla başka bir kuşağın imkânsızlıkları arasında gergin bir denge üzerinde devam ediyor ülke.

1945 döngüsü sonrasında Roma’daki villalarında edebiyatla ilgilenen dostlarını her pazar günü bir araya getiren bir çift, Maria ve Goffredo Bellonci Amici della Domenica (Pazar Dostları) adıyla bir cemiyet oluşturur ve bu cemiyetin yazar üyelerinin oylarıyla her yıl seçilen bir yapıt 1947’den itibaren Strega likörlerinin sahibi Guido Alberti’nin desteğiyle Premio Strega’yı dağıtmaya başlar. Ülkenin ve edebiyatın gelişimi, ilkini Federico Fellini’nin La Dolce Vitave 8,5’un dahil olduğu başyapıtlarının senaryolarını birlikte yazdığı, müziklerini yapan Nino Rota’nın kardeşi Isabella Rota’yla evli, Antonioni’nin La Notte’sinin de senaryosuna destek vermiş, dönemin ünlü yazarı Ennio Flaiano’ya verilen bu ödülden takip edilebilir. İlk yıllarda sadece İtalya çapında tanınmış eski yazarları seçen ödül jürisi, zamanla Cesare Pavese (1950), Alberto Moravia (1952), Giorgio Bassani (1956), Elsa Morente (1957), Dino Buzatti (1958), Carlo Cassola (1960), Natalia Ginzburg (1963) gibi dünya çapında popülerleşen isimlere ödülü vermeye başlamış. Sonradan belki de bizim İtalyan edebiyatıyla köprümüz zayıfladığından Primo Levi (1979), Umberto Eco (1981) dışında uzun bir süre tanıdık isimle karşılaşmıyoruz ödül alanlar arasında, ama doksanların ikinci yarısından sonraki isimlerden  Claudio Magris (1997), Margaret Mazzantini (2002), Sandro Veronesi (2006), Niccolò Ammaniti (2007) bizde de kitaplarını okuduğumuz yazarlar ama son yıllarda ödülü alanlar yine pek bize aktarılmıyor. 2018 Türkiye’de istisnai olarak çok sayıda Premio Strega kazanmış ismin (yukarıda saydıklarımdan Carlo Cassola’nın ve Giorgio Bassani’nin ödül kazanmış kitapları da dilimizde yayımlandı) kitaplarına ulaştığımız bir yıl oldu. Bizzat bu ödülün verildiği ülkedeyse, uzun bir süre sonra ilk defa bir kadına, La ragazza con Leica adlı yapıtıyla Helena Janeczek’e verilmeden önce 2018’de kadınların hakkının yendiği konuşuluyordu. Gerçi son beş yıldır verilen Premio Strega’nın çeviri edebiyat ödülünü Katja Petrowskaja, Annie Ernaux ve Jenny Erpenbeck üç kez kazandığından, İtalyan yayıncılar açısından da kadınların yükselişi kabulleniliyordu zaten (2018’de ödülü Fernando Aramburu’nun aldığını da belirteyim). Yayıncılarımızın ister Ferrante dalgasıyla isterse de ödülleri izleyerek olsun daha fazla İtalyan edebiyatının çağdaş yapıtlarına yönelmeleri, bir ölçüde bize benzer yoksul bir güney Avrupa ülkesiyle eski zengin siyasi ve dini imparatorluklara zemin sağlamış bir devletin karışımı olan modern bir ülkenin bugünkü hallerini daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.

[Ocak 2019]

13 Eylül 2019 Cuma

Çağdaş Amerikan Edebiyatında Dünya Komploları: Postmodern Klasikleşince


William Gaddis

2018’de çağdaş Amerikan edebiyatının, bana göre, başyapıtı seviyesinde üç romanı dilimizde yayımlandı: Everest'in Modern Klasikler dizisinden yayımlanan, 1985 tarihli William Gaddis romanı Carpenter’s Gothic’in Şefika Kamcez çevirisi Amerikan Gotiği, Siren tarafından tekrar baskısı yapılan Don DeLillo’nun postmodern apokalips romanı 1984 tarihli Beyaz Gürültü’sünün Handan Balkara çevirisi ve Sel tarafından Emrah Serdan çevirisiyle yayımlanan Jonathan Franzen’ın 2015 tarihli romanı Saflık. Amerikan postmodern komplo edebiyatının önde gelen iki ismi Gaddis ile DeLillo’nun yapıtlarının izinden giden Franzen artık klasik sayılabilecek bir tarzda onlarla hemen hemen aynı temaları ele alıyor: aile, teknoloji, siyaset üçgeninde Amerikalıların (insanların) halleri. İletişim teknolojilerinin bugün geldiği noktada, Julian Asange ya da Edward Snowden gibi internet tabanlı ifşa operasyonları yapan kompleks karakterli gizemli hacker’ları andıran Doğu Alman kökenli karizmatik bir karakter de barındıran Saflık, aslında genç bir kadının büyüme ve kayıp ailesini arama romanı. Gazetecilerin idarenin pis çamaşırlarını araştırma görevlerini artık kendilerinden menkul bilgisayar dâhilerine bırakarak prestij kaybettikleri bir dönemde Amerikan bağımsız gazeteciliği olgusuna da fazlasıyla değinen Franzen, romanının arka planına serpiştirdiklerini çok başarılı bir anlatımla okurlarını kesinlikle huzursuz etmeden veriyor. Romanın baş karakterinin lakabı üzerinden ta Charles Dickens’ın Büyük Umutlar adlı klasik yapıtına ve romanda sık sık referansı verilen Chicago’lu usta romancı Saul Bellow’a uzanabilmek mümkünken, ben nedense Saflık’ı okurken Gaddis’e, ondan da DeLillo’ya gittim.

Gaddis de DeLillo da yolları reklamcılıktan geçmiş Amerikan romancıları. Gaddis 1922 doğumlu, 21. yüzyıl başlamadan önce 1998’de ölmüş. Bizde daha önceden yayımlanan tek romanı, yine Everest Modern Klasikler’den, ölümünden önce yazdığı Agapeye Ağıt. 1960’lar sonrasında Amerikan toplumunun ve siyasetinin iletişim teknolojileriyle nasıl iç içe geçerek garip biçimlere bürüneceğini görüp yapıtlarına aktarmış postmodern bir romancı. Sadece Amerikan Gotiği’ne bakınca, girişimcilik, misyonerlik, ajanlık, basın danışmanlığı gibi çağdaşlaşmış mesleklerin arka planını oluşturduğu bir toplumda, kiraladıkları tenhadaki kendine özgü bir evin içinde, evli bir çiftin ve evin sahibinin diyalogları üzerinden dünyanın komplosunu sıradan insanların dertleriyle harmanlanmış bir biçimde okuyoruz. Hem Gaddis’in bu romanında hem de Franzen’ın Saflık romanında birbirini çağrıştıran pek çok detay var: Gaddis’in kadın kahramanı Liz, zengin bir ailenin mirasçısı, babası ve kardeşleri girişimcilikle şapşallık arasında gidip gelen insanlar, kendisiyse paradan, aileden ve siyasi-ekonomik girişimlerden tiksinircesine uzak durmaya çalışıyor; Franzen’ın romanındaki pek çok güçlü ama garip kadın kahramandan en kendine özgüsü Anabel de zengin bir ailenin mirasçısı, babasının girişimciliğinden kardeşlerinin şapşallığına her şeyden uzak durmaya çalışıyor, özellikle paradan, ailenin endüstriyel günahlarından ve siyasi-ekonomik girişimlerden; Gaddis’in romanındaki evsahibi gizemli antropolog-ajan McCandless, Franzen’ın romanındaki McCaskill ailesinde yankılanıyor sanki; Gaddis’in müthiş bir sertlikle anlattığı vaizlerle politikacıların dünyayı alt üst eden pislikleri, Franzen’ın Doğu Alman özgürlükçü hacker’ının deşifre ettiği dünyanın siyasi pislikleriyle örtüşüyor.
Gaddis’in dünya komplolarını ben çok çeşitli biçimleriyle Don DeLillo romanlarında okumuşumdur. DeLillo 1936 doğumlu, ortak noktaları çok olmakla beraber DeLillo’nun romanları Gaddis’inkilere oranla sanatsal biçemcilikten, kişisel kaotik üsluptan daha azade, daha rafine ve daha ulaşılabilirdir. Yine de ülkemizde çok sayıda romanı çıkmasına ve okurlar tarafından beğenilmesine rağmen, bir türlü yerleşik bir konuma ulaşamaz yayınevleri nezdinde. Halbuki 1992’de bizde Simavi Yayınları tarafından yayımlanan ilk DeLillo romanı Mao II (yıllarca çevirisinin Tomris Uyar’a ait olduğunu sanmıştım, meğer Gülden Şen’e aitmiş) 1991’de yayımlandıktan ve Pen-Faulkner Ödülü kazandıktan hemen sonra dilimize çevrilebilmiş. (Bu romandaki yazar Bill Gray karakterinin ilham kaynaklarından birinin William Gaddis olduğu söylenir.) Bir sonraki DeLillo romanını (yani Beyaz Gürültü’nün ilk baskısını) dilimizde okumak için on yıl beklememiz gerekmişti. Teknolojinin, sanatın, komplonun, uluslararası siyasetin entrikalarının aile, aşk ve dostluk ilişkilerindeki etkileri üzerine kapsamlı ve zekice romanlar yazan Don DeLillo’nun dilimizde daha fazla bulunmasını dilemişimdir her zaman. Amerikalıların son yıllarda özellikle terör saldırıları ve yangın felaketleri esnasında yaşadıklarını andıran, kurgusal gizemli bir felaket esnasında Amerikan ailesinin tavırlarını ve düşüncelerini okurların önüne seren Beyaz Gürültü‘nün Siren Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanması, umarım DeLillo’ya olan ilgiyi canlandırır. Yıllardır merakla beklediğim, dostum Sabri Gürses tarafından çevirisi yapılan ama henüz okuruyla buluşmamış The Names romanı ve Mao II Gaddis’in Amerikan Gotiği’yle ilginç yönlerden eşleşen yapıtlardır; bu açıdan öncelikle bu iki yapıtın okura ulaştırılmasının iyi olacağını düşünüyorum. Belki bir gün bu türün abidevi yapıtı Underworld de dilimize aktarılır da Soğuk Savaş’ın alternatif kurgusal bir tarihi anlatısı üzerinden düşünebilme fırsatı bulabiliriz.

[Aralık 2018]

12 Eylül 2019 Perşembe

Yeni İrlanda Edebiyatı: Kim Bu İrlandalılar?



Sinead O'Connor


Önce ikinci dönem seçilen cumhurbaşkanları Michael D. Higgins'in kapsayıcı seçim konuşması dikkatimi çekti, bencilliğin ve ayrımcılığın yükselişte olduğu bir dönemde diğerkâmlık ve olabildiğince kapsayıcılık içeren konuşmasıyla ikinci yedi yıllık dönemine başlayan sevimli adamın kim olduğunu merak ettim. 1941 doğumlu politikacı aynı zamanda bir şair ve akademisyenmiş, İrlanda İşçi Partisi liderliğini yaparken cumhurbaşkanı seçilince istifa ederek tarafsız cumhurbaşkanı olmuş ve büyük bir kabulle ikinci dönem de aynı göreve devam edecek.

Ardından kendisinin çalkantılı, mücadeleli ve skandallı protest pop yıldızı kariyeri kadar ağabeyi Joseph O'Connor'un, bizde Can'dan Püren Özgören'in Satıcı ve Sel'den Süha Sertabiboğlu'nun Denizler Yıldızı çevirisini bildiğimiz, aslında on iki kurgu yapıt ve beş kurgudışı yapıtla üretken ve ilgi çekici yazarlık kariyeriyle de ilgilendiğim, Sinead O'Connor'un Şuheda adıyla İslam'a geçmesinin haberi yayıldı, hemen de İslam'ın erkek egemen pratiklerini eleştirip kırmaya girişerek üstelik.

Son olarak, doğal olarak benim asıl ilgimi çeken, Man Booker Ödülü Kuzey İrlandalı Anna Burns'ün Milkman adlı romanına verildi. Belfast doğumlu Burns, bu üçüncü romanını yazarken devletin sosyal yardımlarından yararlanıyormuş ve ödülü aldıktan sonra verdiği röportajlardan birinde ödül kazandığını gerekli kuruma bildirip artık sosyal yardımların kesilmesine imkân vereceğini belirtmişti. Romanı Milkman çok fazla gerilim yüklü bir coğrafyada, kavgaların ve ayrımların doruğuna çıktığı 1970'lerde bir genç kızın, kendisinden yaşça çok büyük aslında kesinlikle bir sütçü olmayan ama sütçü olarak anılan bir istihbarat görevlisi tarafından yakından taciz ve takip edilmesi sürecinde, asıl olarak toplumlarıyla, aileleriyle, erkeklikler ve kadınlıklarla, kimlik ve kavga siyasetleriyle nasıl başa çıkabildiğini ele alıyor. Çok katmanlı, çok temalı bir anlatıyı, kendisine özgü bir mizah ve anlatma şevkiyle kurgulayabilen Anna Burns, ödülle dikkati çekerken edebiyatının hiç de boş olmadığını okura kısa sürede sezdirebiliyor. Son yıllarda Man Booker'a layık görülen metinlerde çok veçheli bir doluluk dikkati çekiyor ve Anna Burns de istisna değil. 

İrlandalılığın, gerek Dublin gerekse Belfast merkezli olsun nasıl bir şey olabileceğini, bu son gelişmelerden sonra daha ciddi düşünmeye başladım. Gerek kendi İrlanda tarihi olsun gerek Britanya'yla ilişkileri olsun, popüler kültürden ve haber akışlarından bana süzülenlerden, sadece çok da net olmayan birtakım izlenimler elde edebilmiştim bugüne kadar. İngiliz edebiyatının en önemli isimleri de kabul edilen Oscar Wilde, James Joyce, Samuel Beckett, Flann O'Brien gibi isimleri elbette biliyordum, ama hiçbirinin külliyatını baştan sona kat etmemiştim, hatta James Joyce'un Ulysses romanının Norgunk'tan Armağan Ekici çevirisinde bir yerlerde kaybolmuş durumdaydım en son. İngilizlerle ortak krallıktan Dublin merkezli İrlanda'nın 20. yüzyılın başlarında, dünya savaşını takiben ayrıldığını, ama Belfast merkezli bir kısmının Kuzey İrlanda adıyla hâlâ Birleşik Krallığa bağlı olduğunu ve orada da Protestanlarla Katolikler, Kraliçeye bağlı olanlarla bağımsızlık yanlıları, düzencilerle isyancılar arasında terör taktiklerinin de kullanıldığı muazzam kavgaların verildiğini biliyordum, ama izlediğim tüm filmlere ve okuduğum tüm kitaplara rağmen genel bir izlenimin ötesine geçemiyordum. Kimi İrlandalı yazar siyasi ve toplumsal kavgaları realist bir arka plan olarak kullanmaktan çekinmeseler de kavga dışı öyküler anlatıyordu (mesela yayına hazırlama fırsatı bulduğum için öyküleriyle tanıştığım ve çok sevdiğim Edna O'Brien'in metinleri gibi). Kimi İrlandalı, 19. yüzyılda yaşanan büyük kıtlık ve peşi sıra başlayan, ama bugün bile bittiği söylenemeyen Amerika'ya kitlesel göçü yazıyordu (Colm Toíbin'in Everest'ten İrem Sağlamer çevirisiyle yayımlanmış ve filmi de olan Brooklyn ya da Colum McCann'in YKY'den Kıvanç Güney çevirisiyle yayımlanmış Transatlantik romanlarında olduğu gibi). Kimisiyse çeşitli müzik ve sahne sanatlarıyla ilgili karakterler ve ilgiler içeren matrak romanlar ortaya koyuyordu (Roddy Doyle'un filmiyle de meşhur The Commitments dahil pek çok romanı ve Joseph O'Connor'un son romanı The Thrill of It All'da ele alındığı gibi). Kimisi de yoksulluğun, yakın dönemdeki dünya borç krizinin ilk vurduğu ülkelerden biri olmanın, işsizliğin toplumdaki etkilerini temalarına yediriyordu (1976 doğumlu Donal Ryan'ın ilk romanı 2012 tarihli The Spinning Heart'ta olduğu gibi).

En iyisi tek tek örnekler aklıma getirerek İrlandalılığı anlamak yerine, topluca örnekler verecek bir yapıta bakmak daha sağlıklı olacak: Granta dergisinin 2016 sayılarından biri, 135. sayısı Yeni İrlanda Edebiyatı'na ayrıldığından, bugünün İrlandalılarının meselelerini ve yazdıklarını bir nebze olsun tanımak mümkün olabilir. Aralarında Coíbin, Doyle, Ryan gibi bahsettiğim isimlerin dışında Kevin Barry, Emma Donoghue, Sally Rooney, Sara Baume gibi 15 farklı ismin öyküleri, yazıları ve şiirlerinin yer aldığı dergi vasıtasıyla, İrlanda'yı ve İrlandalılığı daha iyi anlayacağımı umuyorum. Böylece hem ulusal niteliklerini İngilizlikten ayırıp ortaya çıkartırken nasıl İngilizce'nin en iyi örneklerini ve yapıtlarını verebilecek kadar mükemmelleştiklerini, her an kavga çıkarabilecek çizgide durup nasıl sıkı dayanışma yapabildiklerini, tüm çelişkileri ve depresyonlarına rağmen hayata ve sanata ısrarla devam edebildiklerini anlayabilir, günümüzde cumhurbaşkanı bile şair olan bir toplumdan, kültürden dersler çıkarabilirim belki.

[Kasım 2018]

7 Eylül 2019 Cumartesi

Sophie'nin Seçimi: Kurban kalmak mı yoksa tekrar hayatı yaşamak mı?

Doğum günümde, 5 Eylül'de, Cumhuriyet Kitap'ta kapaktan anons edilerek bir yazım yayımlandı, ben daha önce yayımlandığını sanıyordum, sürpriz oldu. Son yıllarda Cumhuriyet gazetesinde yaşananlardan sonra Cumhuriyet Kitap'ta kapakta adımın geçmesi beni gönendirmek yerine bir parça utandırdı. Bir de dergiyi karıştırıp yazımı gördüğümde, felaket bir edisyonla kırpıldığını ve okunamaz hale geldiğini anladığımda utancım katmerlendi. Eğer yazıyı dergide okuyanlar varsa, benim elimde olmayan bu felaketten dolayı özür dilerim, ama yazıyı buradan da okursanız kötü edisyonun bir yazıyı ne hale getirdiğini anlayabilirsiniz. Ham haliyle William Styron yazım aslında böyleydi:

William Styron

Amerikan edebiyatının 20. yüzyıla damgasını vurmuş en önemli isimlerinden biri olmasına rağmen dilimizde çok az yapıtı, o da yarım yamalak yayımlanmıştı William Styron'un: Tomris Uyar çevirisiyle depresyon güncesi Karanlık Gözükünce sahaflarda bulunabilir, zamanında öz-sansür işlemleriyle kuşa döndürülmüş Suveren kardeşler tarafından çevrilen ilk Sophie'nin Seçimi versiyonuna, şimdi Kerem Sanatel tarafından gerçekleştirilen gayet başarılı ve cüretkâr çevirisi Doğan Kitap’tan yayımlandığından, hiç bakmamalı bile. 

Amerikan edebiyatı açısından Norman Mailer, Philip Roth, Saul Bellow, Bernard Malamud gibi isimlerle birlikte anılan, 20. yüzyılın ikinci yarısının erkeksi, dilini sansürlemeyen, tartışmalı konulara girmekten ve pot kırmaktan çekinmeden kallavi romanlar yazanlarından biri William Styron. Yazarın gem vurulamayan diline ve hassas insanları tedirgin edecek cüretkârlığına Sophie’nin Seçimi iyi bir örnek; ama daha tartışmalı bir romanı Amerikan köleliğini işlediği The Confessions of Nat Turner, hâlâ çevrilmeyi bekliyor: Siyahların yurttaşlık hakları mücadelesinin en civcivli olduğu dönemde, 1967’de yayımlanan bu roman ilk köle isyanlarından birinin öyküsü; her ne kadar James Baldwin ve Ralph Ellison gibi siyahi yazarların desteğini alsa da, hem beyazlar hem de siyahlar tarafından tepkilerle karşılanmıştı. 

Sophie’nin Seçimi Styron’un ustalık yapıtı ve yazdığı son roman, ABD’de 1979’da yayımlanır. Romanda Styron, romanın anlatıcısı Stingo lakaplı genç yazar adayı karakterinde bir bakıma kendisini ele almış ve Stingo hakkında yazdığı her şey doğrudan Styron’un hayatını anımsatır, Nat Turner referansları dahil. II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, 1947’de yaşanır olaylar ama roman 1979’a doğru kaleme alındığından pek çok detayı tarihsel değişikliklerle bize aktaran bir bilinç de söz konusudur. Bir zamanlar neler yaşandığını ve düşünüldüğünü hatırlarken anlatıcı açıklamalar da yapar, düzeltmeler de getirir. On altı bölümlük romanın pek çok bölümü bağımsız roman olabilecek boyutta ve adeta William Styron’un Amerikan edebiyatındaki komşularına nazire olarak yazılmış. Parodisini yaptığı ya da göndermede bulunduğu yazarlardan benim yakalayabildiklerim arasında Truman Capote, Philip Roth, Thomas Wolfe, James Baldwin gibileri bulunuyor. Ayrıca Freud’dan başlayan ve bir romanda görmeye pek alışık olmadığımız çok kapsamlı bir psikanaliz dökümü de mevcut.

