31 Ekim 2009 Cumartesi

Transparence (Saydamlık, Şeffaflık)

Milan Kundera

"Bu sözcüğün politika ve gazeteci söylemindeki anlamı: Bireylerin hayatının halka açılması. Bu bizi André Breton'a ve onun herkesin gözü önünde camdan bir evde yaşamak istemesine götürüyor. Cam ev: eski bir ütopya ve aynı zamanda modern hayatın en korkunç veçhelerinden biri. Kural: Devlet işleri ne kadar matlaşır, kapalı kutu haline gelirse, bir bireyin işleri de o kadar saydam olmak zorundadır; bürokrasi kamusal bir şeyi temsil etmekle birlikte anonimdir, gizlidir, kodlanmıştır, akıl almazdır, oysa özel insan sağlığını, mali durumunu, aile hayatını ortaya sermek zorundadır ve eğer medya bir kere karar vermişse, ne aşkta, ne hastalıkta, ne ölümde tek bir an bile mahremiyetini koruyamayacaktır. Başkasının mahremiyetine tecavüz etme arzusu saldırganlığın çok eski bir biçimidir ve bugün kurumsallaşmıştır (fişleriyle bürokrasi, muhabirleriyle basın), ahlaki olarak onaylanmıştır (bilgi edinme hakkı insan haklarının ilk şartı haline gelmiştir) ve şiirselleştirilmiştir (o güzelim saydamlık sözcüğüyle)."

[Milan Kundera, elimdeki Can Yayınları baskısı Roman Sanatı adlı derlemesinde yer alan "Yetmiş Üç Sözcük" adlı bölümde bugün çok daha vahim hale gelmiş mahremiyet meselesi üzerine bu sözlük maddesini kaleme almış, Aysel Bora fransızcadan türkçeye çevirmiş.]

28 Ekim 2009 Çarşamba

Şişli'de bir apartıman...


Bu ay ikinci kez karşı yakaya yolculuk yaptım. Taşındığımdan beri görmediğim dostlarımı görmek için Şişli'ye geçtim. Geçen hafta kendime radikal bir kural koymuştum, o kuralı bozmadan: Mümkün olduğunda motorlu araç kullanmayacaktım, metrobüs istisna olacaktı. Araba, dolmuş, minibüs, otobüs ve de arkadaşların motorsikletleri yasak kapsamında. Yürüyüş olur, bisiklet, deniz ulaşımı, raylı ulaşım... Metrobüs motorlu olmakla birlikte raylı ulaşım kapsamında sayılır, ayrıca bu şehirde iki yaka olduğu düşünülürse, mecburi bir karşıdan karşıya geçiş aracı olarak kabul edilebilir. Elbette bu kural hayata uyduğunca geçerli olacak, acil işler ve zor koşullar söz konusu olduğunda esnetilebilecek. İşte bu ahval ve şeraitte akşam yedide niyetlendim karşıya geçmeye, haberleştim, atıştırdım, yola koyuldum. Caddebostan'dan Söğütlüçeşme'ye yürüyüş, yirmi dakikalık rahat bir metrobüs yolculuğuyla Mecidiyeköy, sonra da uzunluğuyla meşhur Koca Mansur Sokağın alt ucunda, Şişli'de bir apartıman...

Apartıman ahalisi çok neşeli insanlardır, ama bir yandan da gündelik hayatın, özellikle de iş hayatının sertlikleri içinde günboyu o neşelerini kaybederler. Şişli'deki yaşamlarında mümkün olduğunca kendilerini sağaltmaya çalışıyorlar. Onlara yaptığım ikinci ziyaretti bu, ilki kısa ve günün yorgunluğuna daha fazla teslim olmuş bir seferdi. Dün gece ise dolu dolu, üç saate yakın konuşuldu. Benim en sevdiğim laf, Akademisyen sinemacı Ali için sarfettiğim "Akateur" lafı oldu. Esirgeyen Bas Gitar ve Şehir Kedisi ile de bol bol özlem giderdik. Yalnız bir ara Şehir Kedisi ile birbirimize giriyorduk neredeyse, hayallerimizin tasarımcıya ihtiyacı olup olmadığı meselesinde. Gecenin ikinci komik gerginliği ise hayatta vuku bulan şeylerin tesadüf mü yoksa olması gereken -ama kader değil, yazı değil- süreçler mi olduğu konusunda yaşandı. Taraflar kabaca aynı şeyi söylemelerine karşın Esirgeyen Bas Gitar'ın inatçı bir materyalist olması beni bile kaderci gösterdi. Halbuki ben var ile yok arasında bir yerlerde, bilememe olasılığındayım. Sonrası cinlerle perilerin halveti...

