Bir zamanlar Akşam-lık dergisinde oldukça kısa kitap eleştirileri yapardım, dergiye o hafta gelmiş kitaplar arasından kafama göre seçtiğim sekiz tanesi üzerine birkaç cümle yazardım. Henüz facebook, twitter gibi sosyal medyaların esamesi okunmazdı, cep telefonlarının mesajları da yeni yeni yaygın olarak kullanılıyordu. O günlerde yazdığım iki-üç cümlelik değerlendirmeleri bugün twit ya da mesaj olarak kabul etmek mümkün.
Elbette benden önce başkası yazıyordu o yorumları, yanlış hatırlamıyorsam Bedirhan Toprak. Cumhuriyet Kitap'ta yıllardır süren bir gelenekti, kendilerine gelen ve etraflıca haber yapmayacakları, röportajlamayacakları, yorumlatmayacakları kitapları genellikle kapak arkasından çektikleri metinlerle başlarından savarlardı. Bir nebze o işi yapıyordum özet olarak. Tek farkı, kapak arkasından değil de, bir on ya da on beş dakikalık elimde avcumda dolandırmaktan yola çıkarak izlenimlerimi bir çırpıda yazıyordum. Kimi kitabın kapağı, kimi kitabın değeri, kimisinin ise yazarının bir özelliği hızlıca kitap hakkında karar vermeme yol açardı. Elbette öznel ve üstünkörü değerlendirmelerdi bunlar, ama zaten benim yapmam gereken de haftalık bir dergide gelen kitapları baştan savmaktı.
Bir kere azar işitmiştim, Adnan Özer'di yanlış hatırlamıyorsam, o zamanlar Gendaş Yayınları'nda bir şiir dizisi başlatmıştı, on dünyaca ünlü şairin seçkilerini ufarak kitaplar olarak basmışlardı, işte o kitapların baskısı için "trene binerken alıp inerken unutacağınız kitaplar" gibi bir yorum yapmıştım, editörümüz Ahsen Erdoğan'a telefon gelmiş ve gıyabında kalaylanmıştım. Halbuki "paperback" diye adlandırılan, karton kapaklı cep boyutu kitaplarının tarihinde tren istasyonları milat niteliğindedir, Britanya'da Penguin Yayınları'nın başlangıcı da öyle. Dolayısıyla cep boyut şiirlerin hiçbir aklı başında okurun kütüphanesinde kalıcı bir yer edineceğine inanmadığımdan, o yorumu yapmıştım. Başka papara yemedim ama belki birkaç ah daha işitmişimdir.
İşte o günlerde olduğu gibi, bu sefer kendi kendime, yine bazı kitaplar hakkında arada bir iki-üç cümlelik üstünkörü yorum yapmaya niyetliyim. Periyodu ne olur, olmaz herhalde. Keyfe keder diyelim. Bu sefer bana gelen kitapları değil de orada burada gözüme çarpan kitapları ele alacağım. Basın bülteni ya da okuma nüshası gelmiyor ne de olsa. (Sosyal Yayınları ve Destek Medya her nedense göndermeye devam ederler bana, Destek'te dostum Rana'nın etkisi vardır da Sosyal Yayınları'nı takdir etmeli, bir şekilde eposta adresime ulaşıp özelime kitap/dergi tanıtımı gönderebiliyorlar.) Dolayısıyla danışıklı dövüş yorumlar olmayacak onlar, öyle aklıma geldikleri gibi düşecekler metne. Elbette dostlarımın, tanıdıklarımın ve takip ettiklerimin kitapları avantajlı olacaklar, inkâr edemem. Sosyal medyaların özelliği değil mi zaten, körlerle sağırların birbirlerini ağırlaması.
Hemen bir örnek vermek istiyorum bu tarz ahkamlanmış kitaplara, daha sonra edinip okuduğumda etraflıca yazmak isteyebilirim tabii (fark ettim ki etraflıca yazacağım dediğim hiçbir kitap hakkında yazmamışım hâlâ. Paul Auster'dan Görünmeyen çıktı Türkçe'de de, birkaç hafta daha avans tanıyacağım, okuyan artar diye, sonra yazarım; 2666'ya ara verdim, ortalarında çok uzun bir cinayetler bölümü geçici olarak gına getirdi, halbukü dili çok iyi Bolaño'nun; Kafka Sahilde tutuldu sanırım, yine de Japonlarla ilgili bir önyargı yüzünden daha geniş okura yayılamıyor, iyi okurlar arasında yayılıyor Murakami elbette; başka ne vardı, yazacağım deyip yazmadığım?):
-Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri, Everest'ten yayımlandı yayımlanacak ilk romanı, sanırım. Haftasonu birkaç yerde tanıtım haberleri, promosyon röportajları gözüme çarptı, iki dostumun tvitinde de kitabı alacaklarını okudum. Lübnan'da yazılmış olması, coğrafi mi yoksa kültürel olarak mı ortadoğulu olduğumuzu vurgulaması, siyasete duyarlı bir biçimde yazan bir yazarın ilk romanı olması, sanırım zihnimde kalan noktaları. Sanırım ben de alıp okuyacağım, bakalım ne dermiş Muz Sesleri?
-Yalçın Tosun'un YKY'den yayımlanmış ilk öykü kitabı, Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler, ip gibi ince, ip gibi keskin bir yapıtmış, alırken fark etmemişim. Sait Faik'in araladığı damarı, olabildiğince yarıyor. Her bir öyküsünde karakterlerin gerçek hayatta anlatamadıklarını okuyoruz, kurgunun ne kadarı şahsi, ne kadarı sezi bilinmez ama, kitabın adında bahsi geçen "yetişkinlerin" ayıp göreceklerine muzipçe dokunuyor, benimle yaşıt, hatta bir bakıma üniversitedaşım olan yazar.
-Ümit Ünal'ın Aşkın Alfabesi'ni buldum geçenlerde Gergedan'ın raflarını karıştırırken, İyişeyler Yayıncılık'tan çıkmış. 9'u izlemiştim, adı aklımda oradan kalmıştı. Roman yazmış olduğunu bilmezdim, 90'lı yıllarda izlediğim bazı filmlerin senaryosunun ona ait olduğunu da. Biz Size Aşık Olduk dizisinin yönetmeni olduğunu da. Araştırınca çıkıyor ortaya işte. Şimdi onu okumaya başladım, bakalım bir senarist, reklam metin yazarı, yönetmen roman yazdığında nasıl yazarmış.
Şimdilik bu kadar. Devam ederim umarım.
2 yorum:
Devam etmenizi umuyorum :) Bir de yazacağım deyip yazamadıklarınızı da görürüz inşallah.
ben de umuyorum... hep umarak cümleleri ortaya atıyorum, şunu yazacağım, bundan bahsederim diye, ama bilirsiniz John Lennon'un lafını, "yaşam biz planlar yaparken başımıza gelen şeydir", ya da öyle bir şeydir herhalde...
Yorum Gönder