Romanın en başında New York’ta bir yayınevindeki çalışma hayatının bağnazlığına ve sıkıcılığına uyamaması nedeniyle kovulan güneyli Stingo’nun Manhattan’dan çoğunlukla Yahudilerin yaşadığı Brooklyn’e geçerek ilk romanını yazmak için yalnız insanların kaldığı bir pansiyona yerleşmesini okuruz. Yazar adayı genç adam tüm roman boyunca bir benzerinin, dengesiz de olsa yüksek enerjili Yahudi dehası Nathan’ın, pansiyondaki komşusu güzeller güzeli Polonyalı Sophie’yle tutkulu ve fırtınalı bir ilişki sürdüren o cazip adamın yerine geçmeye çalışır ama talih bu iki adamı farklı yönlere götürecek, Stingo hayatı yaşamak yerine daha çok hayatı iyisiyle ve kötüsüyle yaşayanların anlattıklarının kaydını tutan biri olabilecektir. 

Ama bu hayat ne hayattır: Sophie Avrupa’yı kasıp kavuran Nazi çılgınlığına kapılmış, soykırım kapsamında insanların imhasının sistematik olarak gerçekleştirildiği kamplarda –üstelik Yahudi değil yüksek Alman kültürü almış bir Katolik olmasına rağmen– mahkûm olmuş, tüm ailesini kaybetmiş güzel bir kadın olarak, hayatını artık Amerikan hafifliğinde yaşamak isterken bir anda dünyanın en cazip âşığıyla en sert sorgucusu arasında gidip gelen, ruh hali durmadan değişen bir adam olan Nathan’a tutulmuştur. Stingo için yazılacak romanlar ve sevilecek kadınlar vardır ama sadece arkadaşlarının, çılgınlığın pençesindeki Nathan’ın ve Avrupa’nın yıkımında bambaşka bir hayatı geride bırakan Sophie’nin marazî ilişkisinin tanıklığını yapacaktır. 

Styron’un yazdığı bir New York romanıdır ama aynı zamanda bir soykırım romanıdır da. Bir yazarın yazma mücadelesini de barındırır, bir yeniyetmenin fantezilerle dolu aşk arayışını da. Amerika’nın damarlarındaki ırk ilişkilerini de irdeler, Avrupa’nın bağrında ortaya çıkmış Nazi canavarlığını da. Avrupa’da olanların Amerika’da da olabileceğini gösterir sanki. Siyahlar, Güneyliler, Yahudiler, Kadınlar, Katolikler, Naziler hakkındaki tüm önyargılar, nefretler, küçümsemeler karakterlerin farklı ruh halleriyle dile getirdikleri bölümlerde büyük bir iştahla canlanır ama kısa sürede yazarın maharetiyle okurun dimağında eriyip gider. Styron’un romanı kolay lokma değildir, her okurun midesi kaldırmayabilir. Ahlakçı tüm yaklaşımları tepetaklak eder, basit bir drama şeklinde insanlık suçlarını vermek yerine dobra diliyle karakterlerinin bilinçlerinin neredeyse psikanalizini yapar, tüm karmaşık yapısıyla ortaya koymaya çalışır. Üstelik her yeni bölümle bambaşka hakikatleri ortaya çıkararak okurun o ana kadar düşündüğü her şeyi buruşturup çöpe atmasını sağlar: Okurun gözünde sadece bu açıdan bile yazdığı roman çok büyük bir yapıt, kendisi de çok mahir bir yazar olacaktır. Sophie’nin seçimi literatürde çok basit bir ikileme indirgenir ama bana kalırsa mesele sadece Sophie’nin seçimi değildir, insanın kurban kılındığında bile yaşayıp yaşayamayacağıdır: Felaketten sonra yaşanabilir mi?

[Ağustos 2019]

5 Eylül 2019 Perşembe

Murakami Bahanesi Olsun: Japon Edebiyatında Bilmediğimiz Kimler Var?

Japonca çevirmeni Ali Volkan Erdemir'le yaptığım söyleşi Kitaplık dergisinin son sayısında yayımlandı. Kendisiyle tanışmama vesile olan yazım bir sene önce Diken'de yayımlanmıştı. Başkalarının yazdıkları üzerine yazdıklarımın yeni insanlarla tanışmaya ve yeni yazılara vesile olması mutluluk verici.

Jay Rubin

Tam olarak Japon edebiyat geleneklerine sıkıştırılamasa da yüzde yüz Japon yazar Haruki Murakami’nin her yeni romanı yaklaştığında içimdeki Japonya merakı nüksediyor. Kesinlikle Murakami’den çok önceye, sanırım çocukluğumun çizgi filmlerine, bilgisayar oyunlarına, elektronik cihazlarına ve sinema yönetmenlerine uzanan bir merak bu. Ama nihai eşleşmesi Murakami’yle oldu 21’inci yüzyılda. Hazır yeni Murakami romanı çıktı çıkacakken katkıda bulunduğu başka bir projeyle Japon öyküsüne, edebiyatına ve kültürüne okur olarak bir ziyaret yapma fırsatı daha buldum.
İngilizceye Murakami’nin yapıtlarından bazılarının (ve Soseki Natsume ile Akutagava’nın metinlerinin) çevirisini yapan ve Murakami hakkındaki biyografiyi hazırlayan Jay Rubin’in seçkisini yaptığı, Murakami’nin kapsamlı bir önsöz yazarak seçilmiş yazarları biz yabancılara tanıttığı bu güz yayımlanan ‘The Penguin Book of Japanese Short Stories’i edinip okumaya başladım.
Bizim dilimize doğrudan aktarılan metin oranı az olan bir dilin hüküm sürdüğü kültüre merak salınca insan, ister istemez bildiği diğer dilleri de devreye sokup araştırıyor, daha farklı yazarlara ulaşmaya çalışıyor.
Özellikle derlemeler söz konusu olduğunda, derleyicinin mantığı da bizi farklı boyutlarıyla merak alanımızla tanıştırabiliyor. Jay Rubin derlemesini bazı temalara bölmüş: Japonya’nın Batı’yla ilişkileri, zamanın militer zihniyeti, toplumundaki kadınlarla erkeklerin durumları, doğayla hafızanın ilişkisi, modern hayatın ıvır zıvırları, korkuları ve gerek insan yapısı olsun gerek doğal afet olsun felaketleri…

Murakami de bizim gibi uzaktan inceliyor

Toplam 32 yazarın 35 metni yer alıyor bu konular üzerine: Tanizaki’nin bir novellası, Soseki Natsume’nin bir romanından ve Yoko Ota’nın kitabından bir bölümle, Akutagava’nın bir öyküsünden alınan bir parça dışında seçilen metinlerin tamamı öykü. Kitaba önsöz yazan Haruki Murakami’ye ve Jay Rubin’in çevirdiği önemli yazar Ryunosuke Akutagava’ya kıyak geçilmiş, birden fazla öyküleri seçilmiş.
Murakami önsözünde yazarları tanıtıyor. Kendisine sık yapılan bir eleştiri doğrultusunda, Japon edebiyatına bir bakıma yabancı gözüyle bakarak tıpkı bizim gibi uzaktan bu yazarları incelediğini, ama elbette Japonya’da doğup büyümüş ve (edebiyat hocası ebeveynlerin oğlu) öz be öz bir Japon olarak her birisi hakkındaki öznel hatıralarını ve görüşlerini eklemekten geri durmadığını anlıyoruz.
Seçilen yazarlar Japonya’nın modernleşme sürecinin başladığı Meiji döneminden bugüne kadar etkili olmuş, ama illaki Japon edebiyatının en büyükleri arasında sayılmayacakların da aralarında olduğu (hatta bazı büyüklerin de olmadığı) bir kadro. Yaşayan 12 yazar var.

‘Japonya’nın Tanpınar’ından Kavabata’ya ve Dazai’ye

Japonya’nın Batı’yla ilişkileri kısmında Tanizaki’nin başlı başına kitaplaşabilecek çok başarılı bir yapıtıyla beraber, Japon modern edebiyatının bir bakıma Tanpınar’ı denebilecek Soseki Natsume’nin ve Kafu Nagai’nin metinleri var.
‘Sadık askerler’ adındaki militer bölümde en eski doğum tarihli subay yazar Mori Ogai’nin seppuku mektubu yanı sıra çelişkilerine rağmen en başarılı Japon yazarlardan kabul edilen Mişima’nın kurguladığı meşhur bir öyküsü yer alıyor: Bir askeri darbe sonrasında silah arkadaşlarını cezalandırmayı onuruna yediremeyen genç bir subayı eşiyle beraber törensel seppukusu.
Kadınlarla erkeklerin ilişkilerinin anlatıldığı bölümde aralarında yakın dönemde bizde yeniden yayımlanan ‘Mor Bir Serserinin Gezi Notları’yla bildiğimiz Osamu Dazai’nin yazar kızı Yuko Tsuşima’yla bizde de çok sevilen Banana Yoşimoto’nun bulunduğu beş kadın ve bir erkek yazardan öykü seçilmiş.
Hafızayla doğanın ilişkisinin irdelendiği öykülerde beş metinden sadece birini son dönemlerin öne çıkan kadın yazarlarından Yoko Ogava yazmış.
Modern hayatla ilgili öykülerde Mieko Kavakami dışında bilimkurgu yazarı Şiniçi Hoşi dahil dört erkek yazar daha var. Korku öykülerinde en eski yazarlardan adı en önemli Japon edebiyatı ödülüne verilmiş Akutagava ile en genç yazar 1986 doğumlu Savanişi’yle bir erkek yazar daha seçilmiş.
Depremler, savaşlar, nükleer bombalar, tsunamiler ve nükleer kazaların eksik olmadığı bölümde seçilen yazarlardan üçü kadın, yedisi erkek. Dilimize de çevrilen ‘Nagazaki’siyle Yuiçi Seirai, Nobel ödüllü Yasunari Kavabata ve pek çoğumuzun bayıldığı Studio Ghibli’den Isao Takahata’nın filmi yürek burkan ‘Ateşböcekletinin Mezarı’ndaki öykünün yazarı Akiyuki Nosama dikkat çekiyor.
Dünyanın bambaşka coğrafyalarında yaşayanların oluşturduğu kültürlerin yapıtları bugün kolaylıkla elimizin altına gelirken dünyaya bakmaktan kaçınmak içe kapanıp iyice bunalmak anlamına gelir. Mümkün olduğunca dünyaya bakmaya ve görülenleri paylaşmaya çalışmak şart. Başka kültürlerle de nefes alabilmek için. Murakami bahanesi olsun mesela Japon kültürünün.
[Ekim 2018]

1 Eylül 2019 Pazar

Bir Romancının Diline Kapılmak: Javier Marías Beyefendi'nin Yazdıkları

Geçtiğimiz yıl Eylül ayında üçüncü yaşgünün kutlayan Arka Kapak dergisinin 36. sayısında yayımlanmıştı Javier Marías üzerine yazdığım bu yazı. Ne yazık ki Ağustos 2018'de başlayan ekonomik kriz nedeniyle sona eren pek çok yayından biri olmuştu Arka Kapak. Sadece son üç sayısında yer aldım derginin, keşke ömrü ve işbirliğimiz daha uzun olsaydı. Yazının yazıldığı zaman Acı Bir Başlangıç Bu romanı yeni yayımlanmıştı. Birkaç hafta önce Berta Isla da yayımlandı. Bir süredir Berta Isla'yı okuyorum ama hayat araya giriyor, önceki romanları gibi girip içinde kalamıyorum. Bunun Marías'la bir ilişkisi yok ama.

Javier Marías

Bir okur olarak kimi zaman bir kitabı elimize aldığımızda ilk cümlesinden yapıtın içine giriveririz ve yapıtı yazan o yaratıcı zekânın bizi alıp götürmesinden duyduğumuz heyecan ile haz karışımından mürekkep bir vecd halinde kaptırıp gideriz. Gerçi elimizdeki popüler bir yapıt değildir, önümüze çıkan cümleler de sürükleyici, kısa ve seri cümleler değildir, tam tersine hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken virgüllerle durmadan genişletilen, ara cümleciklerin bile neredeyse paragraflar boyutuna ulaştığı, soluk almadan dalındığında boğulma tehlikesinin söz konusu olduğu, anlatımın tereddütlerle, muğlaklarla, bitimsiz nezaket ve kimi zaman birden patlayan kabalıkla yoğrulduğu, ilk andaki çarpıcılığın ayrıntılarla açıklığa kavuştukça durmadan şekil değiştirdiği bir yapıtla karşı karşıyayızdır. İddialı ve büyük ölçüde mazoşist bir okur olarak böylesi girift, kavisli, spiralleri andıran yapıtlara dalıp hiç içinden çıkamayacakmışçasına, zamanı unutarak okudukça okuma fırsatını bulmak, arada yaklaşıp ne okuduğumuzu soranlara kısa cümlelerle, okuduğumuzun tadını kaçırmadan açıklayamayacağımızın bilinciyle mahcupça gülümseyip anlatamamak, hızlıca bir-iki saçmalık geveleyip tekrar okumaya dalmak bizi yoğun bir mutluluğa boğar, öyle ki elimizdeki romanı bitirdiğimizde, anlatının tüm kıyısını bucağını tek tek dolaşıp aklımızın bastığı ölçüde karanlıktaki kısımlarını aydınlattığımızda, hemen kitabın yazarının kim olduğunu araştırmaya başlar ve başka hangi labirentleri kitaplıkların raflarında bulabiliriz diye harekete geçeriz. İşte elinize alacağınız pek çok Javier Marías metni, özellikle en son Seda Ersavcı’nın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan dilimizde yayımlanmış Acı Bir Başlangıç Bu romanı, kesinlikle bu türden heyecanlar uyandıracaktır.

Javier Marías’tan ilk haberdar olduğumda genç bir editör, meraklı bir okur ve hevesli bir yazar adayı olarak yüzyılın başında Orhan Pamuk’la bol bol sohbet fırsatı bulabildiğim bir dönemindeydim hayatımın. Bir gün Marías’tan bahsettiğinde, o dönemler zihnime not ettiğim pek çok önemli isim gibi, bu İspanyol yazarın da isminin peşine düşmüştüm. O yıllarda birkaç genç yazar adayı, yoğun oranda okuyarak dünya edebiyatının yükselen yeni nitelikli yazarlarının peşine düşebiliyorduk: Bernhard ya da Sebald ortak merakımızdı belki, bazılarımızın yolu Murakami’ye çıkmıştı bazılarımız ise David Foster Wallace öldüğünde ağabeyini kaybetmiş gibi üzülmüştü. İşte Orhan Pamuk’a göre Avrupa’nın en önemli isimlerinden biri olacaktı Javier Marías (o yıllarda henüz pek de popüler değildi, Gendaş, Sistem ve Everest’ten birer romanı çıkmıştı), ben de Everest’ten yayımlanmış Ufkun Öte Yanı’nı alıp ne çarpıcı yanı bulunduğunu anlamaya çalışmış, ama açıkçası ilgimi bir Fowles ya da Durrell kadar çekememişti. Muhtemelen bu yanılgımın sebebi ele aldığım kitabın Marías’ın henüz 22 yaşında yayımladığı ikinci romanı olmasıydı, o dönem yayımlanmış diğer iki kitabından biri elime geçseydi, her birinin daha ilk başında o cazip cümleleriyle biz okura yem olarak sunduğu ölen kadınlara ne olduğunu bulabilmek için soluksuz biçimde Marías anlatısına dalar, bizim dilimize daha erkenden daha fazla aktarılması için ben de cürmüm kadar çaba gösterirdim.

Zaman içinde özellikle Metis’ten yayımlanan Yarınki Yüzün üçlemesiyle Javier Marías’ın çağımızın en başarılı, kendine özgü ve uzun uzadıya yazabilen romancılarından biri olduğu anlaşıldı. 21. yüzyılın parlayan bu İspanyol yıldızı, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmaya başlayınca da bugün yayımlanan her kitabıyla benim gibi pek çok okurun duraksamaksızın almaya gittiği, çarpıcı ilk cümlelerinden başlayarak uzun uzadıya ve her yeni romanında daha da dolaylı, zokayı yutmuş bir balık gibi dolanırcasına, mazoşistçe zevk almamızı sağlayan, her şeyin sanki ağır çekim akarken anlatıcının yorum üstüne yorum yaptığı, muazzam bir okuma zevki vaat eden bir romancı konumuna yerleşti. Kendi ülkesinde de, yapıtlarının çevrildiği diğer tüm dillerde de, aheste ama istikrarlı biçimde hızlanan bir kabul, beğeni ve hayranlık uyandırdı Marías. Bu başarıyı ve şöhreti kaldıramayacak biri de değil üstelik: Çağdaş İspanya’nın en önemli filozoflarından José Ortega y Gasset’in yetiştirdiği babası Julián Marías, her ne kadar General Franco’nun yarattığı vahim yarılmanın mağdur tarafında yer aldığı, Cumhuriyetçileri desteklediği için önceleri cezalandırılıp ülke eğitim sisteminden dışlansa da, beş oğlunun ve en çok da Javier’in ABD’de yetişmesini sağlayacak biçimde Amerika’nın en iyi üniversite kurumlarında 1970’lere, Franco rejiminin yerini demokrasiye bırakacağı zamana kadar ders verdiğinden, yüksek nitelikli bir göçmen, bir émigré çocuğu olarak hem büyük şahsiyetlerle kolaylıkla tanışmış hem de kendisini yabancılar arasında ve yalnız başına nasıl konumlandıracağını öğrenmiş olmalı. Babası da yazdığı onlarca kitapla, 1964’ten beri Real Academia Española üyeliğiyle ve kazandığı Prince Austrias ödülüyle yeterince şöhreti ve saygınlığı olan Javier Marías, hem yaptığı müthiş çevirilerle (en başta Laurence Sterne‘in Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri, Nabokov, Faulkner, Updike, Henry James, Shakespeare, Stevenson, Conrad gibi isimlerin yapıtları) hem gündelik basında sürekli yayımlanan yazılarıyla hem de kendi küçük yayınevi Reino de Redonda’yla aslında bir ölümlünün edebiyat alanında kazanabileceği saygınlığı yeterince kazanmış olacaktı. Bu faaliyetinin üstüne bir de çok sayıda ödül kazanmasına sebep olan on beş roman ve pek çok öykü ve deneme kitabı yayımlatınca, hiç şüphesiz en spektaküler ve gösterişli İspanyol isimlerinden biri haline gelmiştir. Madrid’de dolaşma fırsatı bulanlar için aşina bir figür olarak heyecanlanma sebebi olabilir. Biz uzaktaki okurlarıysa ancak yeni bir romanı dilimize çevrildiğinde bu heyecanı duyabiliyoruz.

İşte bu yeni roman, geçtiğimiz Mayıs ayında yayımlanan, Acı Bir Başlangıç Bu oldu benim için. Her ne kadar kendi yazdığı son romanı Berta Isla olsa da 2014’te yayımladığı bu romanın nispeten çabuk dilimize Seda Ersavcı gibi mahir bir çevirmen tarafından çevrilmesi mutluluk verici. Çoğu zaman olduğu gibi yine bir Shakespeare deyiminden ismini alan roman, pek alışık olmadığımız biçimde önümüze bir ölüm koyarak başlamıyor, ama anlatıcının Sterne’i hatırlatırcasına, elbette çağdaş biçimde, dolaylı ve mütereddit, kendinden emin ama hatıraların Nabokovvari yanlışlığının bilincinde fikir değiştirmeye yatkın biçimde zamanında şahit olduklarının biz okurlara sunulacağının vaadiyle başlıyor. Anlatıcının, popüler bir sinema yönetmeninin yanında, Franco’nun ölümü sonrası dönemde çalışan genç halinin gözlemlerinden ve yaşadıklarından ağır bir faşizmin ardından yeniden canlanan bir ülkede, zamanında birbirlerine ne türden zulümler yapmış olursa olsun, toplumsal yarılmanın her iki tarafında kalan insanların yeniden kavgasız, gürültüsüz ve sakin bir düzen kurabilmek adına neler yapıp nelere katlanabileceğini okuyacağımızı, kesinlikle başlangıçtan anlayamadığımızdan Marías gibi yazarların dolambaçlı üsluplarının akışına kendimizi kaptırmamızın ne kadar da önemli olduğunu belirtmek gerekir burada. Oldukça iyi yazılmış bir metinde yol alarak, 1970'lerin ikinci yarısındaki Madrid’in sosyal hayatı, özgürleşen ilişkileri, sinema ortamından oluşan arka plan üzerinde, genç birinin büyümesini, evli bir çiftin yabancılaşmasını, içsavaş boyutuna ulaşan toplumsal kavgaların hiç akla gelmeyecek inceliklerdeki günahlarıyla çatlaklarını okuyoruz. Üstelik romanı kat ettikten sonra biraz araştırınca Marías’ın aslında bizzat dayısı ünlü B sınıfı filmleri yönetmeni Jesús Franco’nun yanında yaşadıklarından esinlendiğini, belki de babasının saygın akademik karakterinin ciddiyetiyle dayısının pornografik merceğinden yansıyan absürd erotik-şiddetin bir karışımı olarak tüm romanlarını oturaklı bir edebiyatın içine serpilmiş matrak sahnelerle dolu tam da günümüze yaraşır türden bir yazar olduğunu düşünebiliyoruz. İyi bir romancının okuru alıp götüren maharetine kapılmışken açılan bilincimizin altına pek çok küçük aydınlanmayı serpiştirdiği konsantre okuma imkânını sağladığı için Javier Marías gibi yazarları kendi kişisel yıldızlarım olarak görüyorum ve bir okur (ve de hâlâ yazma hevesini kaybetmemiş bir yazar adayı) olarak bu türden yıldızların çoğaldığı bir edebiyat gökyüzünün altında yaşamaktan mutluluk duyuyorum.