Sabah iş insanları işlerine koyulmak için uyandılar, hazırlanıp evi terk ettiler. Dokuzu geçe ben de zevcini karşılamak üzere Taksim'e gidecek olan neşeli mimar ev sakiniyle aynı anda sokağa döküldüm. Mecidiyeköy'deki metrobüs durağına yürüyüş, Söğütlüçeşme'ye yolculuk, yağan yağmur nedeniyle araç orucumu bozacağımı düşünürken fark ettiğim tren istasyonu, hafif rötarlı da olsa tenha bir banliyö treniyle Erenköy'e geliş, yağmur altında eve yürüyüş derken on bir olmamışken sükunete, Caddebostan'da bir apartımana geldim nihayet.

Avrupa yakasına yaptığım her yolculuk yıpratıcı oluyor iki senedir, ama bu seferkini fazla hasar görmeden atlattım sanırım.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Haberiniz var mıydı, Paul Auster Invisible'den?



Sanırım son romanlarındaki -kanımca- özensizliğin etkisiyle peşini kovalamaktan bıkmıştım. Önce Yazı Odasında Yolculuklar, sonra da Karanlıktaki Adam, hatta bir zamanların Kehanet Gecesi, hep tasarıyla ortaya çıkan arasındaki metnin kopukluklarını bir şekilde Austerian diyebileceğimiz bir üslupla kapatarak paketlenmiş romanlar olarak gördüğüm yapıtlardır. İçlerinde yer yer iyi fikirler, güzel anlatımlar, samimi itiraflar bulunsa bile bir Ay Sarayı, Yanılsamalar Kitabı ya da Brooklyn Çılgınları değillerdir. Galiba bu nedenle bugün Suadiye Remzi Kitabevi'nde apansızın karşılaştığım yeni kitabı Invisible'i ilkbakışta almamayı başardım. Hardcover çılgınlığının geçmesini, en azından paperback'inin gelmesini bekleyeceğimi umuyorum, ancak yine de ecnebi satış kanallarındaki övgülerine kanabilirim. Lütfen biri bana Paul Auster etrafında koparılan gürültünün edebiyat ajanının veya yayınevlerinin çabası olduğunu sık sık hatırlatsın, yoksa bir zamanlar çok sevdiğim bu yazara yeniden kapılma eğilimi gösteriyorum.

[Yerine Will Self'ten bir roman aldım, iyi mi yaptım bilemiyorum, kendisiyle uzun zamandır tanışmak istememe rağmen -Nihan'ın Gül ve Budak'ı bana anlatmasından beri- erteliyordum bu tanışmayı, kırmak istedim inadı. Alternatiflerim Sara Gruen'in, sonradan İnkılap'tan Filler İçin Su adıyla türkçeye kazandırıldığını öğrendiğim, Water For Elephants'ı ile Hanif Kureishi'nin şimdilik son romanı Something To Tell You'nun paperback'i idi. Ha bir de bir Jonathan Frenzen kitabı da vardı, ama Frenzen'le de tanışmayı hep ertelemiştim, gene erteledim.

Bir de karşıma hâlâ sevdiğim bir yazarın, misal Haruki Murakami'nin, yayımlandığından bihaber olduğum -mümkünse bu tabii- bir kitabı çıkmış olsaydı, iki elim dolu olsa bile (kanda denir ya, çok kanlı geldi o tabir) gözümü kırpmadan alırdım. Murakami Auster'ı tahtından etmiş durumda yani.]

