7 Ocak 2010 Perşembe

Zaman tahdidi

Burada yazdığım yazıları burada yazıyorum genellikle, özellikle son dönemlerde. Blog'un arka panelinde, bir çırpıda yazıyorum, beş ya da on dakika gerekli görselleri, bağlantıları, referansları arıyorum, sonuç olarak yirmi dakika ya da yarım saat içinde bir metin ortaya çıkıyor. Dergilere yazarken de aynı düsturu uygulardım: belli bir zaman dilimi içinde yazacağımı yazmalıydım, daha uzarsa anlatacaklarım sonsuza uzanabilirdi ve asla zaman tahdidine uyamazdım aksi takdirde. Hâlâ editörlük işlerinde zaman tahdidine uyduğum söylenemez. Yine de yayıncılığın en önemli prensiplerinden biri, işi zamanında yapmaktır. Söz verilen zamanda kitabın raflarda gözükmesi önemlidir. İlan verilmiştir, üzerine yazı çıkmıştır, ama süreçteki bir arızadan, aksaklıktan dolayı kitap raflara ulaşamamışsa, ciddi bir satış kaybı yaşanabilir, kitabına göre.

Gerçi hâlâ sağlıklı bir biçimde verilen ilan+yapılan promosyon=ne kadar satış başarısı bilgisine sahip değilim, ama önemli olduğuna inanmaya devam edelim, ki gazetelerin kitap ekleri çıkmaya çalışsın. (Bir ara şunu fark etmiştim: Bir haftalık bir kitap ekine verdiğimiz ilanların bedeli, benim bir aylık maaşıma denkti. Elbette sinirim bozulmuştu, ne kadar çaktırdım hatırlamıyorum.) Geçenlerde Hazreti Bono bozuldu ya internet korsanlarına, bu işten sadece servis sağlayıcılar kâr elde ediyor diye, belki de bu hesapta kitap eklerini çıkaran gazeteler kâr elde ediyordur sadece, bilemem. (Bakın bu da ayrı bir yazıya uç veriyor, dolu dolu. Gazetelerin kitap ekleri ne getirir, ne götürür yayın piyasasından, ve daha da önemlisi, biz okur-yazarlardan.)

İşte telaşın ve belli zaman diliminde yazıyı kapatmanın doğası gereği bazı hatalar yapıyorum, bazı süsleri unutuyorum. Mesela bir önceki yazımda, bir çırpıda bahsettiğim kitaplarda, gayet rahat kitapların yayınevlerindeki sayfalarının linklerini verebilirmişim. Hatta Yalçın Tosun'un YKY'nin sitesindeki linkini verdim, Ece Temelkuran'ınkini de aradım, ama tahmin edin ne oldu: Bulamadım. Henüz Everest'in sitesinde yer almıyor. Kitabı çıkarmanın, raflara yetiştirmenin, promosyonun telaşıyla sanırım henüz internet sitesine kitabı koyamamışlar ya da belli bir rutinle siteyi yeniliyorlardır, o zaman yerleşir. Daha sonra koyarım ben de.

Yalnız, bu yayınevlerinin internet siteleri, yıllardır çok saçma gelir bana. Bazıları, bu işi çözmüştür, enformasyonu taze ve etkili sunarlar; ama bazıları, bu işi kehren yapmaktadırlar. Halbuki şu internetle büyüyen kuşakta okur sayısı azımsanmayacak durumda. Enformasyonu içen ve birbirine ikram eden sosyal medya çocuklarının yayınevlerinin hedef kitlesi haline gelmesi için, nasıl bir araştırma yapıp dikkatlerini çekmeli acaba? Ben kendi adıma, belli zamanlarda takip ettiğim yayınevlerinin internet sitelerini analiz etmeye niyetliyim, bir de bir çırpıda ahkâm keseceğim kitapları mutlaka yayınevi linkiyle süslemeye çalışacağım (kitabevi değil, yayınevi linki). Zamanla tüm yayınevleri sitelerini ciddiye alıp, güncel tutarlar umarım.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Bir Çırpıda Kitap

Bir zamanlar Akşam-lık dergisinde oldukça kısa kitap eleştirileri yapardım, dergiye o hafta gelmiş kitaplar arasından kafama göre seçtiğim sekiz tanesi üzerine birkaç cümle yazardım. Henüz facebook, twitter gibi sosyal medyaların esamesi okunmazdı, cep telefonlarının mesajları da yeni yeni yaygın olarak kullanılıyordu. O günlerde yazdığım iki-üç cümlelik değerlendirmeleri bugün twit ya da mesaj olarak kabul etmek mümkün.

Elbette benden önce başkası yazıyordu o yorumları, yanlış hatırlamıyorsam Bedirhan Toprak. Cumhuriyet Kitap'ta yıllardır süren bir gelenekti, kendilerine gelen ve etraflıca haber yapmayacakları, röportajlamayacakları, yorumlatmayacakları kitapları genellikle kapak arkasından çektikleri metinlerle başlarından savarlardı. Bir nebze o işi yapıyordum özet olarak. Tek farkı, kapak arkasından değil de, bir on ya da on beş dakikalık elimde avcumda dolandırmaktan yola çıkarak izlenimlerimi bir çırpıda yazıyordum. Kimi kitabın kapağı, kimi kitabın değeri, kimisinin ise yazarının bir özelliği hızlıca kitap hakkında karar vermeme yol açardı. Elbette öznel ve üstünkörü değerlendirmelerdi bunlar, ama zaten benim yapmam gereken de haftalık bir dergide gelen kitapları baştan savmaktı.

Bir kere azar işitmiştim, Adnan Özer'di yanlış hatırlamıyorsam, o zamanlar Gendaş Yayınları'nda bir şiir dizisi başlatmıştı, on dünyaca ünlü şairin seçkilerini ufarak kitaplar olarak basmışlardı, işte o kitapların baskısı için "trene binerken alıp inerken unutacağınız kitaplar" gibi bir yorum yapmıştım, editörümüz Ahsen Erdoğan'a telefon gelmiş ve gıyabında kalaylanmıştım. Halbuki "paperback" diye adlandırılan, karton kapaklı cep boyutu kitaplarının tarihinde tren istasyonları milat niteliğindedir, Britanya'da Penguin Yayınları'nın başlangıcı da öyle. Dolayısıyla cep boyut şiirlerin hiçbir aklı başında okurun kütüphanesinde kalıcı bir yer edineceğine inanmadığımdan, o yorumu yapmıştım. Başka papara yemedim ama belki birkaç ah daha işitmişimdir.

İşte o günlerde olduğu gibi, bu sefer kendi kendime, yine bazı kitaplar hakkında arada bir iki-üç cümlelik üstünkörü yorum yapmaya niyetliyim. Periyodu ne olur, olmaz herhalde. Keyfe keder diyelim. Bu sefer bana gelen kitapları değil de orada burada gözüme çarpan kitapları ele alacağım. Basın bülteni ya da okuma nüshası gelmiyor ne de olsa. (Sosyal Yayınları ve Destek Medya her nedense göndermeye devam ederler bana, Destek'te dostum Rana'nın etkisi vardır da Sosyal Yayınları'nı takdir etmeli, bir şekilde eposta adresime ulaşıp özelime kitap/dergi tanıtımı gönderebiliyorlar.) Dolayısıyla danışıklı dövüş yorumlar olmayacak onlar, öyle aklıma geldikleri gibi düşecekler metne. Elbette dostlarımın, tanıdıklarımın ve takip ettiklerimin kitapları avantajlı olacaklar, inkâr edemem. Sosyal medyaların özelliği değil mi zaten, körlerle sağırların birbirlerini ağırlaması.

Hemen bir örnek vermek istiyorum bu tarz ahkamlanmış kitaplara, daha sonra edinip okuduğumda etraflıca yazmak isteyebilirim tabii (fark ettim ki etraflıca yazacağım dediğim hiçbir kitap hakkında yazmamışım hâlâ. Paul Auster'dan Görünmeyen çıktı Türkçe'de de, birkaç hafta daha avans tanıyacağım, okuyan artar diye, sonra yazarım; 2666'ya ara verdim, ortalarında çok uzun bir cinayetler bölümü geçici olarak gına getirdi, halbukü dili çok iyi Bolaño'nun; Kafka Sahilde tutuldu sanırım, yine de Japonlarla ilgili bir önyargı yüzünden daha geniş okura yayılamıyor, iyi okurlar arasında yayılıyor Murakami elbette; başka ne vardı, yazacağım deyip yazmadığım?):

-Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri, Everest'ten yayımlandı yayımlanacak ilk romanı, sanırım. Haftasonu birkaç yerde tanıtım haberleri, promosyon röportajları gözüme çarptı, iki dostumun tvitinde de kitabı alacaklarını okudum. Lübnan'da yazılmış olması, coğrafi mi yoksa kültürel olarak mı ortadoğulu olduğumuzu vurgulaması, siyasete duyarlı bir biçimde yazan bir yazarın ilk romanı olması, sanırım zihnimde kalan noktaları. Sanırım ben de alıp okuyacağım, bakalım ne dermiş Muz Sesleri?

-Yalçın Tosun'un YKY'den yayımlanmış ilk öykü kitabı, Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler, ip gibi ince, ip gibi keskin bir yapıtmış, alırken fark etmemişim. Sait Faik'in araladığı damarı, olabildiğince yarıyor. Her bir öyküsünde karakterlerin gerçek hayatta anlatamadıklarını okuyoruz, kurgunun ne kadarı şahsi, ne kadarı sezi bilinmez ama, kitabın adında bahsi geçen "yetişkinlerin" ayıp göreceklerine muzipçe dokunuyor, benimle yaşıt, hatta bir bakıma üniversitedaşım olan yazar.

-Ümit Ünal'ın Aşkın Alfabesi'ni buldum geçenlerde Gergedan'ın raflarını karıştırırken, İyişeyler Yayıncılık'tan çıkmış. 9'u izlemiştim, adı aklımda oradan kalmıştı. Roman yazmış olduğunu bilmezdim, 90'lı yıllarda izlediğim bazı filmlerin senaryosunun ona ait olduğunu da. Biz Size Aşık Olduk dizisinin yönetmeni olduğunu da. Araştırınca çıkıyor ortaya işte. Şimdi onu okumaya başladım, bakalım bir senarist, reklam metin yazarı, yönetmen roman yazdığında nasıl yazarmış.

Şimdilik bu kadar. Devam ederim umarım.