[Eylül 2018]

24 Ağustos 2019 Cumartesi

Güzün Dökülen Yapraklarına Eşlik Edenler


Karl Ove Knausgaard

Sonbahar her nedense pek çok açıdan yeni başlangıçların mevsimi oluyor. Belki de okul çağından kalan bir alışkanlıkla, eylül ayı, hayatımızdaki çarkların yeniden dönmeye başlaması anlamına geliyor. Uzun ya da kısa bir yaz tatilin sonunda, belki yeni kurumlarda belki eski kurumlarda eğitim, iş yeniden yoğunlaşıyor. Yayıncılık için de geçerli bu elbette, bir bakıma “sezon başlangıcı” gerçekleşiyor ve yayınevleri, okurlarına büyük ümitlerle okuyacakları yeni kitaplar sunuyor. Her yıl kimileri için okunacaklar tükenmiş gibi gözüküyor, kimileri için okunacaklar asla bitmiyor ama mutlaka bir-iki heves edilecek, önceden beklemeye geçilecek, yayımlanacağı tarih ajandalara not edilecek kitap bulunuyor. 2018 sonbaharının başında ben de Anglosakson yayın piyasasında yayımlanacağı şimdiden müjdelenmiş yapıtları not etmek istedim.

Geçtiğimiz yıllarda büyük bir hevesle okuduğumuz Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam serisi kitapları İngilizcede, eylül başladığında, nihayet tamamlanmış olacak. 1200 sayfaya yakın The Endadındaki bu son ciltte Hitler’in Mein Kampf’ı üzerine de bir bölüm yer alacakmış. Bakalım Knausgaard’ın kendisini ortaya koyarak edebiyat tarihine geçtiği bu dizi nasıl sonlanacak. Gerçi ben Monokl çevirisini bekleyeceğim, ama pek çok Knausgaard hayranı son kitaba gelmeden çoktan yazarın bir diğer serisini, “mevsimler dörtlemesi”ni İngilizce çevirilerinden okumaya başladı.

Uzun zamandır yeni bir kitabı yayımlanmayan ama çoksatarlar listesinde her kitabıyla kendine yer bulmuş, özellikle Uçurtma Avcısı’yla fenomenleşmiş Khaled Hosseini, eylül ayında yine bir mülteci öyküsüyle ama bu sefer çizimlerini Dan Williams’ın gerçekleştirdiği bir çocuk kitabıyla okurlarına ulaşacak. Hosseini, Suriye’nin Humus bölgesinden kaçmaya çalışan bir aileyi anlatısının odağına yerleştirmiş Sea Prayer kitabında.

Popüler ve başarılı İngiliz romancı Kate Atkinson’dan eylül ayında İkinci Dünya Savaşı döneminde geçen bir casusluk romanı geliyor. Transcription adlı romanda, savaş süresince casus olarak görev yapmış ama savaş sonrasında radyoda “normal” olarak çalışan bir kadının gizemli ve tedirgin edici geçmişinin hatırlatılmasını kaleme almış Atkinson. Bakalım hemen hemen her kitabıyla ödüllere aday olan yazar, bu son romanıyla ne kadar ses getirecek?

Vladimir Nabokov’un ardından Amerika’ya göç etmiş ve İngilizce yazan en matrak Rus olan Gary Shteyngart’ın yeni romanı Lake Success de eylülün merak uyandıran yapıtlarından. Bankada fon yöneticisi olan başkahramanının, zamane Amerika’sında Kerouacvari bir yol macerasına çıkmasını kaleme alan Shteyngart, tüm dünyayı etkileyen bu kültüre Putin Rusya’sından çok daha farklı yaklaşarak olsa da, yine de matrak bir ayna tutacak muhtemelen, daha önceden pek çok kez yaptığı gibi.

Güz Murakami’yle başlar


Ekim ayını iple çekmemin en önemli nedeni ise, Haruki Murakami’nin Killing Commendatore adlı son romanının Philip Gabriel ve Ted Goossen tarafından yapılan İngilizce çevirisinin ulaşılabilir hale gelecek olması... Türkçesinin ne zaman çıkacağını bilemiyorum, ama 21. yüzyıl boyunca yayımlanmış tüm Murakami romanlarında olduğu gibi, ülkemizdeki raflara ilk düştüğünde almaya koşturacağımı biliyorum. Şimdiden sansasyonel haberlerle biz Murakamiseverleri de ısındırıyorlar zaten; yok Hong Kong kitap festivaline kabul edilmemiş, yok Muhteşem Gatsby’ye nazireymiş... Nihayetinde tonu oldukça olgunlaşmış Murakami’den kocaman bir roman geliyor.

Ekimi bekleyen bir başka okur kitlesi de, Jodi Picoult severler. Kişisel olarak henüz hiç uğramamış olmama rağmen Picoult’nun çağdaş okurlar tarafından çok sevildiği sık yayımlanan ve ilgi duyulan romanlarından anlaşılıyor. Yeni romanı A Spark of Light’da Picoult, günümüzde kanıksanmış bir kriz durumunda neler olduğunu kurgulamış: Silahlı bir saldırgan her an herhangi bir mekanı basabilir ve kurşun yağdırıp insanları rehin alabilir. Picoult’nun yeni romanında bu mekan, bir kadın sağlığı kliniği. Üstelik rehine krizinde arabuluculuk yapacak deneyimli polis memurunun kızı da o gün klinikte... Yazarın bu cesur temasının tansiyon kadar dayanışma da içerdiğini belirtiyorlar.

Yıldızı kuvvetli parlamaya başlamış çoksatar romancılardan biri de Barbara Kingsolver. Aynı zamanda çok ödüllü bu yazarın dilimize daha önceden Hayvan, Sebze, Mucize: Bir Yılın Yemek Güncesi adlı kurmaca dışı sayılabilecek, neler yediğimizin üzerine eğildiği yapıtı Seda Çıngay çevirisiyle Bilge Kültür Sanat’tan ve 2010’da Orange Ödülü kazanmış, 1950’lerin Meksika’sında Diego Rivera, Frida Kahlo ve Lev Troçki aşk üçgenini de kapsayan Boşluk adlı romanı Çela Saranga çevirisiyle Pegasus’tan yayımlanmıştı. Önümüzdeki ekim ayında da Unsheltered adlı son romanı çıkacak. Günün koşullarında kendi hayatı tüm çabalarına rağmen dağılan orta yaşlı, çalışkan ve azimli bir kadının, kendisine miras kalan tarihi ama metruk evin geçmişini araştırdığında rastladığı iki ailenin hikayesini kaleme almış Kingsolver.

Ekimin bir diğer sürprizi de, bir önceki romanı bizde Doğan Kitap’tan Omca Korugan çevirisiyle yayımlanmış Z: Zelda Fitzgerald’ın Romanı’yla Büyük Buhran öncesi Altın Çağ’a denk gelen Yitik Kuşak Amerikalıların yükselişlerini ve düşüşlerini maharetle yazabileceğini gösteren Therese Anne Fowler’dan gelecek: A Well-Behaved Woman. New York‘un en zengin ailelerinden Vanderbilt ailesinin romanını kurgulayarak buhran yıllarının yükseklerde nasıl yaşandığını kaleme almaya devam ediyor anlaşılan Fowler.

Kişisel olarak ekim ayında yayımlanacak kitaplar arasından merak ettiğim son kitap, İrlanda edebiyatının çağdaş yıldızı Colm Tóibin’in İrlanda edebiyatının ustalarının babaları hakkında yazdığı incelemeleri barındıran Mad, Bad, Dangerous to Know: The Fathers of Wilde, Yeats and Joyce adlı çalışması olacak. Babalarının bu ünlü İrlandalı yazarları nasıl “delirttiğine” bir bakmalı!

Kasım ayına müjdelenmiş kitaplardan dikkatimi çekenler ise, çarpıcı kitabı A Manual for Cleaning Women’in ardından gelen yeni öykü kitabı Evening in Paradise: More Stories ile Lucia Berlin; dilimize hiç çevrilmemiş Meksikalı yazar Amparo Dávila’nın (Brezilyalı Clarice Lispector gibi) Kafka ya da Poe öykülerini andıran tutku, takıntı, yalnızlık ve korkularla dolu metinlerinden oluşan The Houseguest And Other Stories’i; uzun zaman sonra tekrar bir dedektiflik romanı yazan matrak Jonathan Lethem’in The Feral Detective’i; Ian Flemming’in ardından son yıllarda James Bond efsanesinin yaratıcılığını yapan Anthony Horowitz’in Bond’un 007 olmadan önceki maceralarını anlattığı Forever and a Day’i ve bizim hâlâ Sel’den Emrah Serdan çevirisiyle yayımlanan Saflıkromanını okuduğumuz Jonathan Franzen’ın yeni düzyazı kitabı The End of the End of the Earth. Sonbaharın düşen yapraklarının okurlar için yeni kitapların yaprakları olması dileğiyle.

[Eylül 2018]

23 Ağustos 2019 Cuma

Yolcular ve Sığınmacılar


Jenny Erpenbeck

20. yüzyılın en önemli eleştirmenlerinden Walter Benjamin, ömrü boyunca çok çeşitli seyahatler yaptıktan (İtalya, İspanya, Almanya, Fransa, Danimarka gibi pek çok Avrupa kentinde bulunduktan) sonra, Avrupa’nın karabasan yıllarında mülteciye dönüşür ve kendisini Amerika’ya atmaya çalışırken, idari kovalamacaların ve izin prosedürlerinin saçmalıkları esnasında kapıldığı bunaltıdan çıkamaz ve Fransa-İspanya sınırındaki Portbou’da kaldığı otelde hayatını sonlandırır. 20. yüzyılın en önemli romancılarından Vladimir Nabokov, Petersburglu burjuva ailesiyle Rusya’daki devrim sürecinde Yalta üzerinden kaçar ve Avrupa’dan Amerika’ya ömrü boyunca pek çok ülkede, farklı dillerde romanlar yazar, dersler verir, sakin bir hayat kurmaya çalışır ve en sonunda İsviçre’de eşi Vera’yla birlikte yaşadığı otel odasında yaşlılığın getirdiği rahatsızlıklar nedeniyle bu hayattan göçer. Dünyanın küçüldüğü 20. yüzyıl, insanlara muazzam hareket imkanları tanırken bir de siyasi ve ekonomik kavgalar nedeniyle insanların köklerinden sökülmesini, yersiz yurtsuz kalarak sürgün vermelerini ve durmadan sınır geçmek için izin almaya çalışıp yalvarıp yakarmalarını sağlamıştır. Dünyanın göbeği niteliğindeki Avrupa’nın eski ülkelerinde başlayan çalkalanma bugün o ülkelerde nispeten azalmışken dünyanın çeperindeki pek çok ülkede insanlar birbirleriyle dalaşmaya ve birbirlerini kovalamaya devam ediyorlar. Bir zamanlar kendileri kavgalara kapılmış veya yurtlarından sürgüne çıkmış ya da yurtlarındaki insanların sürgüne çıkmalarını izlemiş Avrupalılar, şimdi kendi ülkelerine gelenleri, sınırı turist ya da imkanlı olarak aşanların yanı sıra sınırı mülteci olarak ya da imkansız koşullarla aşabilmeye çalışanların hikayelerini izlemek, anlamaya çalışmak durumunda kaldılar. 

İnsan hareketliliği ve bu hareketleri düzene sokma çabaları, 21. yüzyılın belki de en önemli edebiyat temalarından biri. Geçtiğimiz aylarda Uluslararası Man Booker Ödülü’nü kazanan Polonyalı Olga Tokarczuk’un 2007 tarihli romanı Bieguni (Türkçede 2016’da Alabanda tarafından Neşe Taluy Yüce çevirisiyle Koşucular adıyla yayımlandı), bu insan hareketliliği üzerine inşa edilmiş. Zygmunt Bauman’la Italo Calvino’nun bir araya gelip yazabileceği türden çok veçheli bu yapıt düşündürüyor, bilgilendiriyor ve hem yakın coğrafyanın hem de yakın tarihin pek çok küçük noktasına dokunup geçiyor. Uçaklarla, gemilerle, trenlerle yasal yollardan, ister turist, ister seyyah, ister akademisyen, ister yazar gezinenlerin psikolojisi ve halleri üzerine kurgulanmış. Tokarczuk, Polonya’nın çağdaş zamanda yetiştirdiği en önemli yazarlardan biri, ama aslında Jung’un anlayışında bir psikanalist. (Son zamanlarda Doğu Avrupa kökenli psikanalist kadın yazarlar okurların kıyılarına daha fazla yanaşıp sağlam metinler bırakıyorlar, bir tür Julia Kristeva şablonu söz konusu galiba...) Michel Houellebecq’in başrolünde oynadığı 2014 yapımı “Kaçırılma” filminde, yazarın matrak biçimde iddia ettiği gibi, aslında Polonya diye bir ülkenin 1772’den 1918’e kadar mevcut olmadığı bir dünyada milyonlarca Polonyalı ve Polonyalılık varlığını dillerinde ve hayallerinde sürdürmüştü. Dünyanın 20. yüzyıl konjonktüründe dünya savaşı sonrası yeniden kurulan Polonya, 20. yüzyıl boyunca da trajik kaderinden kaçamaz ve önce Hitler, sonra da Stalin politikaları altında katı idareler ve toleranssız cezalandırmalar yaşar, nihayetinde Lech Walesa ve arkadaşlarının “Dayanışma” hareketiyle 1980’lerden itibaren daha stabil vaatler içeren bir idareye yönelir; aslında Varşova’da kurulmuş Doğu Bloğunun dağılmasının ardından NATO ve Avrupa Birliği’ne yanaştıktan sonra, son 15 yıldır da Avrupa Birliği’nin yeni ama istikrarlı bir ülkesi haline dönüşür. Böyle bir Polonya’da 1961’de doğmuş Tokarczuk, ülkesiyle birlikte komünist demokrasiden kapitalist demokrasiye şahit olarak büyüyen, psikolojiyi, edebiyatı ve de siyaseti karakterinde birleştiren, şimdiye kadar 15 yapıtıyla iki kez ülkesinin en önemli edebiyat ödülünü kazanan, övgüye ve dikkate değer bir isim. Yol ve dünya hallerine merak duyanlar için Koşucular, biçilmiş kaftan bir yapıt.

Bugün bir limanda gemimizin hareketini beklerken...


Bir başka Doğu Bloğu doğumlu kadın yazarın son romanı da geçtiğimiz ay Can Yayınları tarafından İlknur İgan çevirisiyle dilimizde yayımlandı: Gidiyor, Gitti, Gitmiş. Tokarczuk’tan altı yaş küçük olan Jenny Erpenbeck, 1967 Doğu Berlin doğumlu. 1990’a kadar Alman Demokratik Cumhuriyeti olarak anılan Almanya’da tiyatro eğitimi gören, sonrasında birleşmiş Almanya’da müzik eğitimi de alan Erpenbeck, günümüz Alman edebiyatının iyi yazarlarından biri olmakla kalmıyor, aynı zamanda opera yönetmeni. Dokuz yapıtından dilimize daha önceden sadece Gölün Sırrı (Helikopter, 2010) aktarılmıştı, ama son yılların parlayan yıldızı olduğundan diğer yapıtlarının da geleceğini umuyorum. Gidiyor, Gitti, Gitmiş romanında yeni emekli olmuş, eşini yakınlarda kaybetmiş Doğu Alman kökenli bir edebiyat profesörü Richard karakteri üzerinden Almanya’ya sığınmaya çalışan Afrikalı göçmenlerin yaşadıklarına yaklaşmaya çalışmış Erpenbeck. Kendi ömründe hiç göçmemesine rağmen ülkesinin idare değiştirmesiyle hayatı çeşitli kereler değişmiş Richard, arkadaşlarıyla beraber iyi niyetli çabalarla Afrikalı göçmenlere yaklaşıp bu göçmenlerin Almanya ve Avrupa Birliği idareleri tarafından kabullenilip kabullenmeyeceklerinin incelendiği bir araf/soruşturma sürecinde yaşam öykülerini dinleyerek dertlerini bir nebze dindirmeye çalışıyorlar roman boyunca. Biz okurlara da sınırı aşmak için hakları olmayanların dramlarını, sınırın içinde yaşayan ama sınırı aşanlar hakkında pek de söz hakkına sahip olamayanların reaksiyonlarıyla birlikte ne hale geldiklerini okumak düşüyor. Avrupalıların seyahat imkanları ve haklarıyla Afrikalıların (ve Ortadoğuluların ve belki de tüm üçüncü dünya ülkeleri yurttaşlarının) seyahat zorunlulukları karşılığında imkansızlıkları ve haksızlıklarını gergin, net ve soruşturan bir romanda okuyoruz. Erpenbeck’in üslubu ve Richard karakteri bana Coetzee’yi ve Coetzee’nin entelektüel ama şaşkın akademik karakterlerini fazlasıyla hatırlattı; belki de bilinçli bir şekilde beyaz adamla siyah adamın karşılaşmasının Avrupa versiyonunu Coetzee’den hareketle dile getirmiştir. 

Bu iki Doğu Avrupa doğumlu ama bugünün Avrupa Birliği vatandaşı olan yazarının yapıtlarını arka arkaya okuyunca, ne kadar çok aynı noktadan geçtikleri anlaşılıyor... Üstelik zamanında Benjamin ve Nabokov gibi isimler de aynı noktalardan geçmişlerdi. Bugün bir limanda gemimizin hareketini beklerken yakınımızdaki seyyahlardan ya da sığınmacılardan hangisinin Benjamin olacağını ve bir biçimde yeteneklerine rağmen hayatının sonlanacağını, hangisinin bir Nabokov’a ya da Tokarczuk veya Erpenbeck’e dönüşeceğini bilebilir miyiz?

[Ağustos 2018]

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Ağlara Yakalanan İnsanların Draması: Sınır


Kapka Kassabova

Aslında hepimiz göçmen olabiliriz. Kendi adıma, kısa bir yol kat etmişimdir; 100 kilometre ötedeki endüstri kentinden kalkıp metropole üniversite okumaya geldim, kalış o kalış... Yaptığımın aslında göç değil taşınma olduğunu söyleyebilirsiniz tabii ki, ama kimi zaman bırakalım 100 kilometreyi 30 kilometre bile çok şeyi değiştirebiliyor; mesela Edirne ile Svilengrad arasında yol alacaksanız. Sınır boyundasınız ve sadece farklı bir idareye geçmiyorsunuz, aynı zamanda Avrupa’ya adım atıyorsunuz: Kendisini göçmenlerden uzak tutmaya çalışan ve insanların her şeye rağmen akmaya çalıştığı o hayaller diyarına. Bir zamanlar farklı dinden, dilden, etnik kökenden insanların sınır nedir bilmeden yaşadıkları Trakya’da, şimdi (100 yıl boyunca dökülen kan ve gözyaşlarıyla çizilmiş) katmerli çizgilerle ayrışıyor idareler ve insanlar bu çizgileri geçmek için her yerden akıyor: Afganistan’dan, Irak’tan, Suriye’den... Tarih boyunca insan akışları hiç bitmemiş, insanlar birbirleriyle kısıtlı zamanlarda anlaşmış, er ya da geç birbirleriyle dalaşıp kovalamaya başlamış, kurdukları idareler tarafından sıkıştırılmış, yaşayabilmek için durmadan yer değiştirmişler. Kimi zaman buradan oraya, kimi zaman oradan buraya, şimdi yine buradan oraya gidip gelmişiz. Dün gelenlerin çocuğuyuz, yarın gidenler de çocuğumuz olabilir.

Trakya’nın ortasındaki yarık sınır etrafında


Bulgaristan’da doğmuş Kapka Kassabova, 1973’te; komünizmin sıkı idaresi ve Doğu Bloğu ortamı doğrultusunda pek çok Doğu Avrupalı gibi idaresi dağılırken ailesi daha iyi şartlarda yaşayabilmek için Batı’ya göçmüş. Kassabova da Yeni Zelanda’da toprağından, kültüründen, ülkesinden uzakta kaybolmuşluk hissiyle büyümüş. Ailesi aslında Balkan Savaşları döneminde Makedonya‘dan, Ohrid’den gelmiş Bulgaristan’a. Herkesin gelip geçtiği bir coğrafyada doğmuş olmak belki de ebedi bir seyyah gözü ve kalbi vermiş Kassabova’ya ki sadece şiirleri ve romanlarıyla değil, gezi kitaplarıyla da okurlara ulaşıyor. Geçen yıl yayımlanan Border: A Journey to the Edge of Europe ile Britanya’da verilen önemli gezi kitabı ödüllerinden Stanfords Dolman En İyi Gezi Edebiyatı Ödülü’nü kazanan Kassabova, yolculuğun sadece tabiata değil tarihe ve insanların hayat öykülerine doğru olduğunu da gösteren çok yönlü bir metin ortaya koymuş.

