En son blog yazımı yazdığımda, ki aslında başka yerde yayımlanan yazılarımı topluyordum, dünyanın hali çok daha katlanılır durumdaydı, bildiğimiz dünyanın sonu hissini gitgide daha yoğun yaşasak da. Dünyanın üzerinden bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık geçti, akabinde bir de ölçeğine şaşırdığımız bir savaş başladı dünyanın şaşırtıcı bir bölgesinde, ülkemizde yaşadığımız ekonomik çalkantıları ve çok çeşitli doğal afetleri ve tabii bizim gibi insanlar açısından en iyi politikaları uygulamayan idaremizi de unutmamalı... Tüm bu faktörler biz insanları sarstı, bir kenara fırlattı. Afalladık, ne yapacağımızı şaşırdık, gündelik çarklarımızı çeviremez hale geldik, kimilerimiz hastalandı, hayatını kaybedenler oldu, kimilerimiz borçların altına girdi, çalışma fırsatlarını kaybetti, kimilerimiz kim bilir nelerden geçti. Ben de kendi adıma iyisiyle kötüsüyle bir sürü şey yaşadım, hem özel ve ailesel hayatımda hem de çalışma ve yazma hayatımda. Büyük ölçüde kendimi geri çekmeye çalıştım, çok yoğun çalışmak zorunda kaldığım ama buna karşılık pek de bir şey elde edemediğim zamanlarım da oldu, beni mutlu eden ve kanatlandıran zamanlarım da. Ailemde kayıplar oldu, ailem genişledi. Pek çok kitap okudum, beğendim beğenmedim, etkilendim etkilenmedim. Kitaplar hakkında yazmaktan çok kitap yazmaya heveslendim, profesyonel işlerim izin verdiği ölçüsünde bu hevese rüzgâr bulmaya çalıştım, zaman zaman tüm profesyonel işlerimden kurtularak sadece yazmaya odaklanmaya niyetlendim. Ülkedeki yayıncılık ortamı yazarları, yayın emekçilerini pek de iyi koşullarda yaşar kılmıyordu zaten, şimdi durum büyük çoğunluğumuz için daha kötü. Her şeyin fiyatının kısa sürede iki-üç katına çıktığı bir dönemde, yayıncılıktan ve yazarlıktan kazanılabilecekler neredeyse yarısına indi. Hemen hemen her şeyin, özellikle fiziksel olarak maddi olanların, elle tutulabilenlerin neden bu kadar ölçüsüzce pahalı hale geldiği sanırım ekonomi-politik sorusudur ama hepimiz ister istemez bunu düşünmeye başladık. Kendi halinde idare edebilecek yerleşimlerin ölçeğini büyüttükçe ve halihazırda elimizde olan yaşam alanlarını yaşanamaz ve yıkılıp yenilenmesi gerekenler olarak ilan ettikçe, idarelerimiz sağolsunlar barınma gibi en temel meselelerin bile asla çözülememesini garanti altına alıyorlar. Üstüne bir de muktedirlerin ve muktedirleşmiş idarecilerin her fırsatta körüklediği kavgaların çok sayıda yaşam alanını, yerleşimi savaş bölgesine çevirmesi ve de yerkürenin, gökyüzünün, ateşin, suyun, toprağın kıpırtılarını hâlâ tam olarak anlayamadığımız için gün aşırı bir doğal afetin insanların felaketine dönüşmesi, herkesi yerinden yurdundan edilebilir kılıyor. Tam kendimize bir kovuk bulduğumuzu düşündüğümüz anda savrulup gidiyoruz. Tüm bu bildiğimiz dünyanın sonu sürecinin biteceği de yok üstelik. Artık kavimler olarak değil de topyekün göçüyoruz mekândan ve zamandan. Yarınımızın bugüne benzer yanı çok olacak ama hiç benzemeyen kombinasyonlara da şahit olacağız. Dünümüzden kalanlar hafızalarımızda zaman zaman tazelenecek, yahu bunları yaşamıştık diyeceğiz, hatta kimimiz nostaljik bir ruh haliyle sayıp dökecek şahit olduklarını, eski günlerin güzelliklerini, masumluklarını anlatacak, tabii...
Dün tam bunları yazmaktayken gelen bir telefon sonrasında yaptığım farklı konuşmalar neticesinde koptum gittim yazacaklarımdan ve bu sabah tekrar bilgisayarımı açtığımda bu yazılanları gördüğümde, devam ettirmeden, kopukluğuyla yayımlamazsam hiç yayımlayamayacağımı, dolayısıyla tekrar yazmaya, tekrar hatırlamaya, tekrar blogda varolmaya yine başlayamayacağımı fark ettim. Her ne kusur varsa affola artık...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder