13 Nisan 2009 Pazartesi

Gına

Bu uyutmacadan sıkıldım iyice. Başlangıçta inandırıcı geliyordu, bir zamanların karanlık işlerle anılan isimleri normal karşılanıyordu, ama zamanla işler çığırından çıktı sanki.

Bir ya da iki ayda bir sabah uyandığımda manşetlerde yeni bir dalgadan bahsediliyor ve gözaltına alınan prestijli isimler sayılıyordu. Savcıların talimatlarıyla bir sürü insan toplanıyor, ülkenin en gizemli soruşturmasına dahil ediliyordu. Dalga sayısı arttıkça göz altına alınan insanların saygınlığı da artıyordu sanki. İlk baştaki gibi ağzından köpükler saçan çeşitli ırkçıların ya da gerçekten darbe heveslisi olabilecek asker emeklilerinin yerini profesörlerin, gazetecilerin ve laiklik sempatizanlarının almasıyla işler daha da çığırından çıkmış izlenimi vermeye başladı. Hükümetin muhalefete karşı baskı yapmak için bu soruşturmaya destek verdiği izlenimi alenen oluşmaya başladı. Ne zaman ülkenin gündemi tükense, pat diye yeni bir soruşturma dalgası, gözaltı dalgası. Açıkçası çok riskli bir tiyatronun can yaktığını düşünür oldum.

Bu durum da çok can sıkmaya başladı. Artık bu meselenin gün geçtikçe herkese atılacak bir çamur kıvamına geldiğini görüp ürker hale de geldim. Sabaha karşı operasyonların yapıldığı bir ülkede yaşıyor olmak, sadece ürkütmüyor, moral bozuyor. Artık bir toplumsal barışın yapılmasını arzuluyorum. Bir zamanlar demokrasi dışı düşünceleri olan kim kaldıysa dışarıda, kabullensin ülkenin normalleşmesi gerektiğini ve hem hükümet hem de laiklik yanlıları, darbe masallarını rafa kaldırsınlar.

Yeteri kadar saçmalandığını hissediyorum. Tıpkı son Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin gösterdiği gibi, oynanacak futbol kalmadığında başarısız gözükmemek için saçmasapan şiddet oyunları sergileyen futbolcuların ve komplo söylentileri çıkaran yöneticilerin artık her iki takım taraftarı tarafından da küçük görülmesi ve destek bulmaması durumunda olduğu gibi, şu Ergenekon meseli de halk tarafından küçük görülüyor ve destek verilmiyor. Obama çılgınlığının, ekonomik müjdelerin sona böyle erdirilmemesi gerekiyordu, güzel bir Nisan gününde.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Bir Kutu-adama Silah Doğrultulmaz...

"Aslına bakılacak olursa, kutu yapmak öyle uzun boylu bir iş değildir (ihtiyaç halinde bu iş bir saatten az sürer). Ama kutuyu taşımaya başlamak ve kutu-adam olmak çok cesaret gerektirir. Ne olursa olsun denerek bu anlamsız kutu kafanın üstünde sokağa çıkıldığında, kutu-adam haline gelinir. Yani ne adamsınızdır artık, ne de kutu. Bir kutu-adam tıpkı yılanlar gibi, hoş olmayan bir zehir taşır. Aynı şekilde, ininde halka sergilenen bir ayı-adam veya bir reklam afişi üzerinde bulunan bir yılan-kadın da belirli dozda zehir salgılarlar, ama bunlar bir giriş bileti karşılığında hemen etkisini kaybederler. Oysa kutu-adamın zehrini salgılaması bu kadar basit bir sorun değildir."

(...)

"A.'nın tek hatası, kutu-adam olma konusunda bir başkasından daha bilinçli olmasıydı. Onunla alay edemezsiniz. Bir kere bile olsun, kimliği belli olmayan insanlar için var olacak, kimliği belli olmayan ve kapıları fark gözetmeksizin herkese açık olacak bir şehir hayal ettinizse; kendinizi bir kere bile olsun, yabancı insanlar arasında, savunmaya gerek duyulmayacak bir şekilde, amuda kalkıp yürüyebileceğiniz veya kimse bir şey demeden sokakta uyuyabileceğiniz; yeteneğinizle gurur duyuyorsanız şarkı söyleyebileceğiniz ve bütün bunları yaptıktan sonra, arzu ederseniz o kimliği belli olmayan kalabalığa karışabileceğiniz bir şehirde düşündünüzse, kayıtsız olamazsınız, zira siz de her zaman onunla aynı tehlikelerle karşı karşıyasınız.
İşte bu nedenle, hiçbir zaman bir kutu-adama silah doğrultmamak gerekir."