Üç ülkenin -Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye- sınırlarının kesiştiği Trakya’da dolaşarak sadece gözlemlediklerini değil, kimi zaman hayaletimsi uzamda tarih meleğinin hissettirdiklerini de kitaptaki öyküyü andıran metinlerine katmış. Istrancalar ve Rodoplar, ormanlar, dağlar ve kıyılar Kassabova’nın dolaştığı yerler, ama en çok da doğanın ve toprağın mitleriyle insan hikayeleri: Bulunduğu her yerde sıradan insanlarla tanışıp sohbet ediyor ve ister Bulgar olsun ister Avrupalı, ister Yunan olsun ister Türk ya da Pomak, idaresinden kaçan ya da köyünden kovulan olsun, sınır boyunda nöbet tutan veya kaçakçılık yapan olsun, herkesin bir diğerinden şikayet ederken nasıl da birbirlerine benzediklerini gösteriyor. Bir zamanlar tüm Doğu Bloğu ülkelerinden Batı’ya kaçmak için Berlin’den daha iyi bir yolmuş gibi gösterilen Bulgaristan ile Yunanistan veya Türkiye sınırını korumak için nasıl çaba gösterildiğini, sonradan Avrupa Birliği kapsamında Yunanistan’la sınır savunması gevşese de Türkiye sınırının yine nasıl sıkılaştırıldığını anlıyoruz Kassabova’nın yazdıklarından. Ayrıca her tarafta boşalan köyler ve yeni bir kalkınma hamlesiyle yüzyıllardır az sayıda insanı içine almış yaban ve pagan bir coğrafyanın altını üstüne getirecek projeler söz konusu. 
Gizemli ayazmalar, çetin dağlar ve koyu ormanlarla dolu Trakya doğası, antik çağdan Osmanlı çözülmesine kadar insanlarına ipeği, gülü, tütünü sunmuş ve farklı dillerde ve inanışlarda da olsa nazarı, büyüyü, mitleri vermiş. Ama ulusalcılık hevesiyle kendisine sıkı idareler kurmak isteyen insanlar, geçen yüzyıl başında Balkan Savaşları’yla ortalığı alt üst edince, o verimli coğrafyada yüzyıllardır kendi köylerinde yaşayan insanlar -Makedonlar, Bulgarlar, Yunanlar, Müslümanlar- farklı idareler arasında köşe kapmaca oynamaya başlamış. Bir cemaatin boşalttığı köye başka bir cemaat yerleşmiş, bir ailenin terk ettiği eve bir başka aile, bir kişinin gömdüğü değerli eşyayı bir başkası çıkarıp kullanmış. 

Şimdi, bir ölçüde atalarının evlerine, köylerine, topraklarına gidip gelebiliyor insanlar, ama çok yakın dönemde bile idarecilerin sivri zekalı politikaları nedeniyle yine yerlerini ya da hareket imkanlarını kaybedebilirler. Kassabova da hüzünlü kitabını bitirirken er ya da geç hepimizin birer göçmen olacağını öngörüyor; ama bu sefer ekonomik sebeplerle (kitapta anlattığı bazı Yunan ve Bulgar karakterler, yakın zamanda refah içinde yaşamalarına rağmen ekonomik dönüşümler nedeniyle işlerini ve ilişkilerini kaybettiklerini, hatta doğanın derinliklerine çekilip yeniden basit bir yaşam sürmeye başladıklarına örnek oluyor). Yine de ümidi kesmemek, belki de basit yaşama tutunmak, doğaya teslim olmak ve suni kategorik ayrımların ardındakini görmek gerekir; sınırı koruyan da sınırdan geçen de aynı işte...

Bulgaristan ve sınır hikayeleri etrafında kurgulanmış, son dönemde dilimizde de yayımlanmış çok güzel kitaplar var: Yüz Kitap tarafından Kübra Kelebekoğlu çevirisiyle yayımlanan Miroslav Penkov’un Batının Doğusu: Öykülerde Bir Ülke adlı kitap ve Metis tarafından Hasine Şen Karadeniz çevirisiyle yayımlanan Georgi Gospodinov’un romanları (Hüznün Fiziği ve Doğal Roman) Bulgar insanının çağdaş zamanda neler yaşadığına örnek olabilir metinler. Ayrıca Can Yayınları tarafından Melike Öztürk çevirisiyle yayımlanmış Bulgar asıllı Alman Ilija Trojanow’un İktidar ve Direniş’inde de Bulgaristan’da eski düzeninin varlığında ve yokluğunda muktedirlerin ve sıradan insanın neler yaptığını okumak mümkün. Bir de aklıma -Bulgar olmasa da- hafif büyülü gerçekçi romanı Solo’yu (çev. Beril Eyüboğlu, Metis) Bulgaristan üzerine kuran Rana Dasgupta geliyor; sıkıyönetimlere örneklik edecek bir ülke olarak başka diyarların yazarları da Bulgaristan’ı mitleştirebiliyor anlaşılan.

[Temmuz 2018]

Dağılmış Yugoslavya Edebiyatı

Yazının yayımlandığı günlerde Belladonna'nın yazarı akciğer kanserinden aramızdan ayrılmıştı.

Daša Drndić

Bakir kalmış coğrafyasına, elverişli fiyatlarına, ortaçağ kasabalarını hatırlatan dokunulmamış mimarisine, havasının ve suyunun kattığı lezzetli yiyeceklerine kapılan turistler, zamanında yaşanmış sert idari dönemlerin ve kıyasıya savaşların sonuçları için şöyle bir ahlanıp vahlanırlar, ama sonrasında gidecekleri başka bir yere geçerler. Halbuki orada doğmuş, büyümüş, idarelerin baskısıyla bunalmış, savaşların gazabıyla çok şey yitirmiş insanlar, dünyaya dağıldıkları yerlerde hayatlarının parçalarını toplamaya çalışırlar durmadan, bunu da en çok sanat yoluyla, mesela yazarak yaparlar. İşte Balkan gerçeği, mesela Yugoslav olmak, budur sanki.

Rahmetli babaannem Novi Pazarlıydı. Annesiyle beraber iki kardeş, dayılarını ziyarete gelmişler, geliş o geliş; 1930’larda Türk vatandaşlığına geçmişler, sonraki tüm ömürleri burada geçmiş. Yine de Novi Pazar’da su kenarında yeşillikler içinde babasıyla birlikte elleriyle beslediği geyikleri her zaman anlatmıştır babaannem; sıla hasretinin, memleket özleminin, nostaljinin nispeten iyi yaşamış bir insanda bile ne kadar yoğun olduğunu öğrenmişimdir bu masalsı anlatılarından, bir de Balkan topraklarının ne kadar bereketli olduğunu, yeşil olduğunu. Yakın dönemde kısa bir Karadağ-Kotor tatili sonrasında, hakiki yeşili, dağı ve boyumun uzunluğunun nereden geldiğini anlamış oldum! Dağılan bir ülkenin nispeten hiç yıkım görmemiş (1991-1992 arasında komşu Dubrovnik kuşatmasına katılmış Karadağ askerleri, ama kendi topraklarına kimse girememiş o süreçte) kentlerindeki insanların bile ne kadar sert durdukları dikkat çekerken, coğrafyanın Osmanlı-Habsburg-Romanov imparatorlukları altında, onlarca farklı etnik ve dini farklılıklarla ayrışan milletler arasında yaşanan savaşlardan, idari çekişmelerden, sonrasında gerek Nazilerin gerekse de Tito sonrası basiretsiz sosyalist idarelerin kök söktürücü tavırlarından mustarip insanların ne halde olduğunu daha da merak ettim. Bu nedenle bir zamanlar Yugoslavya’yı oluşturmuş ama şimdi bağımsız devletler haline gelmiş ülkelerden insanların yazdıkları romanlara bakınmaya başladım.


Dağılmanın metaforu bedensel hastalıklar


Tesadüfen ilk elime aldığım, Karadağ’ın başkenti, bir zamanların Burguriçe’si, Yugoslavya’nın Titograd’ı Podgorica’da benim doğduğum yıl doğmuş Ognjen Spahić’in –Tugay Kaban çevirisiyle dilimize aktarılmış– sert romanı Hansen’in Evlatları’nın Dedalus baskısı oldu. Bir ülkenin dağılmasının adeta metaforu olarak, insanın dağılmasını ve lanetlenmiş gibi gözükmesini sağlayan cüzzam hastalığını merkezine alan romanında Spahić, Çavuşesku Romanya’sına yerleştirdiği çöküş esnasında Avrupa’nın son cüzzam hastanesinde geçebilecekleri kurgulamış. Zaten hastalıkları nedeniyle toplumdan dışlanmış insanların, hastanenin kıyısında olup biten tüm gösterilere, çatışmalara, devrilen idarelere bulaşamadan, kendi içlerinde mücadelelerini nasıl verdiğini okurken, her şeyi kenardan ve ortaçağ mimarisinden izleyen bir Karadağlının nasıl hissettiğini düşünmeye çalıştım.

Yugoslavya dağılmasını kısmen içinden izlemiş, Bosna-Hersekli, Saraybosna doğumlu, ama aslen Ukrayna kökenli bir ailenin haşarı çocuğu Aleksandar Hemon, Everest Yayınları tarafından Seda Çıngay Mellor çevirisiyle yakınlarda yayımlanan otobiyografik yapıtı Hayatlarımın Kitabı'nda, Tito’nun ölümü sonrasında (1980’ler biter 1990’lar başlarken) ülkesinde yaşanan tüm çalkantılar esnasında, gençlerin asıl dertlerinin dünya gençleriyle hemen hemen aynı olduğunu ama buna rağmen nasıl ülkenin parça parça söküldüğünü, daha da kötüsü insanların, -üstelik kendi Shakespeare uzmanı edebiyat profesörü de dahil- eğitimli insanların fırsatını bulduğunda Nazileri aratmayacak kötülükleri büyük bir soğukkanlılıkla işlediklerini yazdığından, bir Bosnalının nasıl hissedebileceğini anlamaya çalıştım. Elbette savaşın hararetli döneminde, soykırım boyutunda katliamların karşılıklı yaşandığı zamanda çoktan Amerika’ya geçmiş Hemon’un yanı sıra, kuşatma altında kalmış, belki de savaşmış bir yazarın yapıtını da okumam, Yugoslavya’nın dağılması trajedisini daha iyi anlamama yardımcı olacaktır.