***

Ekleme [25 Ekim 2009 Pazar düzeltilmiş saatle 14:10]: Doğum günlerinde ve benzer özel günlerde işleyen hediye ekonomisinden istifade ederek Invisible'i edindim. Cenk Tanaydın sağolsun. Bunun sonucu önümüzdeki günlerde etraflıca bir Paul Auster metnine girişmek olabilir. Kitaplarının büyük bir kısmını beğenerek okuduğum Paul Auster'ın son zamanlarda romanlarını savsaklayıp savsaklamadığı meselesini kendimce aydınlatmak istiyorum ne de olsa.]

14 Ekim 2009 Çarşamba

Yabancılara dostça davranmamazlık etmeyin...


Bir senedir mümkün olduğunca Newsweek dergisinin Türkiye baskısını takip etmeye çalışıyorum, oldukça güzel bir ahkâm kaynağı oluyor. Daha önceleri Yeni Aktüel'i çıkartan Selçuk Tepeli ve ekibi gayet düzgün bir iş yapıyor. Üniversitede iki yıl arayla da olsa aynı sıralardan geçtiğim, en son Bilgi Üniversitesi'nde Aydın Uğur'un ofisinde karşılaştığım Selçuk Tepeli'yle bir daha şahsen karşılaşma fırsatı bulabilirsem, ülkenin en iyi haftalık haber dergilerinden birini çıkarttığı için özellikle teşekkür edeceğim.

Son sayısında Aslı Ulusoy-Pannuti'nin hazırladığı ufak bir kitap haberi Paris'teki James Joyce'un hayat hikâyesinden ilk öğrendiğim Shakespeare and Company adlı efsanevi kitabevinin yeni bir boyutunu aydınlattı benim için: Elbette şimdiki sahipleriyle anlaşarak birtakım seyyah yazarlar bu kitapçıda çalışarak üst katlarında kalabiliyorlarmış. Yani Henry Miller, Anais Nin, Lawrence Durrell gibi isimlerin çay içtiği bu kitabevinde günlerinizi doyasıya geçirebilir, orta kattaki kütüp/yatak hanede kim bilir ne kadar önemli kitapları gönlünüzce karıştırabilirsiniz. Tabii bunun için sıkı bir okur/yazar olmanız ve insan ilişkilerinde mümkünse tatlı dille yılanları deliklerinden çıkarmanız gerekecektir.

Bu arada Shakespeare and Co. çalışanları size ellerinden gelen yardımı göstereceklerdir, ne de olsa mottoları "be not inhospitable to strangers lest they be angels in disguise"...

13 Ekim 2009 Salı

Ölümüne sıkılmak...


Kötü çeviri ama iyi dizi Bored to Death... İlk olarak Hakan Toker'in twitlerinden birinde rast geldim, merak edip izlemeye başladım. Copolla ailesinin enteresan oğlanlarından Jason Schwartzman'ın başrolünde oynadığı, şahane bir komedi çıktı. Melankolik, alkolik, aşık, aptal, hayalperest başkarakterin sevgilisi tarafından terk edildikten sonra eline aldığı bir Raymond Chandler romanından gaza gelerek özel dedektif ilanı vermesiyle yola çıkan dizi, sinik bir güldürü olarak Woody Allen'ın genişlettiği kanalda ilerliyor. Daha önce bahsini geçirdiğim Antoine Doinel'in özel dedektiflik maceralarını anımsatır bir portre çiziyor Schwartzman. Dizinin bence önemli bir bonusu da Ted Danson. Cheers'taki kıro ama temiz kalpli barmen rolünü daha sonraki dizilerinde zeki ama huysuz doktorlarla ikame etmeye çalışan, artık bembeyaz saçlı 80'lerin bu ünlü sit-com oyuncusu zengin ama narkotik alışkanlıkları yüksek yeni rolünde olgunluğunu sergiliyor. Edebiyat ve sinema göndermeleri dolu olan yapım aslında Jonathan Ames'in göz ağrısı. Umarım istim tutar ve şapşal dedektifin maceralarını bol bol izleyebiliriz.

İlk bölümde Raymond Chandler, ikinci bölümde de Fight Club referansları geçti... Bakalım diğer bölümler neler getirecek...

Yakında size bir sürprizim var...

Yeniden yazmaya başlıyorum da öyle kuru kuru olmasın diye düşündüm. Malum devir ekonomik/yapısal kriz devri, zamanımız, kaynaklarımız değerli, boş boş okunmasın yazdıklarım diye öncelikle mümkün olduğunca okurlarımın ve hatta okurların çıkarına metinler kurmaya çalışacağım, yani okuduklarınız size mümkünse başka yapıtlar da okutturabilecek, hem de okurların hoşuna gidecek başka oyunbazlıklar da tasarlayacağım. Anlayacağınız yakında okur olmanız size karınca kararınca birtakım katkılarda bulunabilecek. Tabii tüm bunlar büyük ölçüde benim zihnimde oluşan hezeyanlar, ama şurada burada birkaç hezeyanlı kişiyle, işletmeyle vs. anlaşıp neden hep beraber etrafımızı değiştirmeye başlamayalım ki?! Sürprizi açıklamadım ama sürpriz yapacağımı açıkladım ya, bu da başka bir hezeyan zaten. Neysah!:..

Üç vakte kadar görüşürüz...

12 Ekim 2009 Pazartesi

Birikmiş kitaplar...


Hayatın içindeki telaş artınca okunacak kitaplar bir yerde yığılıyor, bir masanın üzerinde, kütüphane raflarında, yatağın yanıbaşındaki komodinde, orada burada... İki ay önce taşınınca eşyalarımı düzenli tutmaya niyetlendim, ancak bu düzen meselesinde biraz suyunu çıkarmış olmalıyım, çünkü on beşi aşkın senedir kâğıtlara yazmış olduğum tüm notları bilgisayara geçirip adamakıllı istiflemek niyetiyle giriştiğim çabanın boyutlarını kestiremediğimden hâlâ günde otuz-kırk sayfayı dizmekteyim. Kabaca 2009 boyunca bu temponun süreceğini hesaplıyorum, bitirdiğimde haber veririm.

Tabii bu süreçte biriken kitaplara da arada bir kafamı dağıtmak için el atıyorum. Bunların kısa bir listesini vereyim, diyelim ki ilk beş:

1. Ayfer Tunç, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi. Şu anda okuduğum enfes bir panoramik çağdaş masal. Yılankavi bir anlatı. Ortalarındayım ve hiç şaşmadan günde yirmi, yirmi beş sayfa okuyorum ve çok eğleniyorum.
2. Douglas Coupland, Generation A. Geçen haftalarda Robinson Crusoe 389'un önünden geçerken vitrinde görüp alelacele kapmıştım. X Kuşağı'nın yazarından arılardan sonraki dünya hakkında öngörüler...
3. Roberto Bolaño, 2666. Bugün aldım ve hemen okuma listemin ön sıralarına yerleştirdim. Daha önce hiç Bolaño okumadığım için heyecanlıyım. Ayrıca tuğla kalınlığıyla bana meydan okuyor. Elimdeki İngilizce nüsha 898 sayfa. Şilili serseri yazarın ölmeden önce tamamladığı son romanı.
4. Yaşar Kemal, Karıncanın Su İçtiği. Büyük ustanın Bir Ada Hikâyesi'ne geçen ay başlamıştım, hemen yapıtın çıkmış olan diğer iki cildini de istetiverdim, Gergedan Kitabevi'nden. Sağolsunlar hemen getirdiler, ancak ilk cildi bitirdikten sonra bunu ve devamı Tanyeri Horozları'nı henüz bekletiyorum. Eğer daha heyecan verici yapıtlar araya girmezse yakınd başlayabilirim umarım.
5. 11.B. Yani bienalin metinleri. Daha çok nesne kitap olarak ilgimi çektiği için aldım, bir de sevgili dostlarım İlkay ve Emre'nin emekleri için. Elbette başka dostlar da işin içinden çıktı. Ama itiraf edeyim, henüz bienal sergilerini gezmedim ve endişelerim sadece metinlerle yetineceğim yönünde, umarım haksız çıkarım.

Bu listeyle yeniden aktif olarak bloglamaya geri dönmeyi de umuyorum. Bakalım artık...