[Kobo Abe'nin Kutu Adam adlı romanından... Türkçesi Ahmet Gürcan, Remzi Kitabevi'nden 1993 yılında yayımlanmıştı.]

7 Nisan 2009 Salı

L'aquila depremi

Gecenin bir vakti, muhtemelen huzur dolu bir uyu sürerken, yer kıpırdanmaya başlar, gittikçe şiddetlenen sarsıntı uyandırır, güven yuvası evin üzerine yıkılmadığına dua edersin, eğer gerçekten şanslıysan. Daha önceden televizyonda başka şehirlerdeki yıkımını görmüşsündür, acırken bile kendine kondurmakta zorlanırsın. Ta ki, senin şehrini, kasabanı, köyünü de vurana kadar. Dünyanın kendi ritminde, insanları hiç kaale almadan yarattığı sarsıntılar, insanların binbir emekle kurdukları düzenleri paramparça edercesine etkiler; ta ki yeniden kurana kadar, belki de binlerce bina eksik, binlerce can kaybolmuş...
2009 Nisan ayında, eski kıta Avrupa'nın görece genç toprakları İtalya'da 6,3 şiddetindeki bir deprem, l'Aquila kasabası başta olmak üzere, binlerce binayı bir daha oturulamaz hale getirdi. İlk günün bilançosu, 150'nin üzerinde ölü, 1500'ün üzerinde yaralı, 50.000'in üzerinde evsiz. Henüz bu satırları yazdığımda artçı sarsıntılar devam ediyordu. İddia odur ki Etna Yanardağı'ndaki faaliyetler ile, bu depremlerin bir bağlantısı vardır. Aynı gün Endonezya'da bir uçak da düşünce, dünyanın hareketlerinin külliyen insanoğlunun hareketlerine müdahalesini daha iyi görebildik. Biz insanlar, sadece bu dünya üzerindeki varlıklardan biriyken, ne kadar da yanlış yere gurur yapmışız uygarlığımızdan, yine anladık.
Yine de umutsuzluğa kapılmaya hiç gerek yok. Hatta olup bitenleri değerlendirdiğimizde, insanoğlunun ölümlülüğüne rağmen kazançlarını görebiliriz: Enkaz altında kalanlara yardım eden ekiplerden, o güne kadar sahip olduklarını yitirenlere yardım edenlere; evleri yıkılmayanların duruşlarından, acı dolu insanların metanetine kadar insanın gücüyle ilgili pek çok fikir edinebiliriz İtalya'daki bu depremden. Benim ulaştığım en önemli yargı, depremin dünyanın sonu olmadığı ve insanların mümkün mertebe bu depremi olağan karşılamaları. Yoğun olarak etkilenmeyen pek çok insanın arka planda düzgün bir biçimde hayatlarına devam ettikleri görülüyor bu fotoğraflardan. Aynı şekilde yardım mekanizmalarının da hızla işletildiği anlaşılıyor. Kaos söz konusu değil, mümkün olduğunca düzenli bir şekilde sorunlarla başa çıkılıyor anlaşılan. Yıkım tahmin edilmeyen bir boyutta olabilir, ama metanetle yıkımın karşısına geçiliyor anlaşılan.
1999 Ağustos'unda Yalova'daydım, öncesinde ne Erzincan'daydım ne de Adana'da, sonra Düzce'de de değildim. Büyük bir depremin şokunu yaşadım, yıkımı gördüm, tepkiyi algılamaya çalıştım. O zaman profesyonellik yoktu ortada, kim elini atarsa o yardım ediyordu. İnsanlar büyük ölçüde panik yaşadı, yıkıma maruz kalanlar doğal olarak, ama yardım mekanizmalarının da iyi işletildiğini kimse iddia edemez. Sonrasında elbette AKUT ve benzeri mekanizmalar belli standartlar getirdi, ama ne kadar yeter hala tartışılır. Profesyonel yardımları, şahsen çok analiz edemem; ama sıradan insanın tepkilerini İtalya depremiyle karşılaştırdığımda, Türkiye'deki depremlerin sıradışılığının daha çok vurgulandığını görüyorum. İtalya'dan aldığım ders şu olacak: Eğer ben etkilenmediysem depremden ve profesyonel yardım mekanizmalarında yer almıyorsam, hayatımı normal olarak sürdürmeye gayret etmeliyim; bahane haline getirmemeli, dünyanın sonu geldi psikolojisine girmemeliyim. Doğanın ve dünyanın güçlerinin farkında olarak yaşamalıyım.

5 Nisan 2009 Pazar

20. yüzyıla övgü...


20. yüzyılın üzerinden 10 yıl geçti neredeyse, ama yine de o yüzyıla aitmişim gibi hissediyorum kendimi. Üstelik o yüzyılda sadece yirmi üç yıl yaşadım, son çeyreğinde. Ama değerlerim, dünyaya ve şeylere bakışım büyük ölçüde o yüzyılda şekillendi. Üstelik Reagan, Bush, Clinton üçlüsüyle; Evren, Özal, Demirel üçlüsünün etkisi altında. Çocukluk, ilkgençlik ve gençlik yıllarım o yüzyıldaydı. İlkokul, lise ve lisans eğitiminin ilk beş senesi (neredeyse tamamı, sonradan derslere girmem gerekmemişti) söz konusuydu. Müzik olarak da, şahsen, Glam Rock, NWOBHM, Hard Rock, Thrash, Heavy Metal, Speed, Hardcore, Doom, Grunge, Modern Rock, Alternative Rock, Brit Rock, Indie Rock sıçramalarını yapmıştım. İlk albümüm o yüzyılda Poison'a aitti, 1994'te Metallica konserine gitmiştim, 1996'da Pearl Jam, 1998'te Rolling Stones. Yüzyılı Taksim meydanında Athena konser verirken bir uçtan öteki uca kat ederken bitirdiğimi hatırlıyorum, sonra da Nişantaşı'nda birilerinin evine gitmiştim, evdeki insanlar çoktan uçuyorlardı. Douglas Coupland'ın X Kuşağı'nı, Elizabeth Wurtzel'in Prozac Toplumu'nu okumuştum, yine Coupland'ın Kız Arkadaşım Komada kitabını da okumuştum ve binyıl döngüsünde kıyamet bekliyordum. Berlin Duvarı'nın yıkılışı, SSCB'nin dağılışı, Yeltsin'in tanklar üzerindeki görüntüsü; İran-Irak Savaşı, Irak'ın Kuveyt'i İşgali ve Irak çöllerinde yanan petrol boruları görüntüsü; Uğur Mumcu'nun öldürülüşü, Tansu Çiller zamanındaki devalüasyon ve Değirmendere'deki denize gömülmüş sahil yaşamının televizyon kanallarına yansıyan görüntüsü şu anda zihnime üşüşüyor. Spectrum 16K ile bilgisayarla tanışmıştım, Commodore 64, Amiga 500, 8088 PC derken Pentium bir masaüstüyle yüzyılı kapatmıştım. İlk cep telefonum hantal bir Motorola'ydı ve 1998 yılında o zamanki sevgilimle rahat iletişim kurabileyim diye edinmiştim, sonra iletişim kazası sonucunda ayrılmıştık. Çizgi filmlerim Voltron, He-man, Clementine... Dizilerim Mavi Ay, Beverly Hills 90210, Friends... Film serilerim Geleceğe Dönüş, Terminatör, Üç Renk... Favori yönetmenlerim Spielberg, Kusturica, Fincher... En çok kitabını okuduğum yazarlar Enid Blyton, Milan Kundera, Paul Auster... Eskittiğim ve bir ikincisini aldığım albümler Achtung Baby, Nevermind, Ten, Wish, Metallica, Use Your Illusion II, Blood Sugar Sex Magik idi...

Peki bu gece, durupdururken, neden nostalji katarına binmiş durumdayım? Gün boyunca Deep Purple'dan Whitesnake'e doğru ilerleyen David Coverdale'in doğduğum yıl kaydettiği solo albümü Northwinds'i dinlediğim için olmalı...

4 Nisan 2009 Cumartesi

Yalıyar

"Bir gün, yalıyarda Meaume elini kadının omzuna koydu. Kadın elini hemen itti. Meaume uçuruma yaklaştı; yalıyarın dibindeki dev dalgalara baktı. O zaman Marie, gravürcü Meaume'a dedi ki: 'Ben, bağışlamak gerek. Memelerim okşandığında hemen kadın olmanın acısını çekiyorum. Buradaki bütün kadınlar böyle yaratılmış.'
-Trognon da mı?
-Trognon da.
Hemen ardından, daha alçak sesle: 'Kuşkusuz bilmiyorsunuz ama bu dünyada yaşayan kadınların genellikle kötü bir anısı vardır,' diye ekledi.
Ve sustu.
'Susmayın, susmayın. Bana bir şeyler söyleyin,' dedi Marie.
Ağlıyordu.
Meaume kadının elini tuttu. Marie hemen elini çekti."

[Pascal Quignard'ın Roma'daki Teras adlı yapıtından, Osman Senemoğlu çevirisi, Sel Yayıncılık.]