Bir sonraki okuduğum roman, Burhan Sönmez’e İstanbul İstanbul kitabı için verilen 2018 EBRD Edebiyat Ödülü’nün adayları arasındaki Hırvat yazar Daša Drndić’in Belladonna’sı oldu ve böylece bir Hırvatın, sadece dağılma savaşı döneminde değil, sonrasında da Yugoslavlıktan nasıl men edildiğini, elindeki imkanları nasıl kaybettiğini ve aslında bu yaşananların çok önceden, yüzyılın başından beri Balkan insanlarının zaman zaman izlediği “köksökme” politikalarına ne kadar benzediğini okumuş oldum. Drndić’in dopdolu, yoğun romanı tek bir adamın, Andreas Ban adlı bir Hırvat aile babası, yazar, psikanalist, akademisyen, entelektüelin tarihin çarkları dönerken idarelerle insanların parçalanmasının arasından nasıl geçtiğini anlatıyor. İlginç olan, Drndić’in kahramanına tıpkı Spahić’in cüzzamı benzeri bir dağıtıcı hastalık kondurması: Romanın çok büyük bir kısmı, nadir görülse de bir erkeğin de başına gelebilen meme kanserine yakalanmış Andreas Ban’ın tedavisi ve bu esnada şahit oldukları üzerine kurulmuş. Sanırım ülkelerinin dağılmasını düşünürken, bir de bu dağılmaya ivme kazandıran 1986’nın büyük nükleer felaketi Çernobil’den etkilenen tüm Doğu Avrupa ülkelerinin (bizim ülkemiz de dahil olmak üzere) insanlarının başına sık gelen kanser hastalığını, eşleştirebilecekleri bir metafor olarak bulabiliyor eski Yugoslavya’nın çağdaş yazarları. (Hemon’un kitabında da, sonlara doğru çok gergin ve sert bir kanser mücadelesi epizodu var, üstelik yeni kuşağın başına gelen bir hastalık söz konusu; belki de yaşananların tahribatının, gelecek kuşakları da etkileyeceğini anlamamızı istiyordur yazar.)

Bizim şimdi turist ya da okur olarak ziyaret ettiğimiz, ama milyonlarca insanın sayısız talihsiz durumdan geçtiği, idarelerinin çöküşünün altında kalırken birbirleriyle kıyasıya savaştığı, bambaşka ülkelerde kendilerine yeni hayatlar bulmaya çalıştıkları, sonrasında kendi ülkelerini yeniden inşa etmeye çalışırken yer yer akıllanıp duruldukları, yer yer de tekrar patlayan bir volkan gibi anlık şiddetlerin insanları her daim alıp götürebileceğinin hissedildiği bir yer olduğunu unutmamalı Avrupa’nın en güzel toprakları Balkanlar’daki eski Yugoslav ülkelerinin. Ben eski Yugoslavların neler hissettiğini anlamaya devam etmek üzere Sloven Drago Jančar’ın yine Dedalus tarafından yayımlanan –Sina Baydur çevirisi– yapıtlarını okumaya koyulurken, bir de zamanında Pupa Yayınları tarafından yayımlanmış ama baskısı bitmiş Semezdin Mehmetinoviç’in Saraybosna Blues’unun da (yine Sina Baydur’un Ay Başman’la çevirisi) peşine düşeceğim; peki siz nereye gitmek ve neresinden yaklaşmak istersiniz bu trajik coğrafyaya, edebiyata?

[Haziran 2018]

20 Ağustos 2019 Salı

Çağdaş İngiliz Edebiyatı Kanonu: Altın Booker Jenerasyonu


Michael Ondaatje

Her nedense en rahat ve yaygın olarak takip ettiğimiz edebiyat dili İngilizce gibi geliyor bana. Bir zamanlar Fransızcanın belirgin bir ağırlığı varmış, hatta yazarlarımız Fransızca okudukları romanlardan ve şiirlerden hareketle modern edebiyatımızı oluşturmaya başlamışlar. Sonra her ne olduysa, Britanya’nın ve Amerika’nın diliyle yazılmış yapıtlar yaygınlaşmış, bu yapıtları çevirirken geliştirilmiş dil çözümleri de günümüz kuşaklarının diline farkında olmadan ya da kimi zaman özgün çakışmalarıyla sızıvermiş. Herhalde eğitim ve kültür politikalarında yön, ağırlıklı olarak İngilizceye dönünce, ilk dalgası 1950’lerden itibaren ama asıl olarak 1980 sonrasında kitleselleşerek İngilizce diğer rakiplerini (başta Fransızcayı, ama ülkede köklü eğitim kurumları olan Almanca ve İtalyancayı da, ne yazık ki milli eğitim düzeyinde yer almayan ama dünyanın en yaygın Latin dili olan İspanyolcayı da; Rusça ve Arapça dahil farklı alfabeleri olan dilleri de) geride bırakarak kültürümüzün başat yabancı dili haline gelmiş durumda. Küreselleşme paradigması doğrultusunda tüm dünyanın küresel dili olabildiği için de pek çok farklı dilde yazılan metinler açısından bir köprü dil olabiliyor İngilizce (bir zamanlar bu konumda yine Fransızca vardı, unutmamalı).

İngilizce edebiyatın önemli ödüllerinden Man Booker, bu yıl 50. yılını 6-8 Temmuz günlerinde Londra’da Southbank Centre’da gerçekleşecek özel bir festivalle kutlayacak ve yıllar boyunca (her ne kadar son yıllarda Amerikalılara da ödül verseler ve bu konuda protestolar yaygınlaşsa da) Britanyalı yazarlara verdikleri ödülleri kazananlar arasından bir kişiye Altın Man Booker ödülünü verecek (daha önceki, 25. ve 40. yıldönümlerinde olduğu gibi Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocuklarıseçilmez umarım yine). Seçim iki aşamalı gerçekleşecek. Jüri olarak seçilen beş isim, her biri kendisine önerilen dönemin ödül kazanan yapıtlarını okuyacak ve seçtiği bir yapıtı önerecek, ardından bir ay boyunca beş altın aday halk oylamasına açılacak ve sonunda 50 yılın altın yapıtı seçilecek. Yazar ve editör Robert McCrum 1970’leri, şair Lemn Sissay 1980’leri, romancı Kamila Shamsie 1990’ları, romancı ve radyo programcısı Simon Mayo 2000’leri ve şair Hollie McNish de 2010’ları gözden geçirecek. Böylece elli yıllık bir dönemde, tam da 1969’dan bu yana küreselleşen dünyanın başat dilinin seçkin yapıtlarının okurlar tarafından gözden geçirilebileceği ve nereden nereye geldiğimizi anlayacağımız aylar geçireceğiz. 

Percy Herbert Newby’nin dilimize hiç çevrilmemiş Something to Answer For romanıyla başlayan, Bernice Rubens, V. S. Naipaul, G ile John Berger, J. G. Farrell, Nadine Gordimer, Stanley Middleton, Ruth Prawer, David Storey, Paul Scott, Deniz, Deniz ile Iris Murdoch’tan geçerek Penelope Fitzgerald’a kadarki ilk on ismi McCrum okuyacak. Dilimize daha fazla çevrilmiş yapıtların bulunduğu bir dönemde William Golding’in Geçiş Ayinleri, Salman Rushdie’nin üç “Booker’lısı”, Thomas Keneally, Coetzee’nin Michael K. Yaşamı ve Yaşadığı Dönem, Anita Brookner, Keri Hulme, Kingsley Amis, Penelope Lively, Peter Carey ve son Nobellimiz Kazuo Ishiguro’nun Günden Kalanlar kitapları Sissay tarafından incelenecek. 1990'ları kapsayan bir listedeyse A. S. Byatt, Ben Okri, Michael Ondaatje, Barry Unsworth, Roddy Doyle, James Kelman, Pat Barker, Graham Swift, Arundhati Roy, Ian McEwan ve ikinci bir romanla Coetzee Shamsie’ye düşüyor. 21. yüzyıl başladığında Margaret Atwood, ikinci bir romanıyla Peter Carey, Yann Martel, DBC Pierre, Alan Hollinghurst, John Banville, Kiran Desai, Anne Enright, Aravind Adiga, Hillary Mantel gibi pek çoğu hâlâ yıldız isimler Mayo tarafından okunacak. Ve çağdaş zamanlarda Howard Jacobson, nihayet Julian Barnes, tekrar Hillary Mantel, Eleanor Catton, Richard Flanagan, Marlon James ve Amerikalılar Paul Beatty ve George Saunders McNish’in payına düşenler olacak. Bakalım İngilizcenin yayıldığı ve bir zamanlar Britanya’ya ait olan topraklarda üretilmiş edebiyatın zirvesine kimi yerleştirecek bugünün jürisi. 

“New Elizabethans”


Tam bu dönemde, mart ayı sonunda 6000. sayısını yayımlayan Times Literary Supplement (TLS), bir sonraki hafta da, 200 kişiye gönderdiği bir anket sonucunda hazırladığı, günümüzün en iyi Britanyalı (Britanyalı diye kategorize ettiğimiz tüm bu isimlerin bizde yoğunlaşmış emperyal Britanya’yla ve 20. yüzyıl başından kalmış İngiliz algısıyla hiç alakası olmadığını, post-emperyal ve post-kolonyal dönemin yazarları olduğunu unutmamalı) ve İrlandalı romancıları listesini, yeni İngiliz edebiyatı kanonu önerisi olarak yirmi ismi ortaya koydu. “New Elizabethans” olarak vaftiz ettiği bu listeyi oluştururken her bir katılımcıdan on isim önermelerini isteyen dergiye cevap olarak –tüm liste jürilerinde ve tepkilerinde rastlanabilen– tepkiler de gelmiş: “Hiç kimse hak etmiyor”dan “seçim yapamam”a çeşitli bahaneler kadar, “tek bir isim hak ediyor: Tom McCarthy“ gibi iddialı yanıtlar da söz konusu. Ama büyük çoğunluk düzgün önerilerde bulunmuş olmalı ki, sağlam bir liste elimize geçmiş oldu. En çok aday gösterilen isimlerden oluşan bu yeni Britanyalı ve İrlandalı  romancılar, bizim de bir kısmını dilimizde ya da kendi dillerinde hayranlıkla takip ettiğimiz isimler kadar, bir türlü ya da henüz yeteri kadar ilgi göstermediklerimizden de oluşuyor: İlk onda son romanlarında mevsimlerde odaklanan Ali Smith, üst üste ödüllere boğulan Hillary Mantel, en erken yayımlatmaya başlayanlardan ve hâlâ çok genç Zadie Smith, Nobel’ine rağmen başyapıtını henüz vermediği düşünülen Kazuo Ishiguro, ilk romanı Kız Natamam Bir Şeydir’i kabul ettirmek için çok uğraşsa da sonrasında hızla kabul gören Eimear McBride, İrlanda‘nın yıldızı Colm Tóibín, henüz dilimizde göremediğimiz Nicola Barker, yine neden pek dilimize aktarılmadığını ve bizde tutmadığını hep merak ettiğim Alan Hollinghurst, İrlandalı Anne Enright ve Sebastian Barry, henüz tam olarak keşfedildiğini düşünmediğim Jon McGregor yer alıyor. Sonraki on ismi de verelim: David Szalay, Kevin Barry, Deborah Levy, Tom McCarthy, Sally Rooney, Kamila Shamsie, Claire-Louise Bennett, Rachel Cusk, Gwendoline Riley, Sarah Waters. Londra merkezli yayıncılık dünyasının Britanyalı yıldızları bugün ne ölçüde buradaki okurlar nezdinde kabul görüyor, ne ölçüde kapsam dışında bırakılıyor ve zamanında kapsam dışında bırakılanları tekrar keşfedecek ve dilimize aktaracak yeni yayıncılar ortaya çıkacak mı, zamanla göreceğiz. 

[Mayıs 2018]